SAYFALAR

31 Aralık 2022 Cumartesi

DİVANÜL LÜGATİT TÜRK


DİVAN’ÜL LÜGATİ’T TÜRK İÇİN KAÇ BİLİM ADAMI ÖLDÜRÜLDÜ BİLİYOR MUSUNUZ?

Uzak yerin haberini kervan getirir. Kaşgarlı Mahmud

Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan meşhur eseri Divanü Lügati’t Türk’ü tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamı Rus ve Çinliler tarafından öldürüldü. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…

Dünya üzerinde bir kitap, basımı için bu kadar çok sayıda bilim adamının can vermesine sebep olmamıştır. Bu kitabın ismi; Divanü Lügati’t Türk, yazarı da büyük bilgin Kaşgarlı Mahmud… Bu sene 1000′nci doğum yılı kutlanan ve 2008 yılı da kendi yılı ilan edilen Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe’nin ilk büyük sözlüğü ve ilk Türk ansiklopedisi olan Divanü Lügati’t Türk, tam 800 yıl boyunca ortada yoktu; tıpkı bir diğer kitabı Kitab’ül Cevahir gibi…

Divan-ı Lügat’it Türk, geçtiğimiz yüzyılın başında, Ali Emiri tarafından bulundu. Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, kitabın bulunuşunu şöyle anlatıyor: “Kitabı sahaflarda Ali Emiri Efendi buldu. Ali Emiri Efendi, kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: ‘Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum…

Bu kitabı sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.’ Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lügati’t Türk’ü bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı. Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.

Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tespitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu, karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Daha sonra da kitap Matbaa-i Amire’de üç yıl süren bir maceranın ardından basıldı.

Yakup Deliömeroğlu, kitabı kendi dillerine tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamının da bu yolda Rus ve Çinliler tarafından şehit edildiğini söylüyor. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…

Dîvân ü Lügati’t Türk’ün Türk dünyasında ilk tercüme girişimi Azerbaycan’da oldu. Sovyet Bilimler Akademisi’nin Azerbaycan Şubesi, bu iş için Halid Said Hocayev’i görevlendirir. Hocayev, 1935-37 yıllarında bu görevi tamamlar. Fakat Hocayev ve yardımcılarının başarısının mükafatı, ölüm olur.

1937 yılında bu kez meşhur Uygur şairi Kutluk Şevki ve eğitimci şair Muhammed Ali Dîvân ü Lügati’t Türk’ü Uygurcaya tercüme ettikleri için katledilirler ve bütün çalışmaları yakılır. Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’dan Kilisli baskısını alarak ülkesine götürmüştür. Bilim dünyasına hizmet için giriştikleri iş, kendi sonlarını hazırlar.

Uygurlar, 1944 yılında Şarki Türkistan Devleti’ni kurduklarında, ilk iş olarak Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi işine girişirler. Bu iş için meşhur âlim İsmail Damollam görevlendirilir. Birinci cildin tercümesi tamamlanmıştır ki, Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan Devleti ortadan kaldırılır ve İsmail Damollam öldürülür. Şarki Türkistan’ın Kızıl Çin tarafından işgal edilmesinden sonra Uygur bölgesinde Sinjang Özerk Yönetimi kurulur. Kaşgar bölgesinin Valisi Seyfulla Seyfullin, maddi kaynak da ayırarak tanınmış şair ve tarihçi Ahmed Ziyaî’yi, Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi için resmen görevlendirir. 1952-54 yılları arasında Divanın tercümesi tamamlanır ve Pekin’e basılması için gönderilir. Baskının giderleri de Kaşgar valiliği bütçesinden ayrılmıştır. Ancak Pekin 'karşı devrimcilik ve milliyetçilik' suçlamaları ile Ahmet Ziyaı’yi 20 yıl ağır hapse mahkûm eder ve Ziyaî cezaevinde işkence altında can verir, divanın bütün tercümeleri de yakılır.

Yılmayan Uygurların bir başka girişimi, 1960-63 yıllarında, Çin İlimler Akademisi Şincang Bölümü Müdür Yardımcısı Uygur Sayrami tarafından hayata geçirilir. Fakat hem Sayrani yardımcılarıyla birlikte öldürülür hem de tercümenin metinleri yakılır.

Uygurların Divan’a merakı bütün bu olanlara rağmen azalmamakta aksine artmaktadır. Halkın ve aydınların yoğun isteği ile Dîvân ü Lügati’t Türk İbrahim Muti’in yönetiminde Abdusselam Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurrahim Habibulla, Abdulreşit Kerim Sait, Abdulhamit Yusufi, Halim Salih, Hacı Nur Hacı, Osman Muhammed Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin ve Mirsultan Osmanov’dan oluşan 12 kişilik komisyon tarafından tercüme edilir. Bu tercüme ile Divan, 1981-84 yıllarında Urimçi’de 3 cilt halinde ve 10 bin nüsha basılır.

Divan’ül Lügat’it Türk, Kazakistan ve Azerbaycan’da ise SSCB’nin yıkılışından sonra yayınlanabildi.

Dr. Fahri Solak Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi https://akademiye.org/tr/?p=1884

23 Aralık 2022 Cuma

HER ŞEYİN BİR SEBEBİ VAR

Ömer Seyfettin yazdığı hikayeleri ile ünlü asker bir yazardır. Aynı zamanda Kurtuluş Savaşında da bir çok cephede savaşmıştır. 

Yazarın Filistin cephesinde savaşırken bir hatırasını kısaltılmış olarak aktarmak istedim;

PİÇ

"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı, Filistin'den çekiliyorduk. Bir kaç subay arkadaşla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için düşman karargahına gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor gözünü benden hiç ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum.

Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve "Nasılsın Ömer Seyfettin" dedi. Hayretler içinde kaldım ve; "Beni nerden tanıyorsun? Ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim." dedim.

"Ömer biz seninle İstanbul da askerî lisede beraber okuduk. O zaman benim adım Ahmet Nihat'tı." deyince, ben de hatırladım. Hep dini Kur'an-ı eleştiren, Türkleri devamlı kötüleyen, vatan bayrak sevgisi olmayan, bir öğrenci idi amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.

"Peki, nasıl Fransız subayı oldun?" dedim.

Dedi ki: "Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse zarar görse içimde bir sevinç oluyordu, çoğu zaman kendimi ayıplıyor neden böyleyim diyordum. Bir gün Anneme ısrarla bunun sebebini sordum."

"Oğlum dayanamayacağım, anlatayım! İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun. Babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin." dedi.

"Zaten babam bildiğim Türk çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim. O tarihte çalışmış o isimde ki doktorun adresini çıkarttım. Fransa’ya gittim, esas babam olan o doktoru buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. 'Hiç bir şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim' dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin!" dedi.

Ülkemiz de o kadar çok öyle adam var ki; şimdi milletini, bayrağını, Atatürk'ü, Cumhuriyeti eleştirenleri gördükçe Ömer Seyfettin'i ve yazdığı o hikayesini hemen hatırlıyorum. Alıntı.

16 Aralık 2022 Cuma

KUŞÇUBAŞI EŞREF VE ZENCİ MUSA

Trablusgarp Savaşında Zenci Musa çok büyük yararlılıklar gösterir. İki metre on santim boyu olan, iri cüsseli ve cesur Zenci Musa, Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa’nin dikkatini çeker. Sonraki yıllarda Kuşçubaşı Eşref Bey onu yanına alır emir eri olur. Birbirlerine büyük bir sadakatla bağlanır, ölümüne sadık kalırlar.

Balkan Savaşı başladığı zaman Kuşcubaşı Eşref Paşa'nın yanında savaşa katılır. Edirne geri alınırken, cephede Kuşçubaşı Eşref’in adeta gölgesi olur. Canla başla çarpışır. İkisi de vatan için mücadele ederler ve Edirne yi kurtarırlar.

I. Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Osmanlı Devleti de bu savaşın içerisinde bulur kendini. Çanakkale, Kafkasya, Filistin ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşırlar.

Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa, bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri ‘Kuşların Şeyhi’ lakabı ile tatınan Kuşçubaşı Eşref Paşa'yı evinde ziyaret eder. Arabistan ı ele geçiren İngilizlerin Anadolu’ya doğru ilerlediklerini ve Güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayacaklarını, güney de ki birliklerimizi toparlamak için de, oraya yardım götürülmesi gerektiğini söyler. “300 bin altın hazır. Para İstanbul’dan Yemen'e gidecek.” der. Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakar “Nasıl gidecek bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa zor direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı?” der.

“Bu parayı Yemen'e ancak sen götürebilirsin Eşref, onun için sana geldim.” Der Enver Paşa!

Kuşçubaşı Eşref Paşa ile Enver Paşa altınların götürülmesi için anlaşırlar ve bir plan yaparlar.

Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel olması, hatta kabile şivelerini dahi bilmesinden dolayı emir Eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan da güvendiği 70 kadar adamını yanına alır Eşref Paşa. Altınlar her birine dağıtılır. Eşref Paşa da bir Bedevi kılığına girer. İki ayrı kola ayrılarak 72 kişi Medine’de buluşmak üzere İstanbul dan yola çıkarlar ve bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar.

Medine de Fahrettin Paşa, Eşref Paşa'ya, "Buradan bir adım dahi dışarı çıkamazsın. İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi." der. Demek ki Medine'yi savunan komutan Fahrettin Paşa'nın istihbaratı da tamdır.

Eşref Paşa, “Neye mal olursa olsun bunu başaracağım.” Der ve Fahrettin Paşa’nın yardımıyla Hayber’e kadar giderler. Hayber’i geçince Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz ve Bedevi birlikleri Kuşçubaşı Eşref Paşa ve adamlarının etrafını çevirirler. Burada bir gün bir gece çok kanlı bir çarpışma olur. 25 bin kişilik bir ordu ile sadece 72 kişi çarpışır. Kuşçubaşı Eşref Paşa başına aldığı bir kurşun darbesi ile ağır yaralanır ve esir düşer. Kuşçubaşı Eşref Paşa yaralı halinde yaya yürütülerek ite kalka ve perişan bir vaziyette İngiliz Ajani Edward Lawrence’in içinde bulunduğu çadıra götürülür.  Orada Lawrence; "Kazandığını sanıyorsun fakat henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle musibetler açacağım ki, iki asır uğraşsanız bitmeyecek." dediği söylenir. Bir kafes içine konularak sokaklarda dolaştırılıp Arap halkına teşhir edilir. Sonra Malta esir kampına gönderilir.

Kuşçubaşı Eşref’in bu olayda sadece iki askeri sağ kalır. Sağ kalan iki askeri Zenci Musa ve arkadaşıdır. Kuşçubaşı Eşref Paşa altınları Yemen de Ali Sait Paşa'ya gönderebilmek için daha önce bir plan daha hazırlar ve planına göre kendini yem olarak gösterip, bilinen normal yoldan giderken, emir eri Musa ve arkadaşı altınlar yüklü develerle birlikte gizli çöl yollarından giderek Yemen’e doğru yol alırlar ve kendi esir düştükten birkaç gün sonra, Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşır.

Altınları Yemen Komutanı Ali Sait Paşa’ya teslim ederken, buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık ama Eşref Paşa'mızın düşman eline düşmesine engel olamadık.” Diyerek ağlamağa başlar.

Altınların kaçırıldığını ve Yemen'e götürüldüğnü anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşının peşine düşerler ancak ne Musa’yı ne de arkadaşını yakalamayı başaramazlar.

12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay, London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizleri aldatarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmakta ve aranmaktadır.

Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış, ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Paşa'dan da ilelebet ayrı düşmüştü.

Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. Bir çok işkencelerden sonra Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde bulunduğu esir kampından kaçar.

Bir müddet Yemen de kaldıktan sonra Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz bir yolunu bulup İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de yatacak bir yeri vardır. Kendisini Yemen’den tanıyan, kaçırdığı altınları teslim ettiği Ali Sait Paşa da İstanbul'dadır ve Dahiliye de çalışmaktadır. Bir akşam üzeri onunla buluşur. Ali Sait Paşa, "Musa, bu vatana çok hizmet ettin, emeklilik için dilekçe ver seni maaşa bağlayalım." der. Zenci Musa şöyle bir etrafına bakar ve; "Paşam, ben bu fakir milletin parasını kabul edemem." diyerek teklifi reddeder.

Ali Sait Paşa onu hamallar kâhyası Ferit Bey'e götürerek, ön ayak olur ve Zenci Musa’nın Karaköy Gümrüğünde hamallık yapması sağlanır.

Musa artık bir hamaldır ve hamallık yaparak geçimini sağlamağa çalışmaktadır fakat devletine hizmet etmekten de hiçbir zaman geri kalmaz. Gündüzleri gümrükte hamallık yaparken, geceleri Özbekler Tekkesinden Anadolu’ya gönderilen silah sevkiyatı işlerine yardım eder.

İstanbul işgal kuvvetleri komutanı General Sir Charles Harrington'a, ‘hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o Karaköy Gümrüğünde hamallık yapıyor.’ derler. İşgal kuvvetleri komutanı General Sir Charles Harrington, Zenci Musa’yı görmek için Karaköy Gümrüğüne gider ve onu bir süre uzaktan izler. Sonra yanına yaklaşıp ‘kendileri ile çalışması halinde, onu altına boğacağını, bu perişan halinden kurtaracağını’ söyler.

Aldığı teklif karşısında çok sinirlenen ve olanca heybetiyle oturduğu yerden ayağa kalkan Zenci Musa, General Harrington’a “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var. O da Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var. O da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var. O da Kuşçubaşı Eşref Paşa. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” diye bağırır.

Zenci Musa’nın uzun yıllar boyunca çektiği sıkıntı ve eziyetler nedeniyle yorulan bedeni hayat şartlarına daha dayanamaz vereme yakalanır. Bavulunu alır gider, Özbekler Tekkesine sığınır. Özbekler Tekkesi Şeyhi Ataullah Efendi tarafından kendisine bir oda tahsis edilir, orada yatar kalkar. Az bir zaman sonra Zenci Musa’nın bedeni vereme yenik düşer ve ruhunu hakka teslim eder.

Vefat ettiğinde geriye sadece tahta bir valizi kalır. Ömrünü sadakatle vatanına adayan Sudanlı Zenci Musa’nın valizi açıldığında içinden; bir adet Mushaf-ı Şerif, bir adet ay yıldızlı Türk Bayrağı, beyaz bir kefen bezi, bir Osmanlı haritası ve birde birlikte çalıştığı Komutanı Kuşçubaşı Eşref Paşa'nin solmuş, eski bir fotoğrafı çıkar.

Kuşçubaşı Eşref Paşa ile birlikle Arabistan’a seyahatleri sırasında, Zenci Musa’yı tanıyan Mehmet Akif Ersoy ise Zenci Musa için, “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, Omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa” diye mısralar yazmıştır.

Zenci Musa’nın sadakatle bağlı olduğu komutanı Kuşçubaşı Eşref ise esir tutulduğu Malta’dan kurtulup İstanbul'a gelir. Gelir gelmez emir eri Zenci Musa’yı yanına almak için arar, ancak ölüm haberini alır, o da çok üzülür.

Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa, çok sevdiği emir eri için hatıralarında “Ben Malta’dan kurtulup Millî Mücadele’nin bayrağını açma şerefine mazhar olduğum sıra, o benim kahraman Arap'ım veremden ölmüş.” diye not düşmüştür.

Kuşçubaşı Eşref Paşa Mondros Mütarekesi'nden sonra serbest kalır ve İstanbul'a döner. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan ve milli mücadeleyi örgütleyenlerden biridir. Çerkez Ethem'i yetiştirdi ve birlikte Kuva-yi Seyyare'de Yunan işgaline karşı savaştılar. Adapazarı civarındaki Kuva-yi Milliye başarılarında Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa'nın çok büyük rolü olduğu söylenir.

Çerkes Ethem'in isyan edip, yenilmesinin ardından onunla beraber Yunan kuvvetlerine sığınır. Yunan ve İngiliz iş birlikçisi olduğu iddiasıyla, Çerkez Ethem'le beraber Yüzellilikler listesinde yer alır ve vatandaşlıktan çıkarılıp sürgüne gönderilir. 

1936 da çıkan af ile yurda girişi serbest bırakılsa da o; "Hiçbir zaman af dilemem, ben hain değilim ki affedileyim." der ve küser, uğrunda bedeller ödediği vatanına bir daha geri dönmek istemez, Mısır'da İskenderiye şehrinde bir zaman yaşar. Fakat daha fazla dayanamaz tekrar Türkiye'ye geri gelir. Beraber savaştığı silah arkadaşlarının mezarlarını tek tek ziyaret eder ve on dört yıl sonra 1964'de hayata gözlerini yumar. Mezarı Aydın, Söke Kuşadası yolu Yaylaköy Caferli Granta Mezarlığındadır.

Bu vatan öyle ucuz kurtulup ta yaşayalım diye Allah tarafından bize verilmedi. Bu vatanı kurtaran başta Atatürk ve yüce milletimiz çok büyük bedeller ödedi. Bu bedeller kendileri için değil, bizlerin hür yaşaması, geleceğimiz, çocuklarımız için verildi. Bu vatana bir şey olursa, başkası değil, yine sen bedeller ödeyerek kurtarabilirsen kurtaracaksın. Veya hiç bir şey yapmayıp öyle uykuda, sağ kalırsan sen ve evlatların vesayet altında olacak. Sen vatanını kurtarmazsan, başkası sana vatan kurtarmaz. İyi düşün.