SAYFALAR

29 Ocak 2014 Çarşamba

HAYATA TUTUNMAK LAZIM

Amcam Hüsnü
Ben 68 yıllık hayatımda dört ayrı devir yaşadım. Yedi yaşıma kadar iki ağabeyim, bir ablam ve annem, bir üvey annem, babam ile mutlu bir hayat yaşadık. İlk iki yılını hatırlamadığım için saymazsak tamamı tamamına beş yıl.

Sekiz yaşında iken babamı kayıp ettim. Büyük ağabeyim Burhanettin yirmi yaşlarında deli dolu, hatta ara sıra sağlığında babama karşı gelen hırçın bir delikanlıydı. Babamın ölümünden sonra birden bire çok değişti. İleri görüşlü, çok ince hesaplı ve yerinde kararlar vermesini bilen çok akıllı birisi olup çıktı.

Arazilerimiz vardı fakat bedenen çalışmağı pek beceremez, çiftçilik yapmak istese de yapamazdı. Annem bütün zorluklara göğüs gererek hepimize kol kanat oldu. Arazi satmak ta olmazdı ve bizler de arazi satmadık. O yıllarımız yoksulluk içinde, çok kötü şartlarda geçti. O zamanlarda sadece biz değil herkes aşağı yukarı aynı şartlarda yaşıyorlardı. Çay üretimi yapılmadan önce o bölgede herkes fakirdi. Hatta bizim halimiz belki de bazılarına göre çok iyiydi. Ormanlara gidip kaçak keresteler yapıyorlar, onları sırtlarında iki saatlik yola götürerek satıp para kazanıyorlardı. Rahmetli babam sağlığında "Ali'm okuyacak" dediği için, onun isteği yerine gelmesi için beni o kötü şartlarda okullara yolladılar.

Bende o çocuk halimle ormanda çok ağaç kesip, kalas dediğimiz kereste yaptım ve taşıyarak sattım. Sonra yaz aylarında yayla da keçilerimizi her zaman ben otlatır onlara çobanlık ederdim. Liseyi bitirdiğim sene Ağabeyim Burhanettin çay fabrikasına işçi olarak girdi ve biraz rahatladık. İşte orta okul ve lise yıllarım hiç hatırlamak istemeyeceğim kadar kötü şartlarda geçti. Rize Lisesine kayıt olduğum ilk sene büyük caminin orada bir mağazadan Ağabeyimin bana aldığı siyah ayakkabıyı unutamam, çünkü hiç giyemedim. "Büyük olsun Recebali ki seneye de giyeceksin" dedi ve en ucuzlarından bir tane siyah renkli ayakkabı aldık. Çok büyük numara olduğu için de yürürken ayaklarımdan düşüyordu. Ayaklarım büyünce giyerim diye uzun süre sakladım. Durduğu yerde o ayakkabılardan sağının nasıl olmuşsa burun kısmı kopmuştu. Belki de fareler yemişti. Çok üzülmüştüm. Bir türlü oraya yama uydurup tutturamadım ve o ayakkabıyı sanki de hiç giyemedim.

Rize Lisesi yıllarımda Tophane Mahallesinde kiraladığımız odanın yanında ki Bakkaldan, yazdırıp bir şeyler alıp, ay sonunda borcumuzu ödüyorduk. Okullar tatil olunca param olmadığı için Bakkal Nazim'e olan 90,00tl borcumu ödeyemeyince kendisine gözükmeden gizlice oradan kaçtım ve köye gittim. Bir ay kadar sonra ormanda kereste yaparak, 90.00 tl borcumu posta ile bakkalın adresine yolladım. Yollamama rağmen her jandarma gördüğüm zaman 'acaba bakkalcı şikayet mi etti, bana mı geliyorlar' diye korkup kaçıyordum. Ertesi sene öyle korka korka bakkala gittiğim zaman adam beni çağırdı, boynuma sarıldı ve bir defter çıkardı. "Başkalarının ödemediği beş yıllık alacakları vardı. Hepsi benim gibi öğrencilerdi ve isimleri yazılıydı. Bunların içinde tanıdıklarım da vardı.

Bakkal Nazim ondan sonra ben borca bir şey alsam yazmak bile yazmazdı ve borç para da verirdi.

Bizler yoksul zamanlarımızda bile ailece açlığımızı kimselere belli etmeden yaşamağa devam ettik. O zamanlar çalışacak bir iş te yoktu. Çay da yeni yeni başlıyordu. Tek para kazanmak yolu iki saat kadar uzağa ormana gider ve orada 'kalas' denen kereste yapar, o kalasları kadın erkek iki veya üç saatlık yerlere omuzda götürerek ormancıya yakalanmadan satardık. Ben çocuk olduğum için yonttuğum bu kalaslar eğri buğru olur pek bir şeye benzemezdi fakat Bayraktaroğlu Tahsin Amca öğrenci olduğum için bozuk olmalarına rağmen az para verir yine de alırdı. Bazen beğenmeyip almazlarsa gizli gizli ağladığım da olurdu.

Lise bittikten sonra kazanmama rağmen yüksek okula gidemedim. Kısa yoldan ekmek parası kazanmak ve kimseye boyun eğmemek için 1968 yılında Rize Erkek İlköğretmen Okuluna baş vurdum. On üç farklı derslerden imtihanlara girerek 'İlk Okul Öğretmenliği' diploması aldım. Hatta Merkez İlkokullarından birinde yaptığım staj sırasında Milli Eğitim Müdürü Sezai Yakıcı ve bir sürü adam geldiler. Benim ders vermemi izlediler. 

Çocuklara gördükleri rüyadan yola çıkarak 'Y' harfini sapan kaya olarak tanıttım. O yıl müfredat programı yeni değişmiş ilk etapta harf isimleri çocuklara söylenmiyor, tümden gelim metodu ile öğretim yapılmağa başlanmıştı. Milli Eğitim Müdürü ve Yardımcıları teşekkür edip, eski günlerini hatırladıklarını söyleyerek gittiler. O yıl Öğretmen Okulunu bitirdim. Göreve başlamak için Milli Eğitim Müdürlüğüne gittiğimde benden askerlik belgesi istediler.

Fındıklı Askerlik Şubesinde "Sen asker kaçağısın. Hemen askere göndermemiz gerekir. Ya okuldan 'Öğrenci olduğuna dair' bir belge getir, ya da Pazartesi gel seni askere yollayalım." dediler. Ben hemen Rize Erkek İlköğretmen Okuluna giderek askerlik tecili için belge istedim. "Sen okulu bitirmişsin. Bizimle işin bitmiş. Belge filan veremeyiz." dediler. Öyle kara kara düşünerek Fındıklı da cadde de yürürken, İlkokul Müfettişi olan Halamın oğlu İsmet Gülten'e rastladım. Hal hatırımı sorunca durumu kendisine anlattım. Bana "Bir dakika bekle, Askerlik Şube Başkanı Yüzbaşı arkadaşımdır." dedi ve görüşmeğe gitti. Yarım saat kadar sonra elinde bir yazı ile geldi.

Önce belgeyi almış diye sevindin fakat bu yazı orada ki dosyalardan çıkarılmış, okullardan şubeye yazılan tecil yazısının suretiydi. Ona benzer bir yazı yazmamız için yüzbaşı onu örnek olarak vermişti. İsmet Ağabey bu yazının aynısını Rize İlköğretmen Okulu tarafından yazılmış gibi Kaymakamlıkta kendisi daktilo ile yazdı. Tasdik yerine imza attıktan sonra kendi müfettişlik mührü ile 'Milli Eğitimi' okunacak şekilde hafif çevirerek mühürledi. Bu yazıyı aldı Askerlik Şubesine götürdü. 
Ya anlaşılırsa! İkimizi de hapse atarlardı.

Askerlik Şubesinden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne 'Askerlik iki yıl tecil edilmiştir. yazılı belgeyi getirdi. Yüzbaşı filan imzalamış, üstelik altına da kırmızı bir mühür vurmuşlardı. Sonradan öğrendim ki Şube Başkanı Yüzbaşı akıl vermiş. Bu belge ile askerliğim iki yıl tecil edilmişti.

Belgeyi Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne götürdüm. Rize Milli Eğitim Müdürlüğünde form doldurttular ve Rize Güneysu Adacamı Köyü İlkokuluna Öğretmen olarak atadılar. İlk maaşımı aldım. 530.00tl. Bir kısmını Yoksullar Yurduna bağışladım. Ve hayatım boyunca da kimi yoksul gördüysem her türden insana mutlaka karınca kararınca cebine bir şeyler soktum veya yardım ettim.

Her zaman; geçmişi tertemiz, vicdanen huzurlu ve gönül rahatlığı içinde bir sonra ki güne başlayarak hayata devam ettim. Ve şu ana kadar da herkesin böyle olması için çapa sarf ettim. Saygılarımla....


28 Ocak 2014 Salı

NE İŞE YARADIN

Bektaşi ile Hacı ramazanda içki içerlerken 4.Murat tarafından yakalanmışlar. Padişah ikisini de sorguya çekmiş. "Tamam. Götürün bunların kellelerini alın." demiş. Hacı "Affedin. Şeytana uyduk. Hünkarım." diye yalvarmış. Bektaşi bu hükme karşı çıkmış. "Ben Müslüman değilim. Beni ramazan bağlamaz. Ve içki içsem de suç sayılmaz" demiş. Padişah düşünmüş haklı bulmuş ve Bektaşi yi af etmiş. Bektaşi tam huzurdan ayrılırken "Hünkarım, ben Müslüman olsam yanımda ki arkadaşımı da af eder misin ?" demiş. Ve hemen kelime-i şehadet getirmiş. Bu durum Padişahın çok hoşuna gitmiş, hacıyı da af etmiş. Bektaşi ile hacı çıkmışlar giderlerken, Hacı, Bektaşi ye kızmış "Sen ne biçim adamsın be adam. Bir gavur oluyorsun. Bir Müslüman". Bektaşi de "E..fena mı? Gavur olurum kendimi, müslüman olurum seni kurtardım. Peki ya sen ne işe yararsının?" demiş.

27 Ocak 2014 Pazartesi

KANUN NERDE

15.01.2014 tarihinde bütün televizyonlarda izledik. Olay Türkiye Cumhuriyetine bağlı Mardin İlinde meydana gelmiş. DEDAŞ (Dicle Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi) dört milyon iki yüz seksen dört bin Türk lirası elektrik tüketim borcu olduğu gerekçesiyle Mardin Belediye binasının elektriğini kesmiş. Mardin Belediye başkanı da emir vermiş, Belediye görevli ekipleri de gündüz giderek hiç tebligat yapmadan çalışan insanlar içeride iken DEDAŞ, yanı Mardin şehir elektrik binasını mühürlemişler.

Üstelik bir de elektriği kesenler ve binayı mühürleyenler çok iyi bir iş yapmışlar gibi televizyonlarda insanların karşılarına çıkıp konuştular. Bunlar Türkiye de görev yapan resmi ve yasal devlet kurumları. Şimdi DEDAŞ a sormak lazım; mahkeme veya icra yoluyla tahsil edemez miydiniz? Borç dört milyonu geçene kadar neredeydiniz?

Belediyeye de sormak lazım; Borcunuzu vaktinde neden ödemediniz? Madem DEDAŞ ın binası ruhsatsızdır şimdiye kadar neredeydiniz? Bilmiyor muydunuz? Bir yeri mühürlemek ne anlama gelir? Nasıl mühürlenir? Mühür fekki nedir? Bilir misiniz? Sonrası; Mühürlü yerin içinde ki insanlar nasıl çıktılar? Bu işin sonu ne oldu? Hangi taraf kazandı? Yoksa bu olay sadece şov dan ibaret bir düzmece filim miydi?

Kanunları uygulayan yok. Soran yok. Herkes keyfine göre sırf görüntü olsun, bir kabadayılık olsun diye iş yapıyor. Ülkeler ne silahla ne de kabadayılıklarla idare edilmez. Ülkeler akılla ve kanunlarla idare edilir. Hatta kanunlar yaz boz tahtası gibi işime gelmedi diye değiştirilemez. Şimdi Mardin de bu olayda alenen bir kaç suç işlenmiştir. Hem de ciddi ağır cezalık suçlar var.

Zorla Alıkoyma. Hürriyeti Tahdit. Mühür Fekki. Görevi Kötüye Kullanma. Görevi İhmal gibi suçlar işlenmiştir. Bu suçlar kime güvenerek ve nasıl işlenmiş. Sonuçları neler olmuştur? Bu kadar gün bekledim bir işlem yapılmadı. Ne kadar kanun çıkarırsanız çıkarın uygulanmayıp keyfi icraat olursa o kanunlar hiç bir şey ifade etmez. Kanunlar fakire uygulanıp zengine es geçilmez. Sonra kanunlar bu günlük te olmaz. Kanunlar devletin beka sı için daim olmalı. Caydırıcı olmalı. Hanı nerede.

25 Ocak 2014 Cumartesi

DAYAK

Polis döver mi? Yıl 2002 Ankara Emniyet Müdürlüğü. Bazen öyle olur ki herkes döver. Dayak bazıları için ilaçtır. Poligon Amiri iken emekli olmak için dilekçemi verdim. 40 yıla yakın hizmetim vardı. Bazı formaliteler için Bahçeli Mahallesin de ki şimdiki SGK o zaman ki Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne gittim. Belgeleri görevli memura teslim ettim. Bana öğleden sonra gelmemi söyledi.

O zamanlar bilgisayarlar yeni yeni kullanılmağa başlanmış çok yavaş işliyorlar ve bazı aksaklıklar oluyordu. Ne ise öğleden sonra gittiğimde aynı memur işimin olmadığını, yarın gelmemi söyledi. Ertesi gün de saat 10.00 sıralarında gittim. Bir saat kadar kendisi bilgisayar ile meşgul olurken beni beklettikten sonra, ben sorunca, yine işimin olmadığını hafta başında gelmemi söyledi. Hiç başını kaldırmadan bilgisayar ile uğraşıyor arada bir de bana bir şeyler sorup, benim sorularıma da hiç yüzüme bakmadan cevaplar veriyordu. Ben de bilgisayarda o zamana kadar benim belgem ile uğraştığını sanıyordum. Alt tarafı iki satır belge bilgisayara işlenecek ve müdürlerine imzalatılacaktı. "Peki sağlık olsun" dedim ve çıkarken eğilerek önünde ki bilgisayarına yan gözle bir baktım ki bu muhterem memur, bilgisayarda 'TEDRİS' oyununu oynuyormuş. Ekranda gördüm.

Aramızda bulunan bankonun üzerinden içeri yanına atladım. Sonra müdürleri filan geldi. Benim belge imzalanmış, bilgisayara işlenmiş ve çekmecesinde duruyormuş. Bana da mahsus vermiyormuş. Üç dört gün bana git gel yaptı. Gözünüzü seviyim şimdi bu adamı döven polis veya bir başkası suçlu mudur? Bir devlet memuru vatandaşına bu numarayı yapar, işkence çektirir mi? Kanımca bunun polise bir düşmanlığı vardı ve beni de polisliği bitti bir şey yapamaz, biraz oynatayım diye düşünüyordu.

O memurun çekmecesinden çıkardılar ve belgeyi bana verdiler. Memuru da koluna kelepçe vurarak Emniyet Müdürlüğüne götürdüm. Üzerinden başkasına ait ehliyet çıktı. İşlem yapıldı Adliyeye yolladık. Şimdi düşünün dayak olmasa bu belge bana kim bilir ne zaman verilmiş olurdu. Demek ki her şeyin yerine göre faydası var. Dayağın bile. Hem ne derler: "Dayak cennetten çıkmadır." diye.

24 Ocak 2014 Cuma

TECRÜBE

Ameliyathanede hasta uzanmış, heyecanlı ve gergin bir biçimde narkozun verilmesini beklerken, ameliyat edecek genç doktor içeri gelmiş;
- Teyze, korkuyor musun?
- Evet evladım. Hemde çok korkuyorum.
- Bu kaçıncı ameliyatın senin?
- Üçüncü
-Oo, hiç korkma, benden tecrübeliymişsin, benim bu ilk olacak.

22 Ocak 2014 Çarşamba

ŞANSIMA BAK

Emekliliğimin beşinci yılı Ramazanın son pazar günü öğleden sonra Kızım Yeşim ile birlikte Carrfour alış veriş merkezine gittik. Bir şey alacağımızdan değil de maksat zaman geçirmekti. Biraz dolaştıktan sonra bir iki sebze filan aldık ve onları tarttırmak için kuyruğa girdik. Kızım kuyrukta bende tartı yerinin yanında beklerken, kafadan bir bayan geldi ve elinde ki sebzeleri sıra bekleyen beş on kişiden önce teraziye koyup tartmalarını istedi. Böyle yerlerde tecrübelerim olduğundan bana bir haksızlık yapılsa dahi sineye çeker kimseye bir şey söylemem. Bu nedenle ve birazda çingene süratli olduğundan bela hazır diye bayana ben hiç ses çıkarmadım.

Başta bekleyen ve sırası alınan adam itirazda bulundu. Orada ki kantar başında bulunan Carrfour görevlisi de ikazda bulundu ve sıraya geçmesini söyledi. Bayan da onlara karşı bir şeyler söyleyerek itirazda bulundu ve elindeki sebzelerin önce tartılması için ille diretti. Bu bayanla münakaşaya başladılar. Kadın haklı olan adamı ve görevliyi bağırarak bastırdı ve haksız çıkardı. Olup bitenleri biraz seyrettikten sonra dayanamadım ve mecburen karışıp bayana haksız olduğunu söyledim. Vay anam kadın meğer bunu benden bekliyormuş. Elleri, kolları ve ağzı ile bana etmedik hakaret bırakmadı. Yanına gençten kendisi gibi çirkin bir genç bayan daha geldi. Birden iki kadın oldular. Çok korktum. Karşımda kadınlar vardı ve onlarla muhatap olamazdım. Orada ki diğer itiraz edenler aradan çekildi ve ben bu çirkef dilli kadınlarla baş başa kaldım. Onların bana söyledikleri laflardan utanarak oradan kaçıp uzaklaşmak istedim. Bu sırada elli yaşlarında belinde kılıfı ile tabancası açıktan asılı bulunan birisi el arabasını bırakarak hızla yanımıza koştu. Bana vurmak istedi. Kadın yalnız değilmiş anladım ve erkeği de görünce, kaçmadım, geri döndüm. Bütün Cearfour elemanları oraya toplandılar. Bu sırada o sonradan gelen çingene süratli genç bayan bana saldırdı, vurmak istedi. Kızım da kuyruk sırasından ayrılarak yanıma geldi ve o da kavgaya katıldı. Hatta kızıma kavgayı onun çıkarttığını söylediler. Ben daha kendime gelmeğe uğraşırken kimdi hala bilmediğim, uzun saçlı, uzun boylu, altmış yaşlarında bir adam geldi ve görevli güvenlikçilere benim haklı olduğumu söyleyerek çekti gitti. O adam kimdi, hızır mıydı? Hala bilmiyorum. Zaten güvenlikçiler ondan sonra biraz hafiften aldılar ve Karakolda da lehime şahitlik ettiler. O ilk sırada olup ta kadın tarafından sırası alınan adam kayıp oldu, bir daha hiç göremedim. Cearfourun içinde savaş başladı. Onlar altı kişi. Biz iki kişi.

Sol tarafıma baktığım zaman bir gencin bana havadan uçar tekme ile geldiğini gördüm. Bu da geç kalmış yetişmek için havadan geliyordu. Yerimden kaymak suretiyle bu tekmeden kurtuldum. Onlara bir şey diyen yok hepsi bize çullandılar. Kızımla ben korumalardan bir kaçını yere yıktık ve "geleni vururum" dedim. Biz ortada bütün millet bizim çevremizde öylece beklerken, bazı meraklılarda tiyatro seyreder gibi bizleri seyrediyorlardı. O ilk gelen adam çingene kadının kocası imiş ve orada ki güvenlikçilere "Ben Valiyim, alın bu adamı." dedi. Kızım da "Esas vali benim. Sen kim oluyorsun?" dedi.

Ne ise, yarım saat kadar bir mücadeleden sora ellerinden zor kurtulduk ve alacağımız şeylerden de vaz geçip eve gitmek için kaçarken Kızım bana; "Baba bu adamlardan korktuk ta mı kaçıyoruz?" diyordu. "Olsun kızım sen bela nedir bilmezsin, biz beladan kaçıyoruz." dedim ve tam dışarıda bulunan arabamıza binecekken bir sürü polisler yolumuzu kestiler. Başkomiser olduğumu görevli polislere söyledim. Polislerde adamın Çankırı Vali Yardımcısı olduğunu söylediler. Polislere arabamda silahımın yerini gösterdim ve olay sırasında yanımda olmadığını, arabamda olduğuna dair sonra şahit olmalarını söyledim. İki polis memuru benim arabama bindiler ve birlikte Batıkent Polis Karakoluna intikal ettik. Bize saldıranların hepsi orada oturmuş bizi bekliyorlardı. Benden şikayetçi olmuşlar ve kendilerine silah çektiğimi iddia etmişlerdi. Olay aslında doğruydu fakat ben polislere arabada ki ikinci silahımı gösterdiğimden polisi şahit tuttum ve bu iddialarını çürüttüm. O arada da iftar olmuştu. Daha uzatmayacağım bu adamlar kimler imiş biliyor musunuz? O çingene suratlı kadın Ankara Barosunda Avukat, genç olup ikinci çingene süratli olan avukat ile belinde silah olan o adamın kızı imiş ve bilmem bir yerde öğretmenlik yapıyormuş. İlk yanımıza gelen biraz yaşlı erkek bu kadının kocası ve Çankırı Vali Yardımcısı. Diğer şekilce biraz insana benzeyen genç Yüzbaşı o çingene kızlarının kocası yanı enişteleri. Eniştelerinin kız kardeşi de Öğretmen orada fakat o hiç karışmadı. Çocuk arabasında ki çocuğu ile uğraşıyordu. Elinde küçük çocuğu vardı. Biraz vcdanlı olduğundan bana haksızlık etmek istemedi, karakolda olayı görmediğini, olay hakkında bilgisi olmadığını söyledi. Bana vurmak için havadan uçan tekme ile gelen delikanlı da Çankırı Vali Yardımcısı ile Avukat hanımın çocukları, şimdi sıkı durun bu genç te Ankara Emniyet Müdürlüğünde Başkomiser.

Karşı beri biz onlardan, onlar bizden davacı olduk. Sonra o Başkomiser "Ben şimdi tanıdım bu arkadaşı, Poligon Amiri idi ve bizler bunun korkusundan Poligona giremiyorduk." dedi. Halbuki ben poligonda bütün meslektaşlarıma yardımcı olurdum. Bu nedenle de on beş sene kadar poligon amirliği yaptım. Karakol Amiri ılımlı davrandı, aramıza girdi ve karşı beri anlaştık. Konu Adliyeye intikal etmedi. Eve geldiğim zaman saat gece 12 ye geliyordu. Muhataplarımızı kısaca özetlersek; Avukat, Vali Yardımcısı, Öğretmen, Yüzbaşı, Öğretmen ve Başkomiser. Bizim taraf ise ben bir gariban Emekli Başkomiser ve bir de Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan Öğrenci Kızım. Bizdeki bu şansa bakın.

16 Ocak 2014 Perşembe

DİLENCİLİĞİN KURALI

Bir adam çaresiz kalınca dilenmeğe karar vermiş. Gitmiş caddenin en işlek yerinde açmış ellerini gelenden geçenden para istemiş. O günü hiç kimseden beş kuruş alamadan geçmiş. Ertesi gün etrafı bir kolaçan etmiş. Bakmış bir başka dilenci oturmuş dileniyor, her geçen adam da para atıyor. Bu da galıba burası dilenmek için uğurlu yer diye düşünmüş. O dilenciye yakın bir yere mendil serip O da kazanan dilencinin yanında dilenmeğe başlamış. Her gelen bunu boş geçiyor, O dilenciye para atıp gidiyormuş. Bu bir ekmek parası kazanamazken öbür dilenci akşamdan kazandığı paraları çuvalle götürüyormuş. Bu durum üç beş gün devam edince, kazanan dilenciye kazanamayan sormuş: "Aynı yerde duruyoruz. Sen ne yaparsan bende onu yapıyorum. Sen kazanıyorsun, bana kimse para vermiyor. Bu işin bir sırrı mı vardır? Varsa bir kuralı bana öğretirmisin. Kaç gündür bir ekmek parası kazanamadım." diyor. O da "Onu sana ben öğretemem git kıralımıza sor." diyor. Sora sora dilenciler kıralını kaldığı otelin hamamında yıkanırken buluyor. Durumu anlattıktan sonra dilencilikten bile hiç para kazanamadığını, günlerce aç olduğunu, ne yapması gerektiğini soruyor. Dilenciler kıralı "Sen dilenciliğin kurallarını bilmiyorsun. Onun için kazanamıyorsun. Dilenmenin üç tane kuralı var 1. Kim olursa olsun isteyeceksin. 2. Nerede olursa olsun isteyeceksin. 3. Ne verirlerse versinler alacaksın." demiş. Bilmem bu dilenci daha sonraları kazanabilmiş mi? Fıkranın sonunu burada yazamam, biraz müstehcen. Fakat okadarını söyleyim. Yine bu talihsiz dilenci hamam da da kazanamıyor. Kayıp ediyor. Bazı insanlar vardır ne yaparlarsa yapsınlar, kayıp etmeğe mahkümdurlar.

15 Ocak 2014 Çarşamba

HERŞEYİN SONU 'HİÇ'

Bu dünyada her şeyin bir sonu vardır. Hiç bir şey sonsuz değildir. Hiç ayrılmayacağız diyenlerin gün gelir ayrılacakları, hatta düşman olacakları aşıkardır. Onun için insan temkinli davranmalı. Hani ilk başlardan bir fıkra anlatmıştım 'HİÇ' aynen şöyleydi:

Nasrettin Hocaya bir adam sormuş: "Sen kimsin?"

Hoca "Ben hiç kimseyim" demiş.

Adam kabara kabara " Ben Mutasarruf'um" demiş.

Hoca sormuş: "Sonra ne olacaksın?"

- Vali olurum.

Hoca devam etmiş: "Daha sonra?"

- Vezir

- Daha sonra?

- Herhalde sadrazam olabilirim.

- Peki ondan sonra?

Artık makam kalmadığını gören Mutasarruf

- Ondan sonra makam yok ki HİÇ demiş

Hoca kendisine:

"Daha ne kabarıyorsun be adam, ben şimdi, senin yıllar sonra geleceğin

makamdayım. 'HİÇİM işte'" demiş.

Şimdi senin güç elinde iken karşında kine kötülük yaparsan, bir gün güç onun da eline geçer

ve o da sana kötülük yapar. Bir hareketten önce herşeyi etraflıca ince düşünmek lazım.

Dünya sürprizlerle doludur. Ve insan gelip geçicidir. Sultan Süleyman'a bile kalmadı bu

dünya. Önce 'Hiç' sonra 'Yokolup' gittiler. Ne Firavunlar vardı, dünya onlara da kalmadı.

14 Ocak 2014 Salı

MIM

Karadenizli bir kaç arkadaş vapuru kaçırdıkları için bilet aldıkları acente ile görüşürler.
-Biz vapuru kaçirduk, başka vapur kaçta var?
-Kaç kisisiniz?
-Yediyuz. Görevli bu kalabalık yolcuları kaçırmak istemez ve hemen özel bir gemi çağırır. Gemi gelir. Yedi tane Karadenizli otururlar.
Görevli sorar:
-Hani yedi yüz kişiydiniz?
-Doğrudur, işte bir, içi, uç, dort,peş, alti, yedi. Toplam yediyuz daa.
Acenta sahibi çok kızar Karadenizliyi döver ve:
-Eğer, bir daha "ı" yerine "u" dersen, canına okurum senin. der.
Aynı Karadenizli daha sonra bir bakkala gider.
-Bana bir mım verir misin? der
Bakkal anlamaz tabii. Karadenizli eli ile gösterir:
Bakkal:
-Yooo, o 'mım' değil, onun adı 'mum' dur. der.
Karadenizli de:
-Olsun, bende biliirumda 'mım' demek, dayak yemekten daha eyidir daa. der.

13 Ocak 2014 Pazartesi

SÜRPRİZ

Temel ile Dursun sinemaya gitmişler. Filmi seyrederken içinde birde at yarışı varmış. Temel demiş ki "Tursun pen 1. at kazanacak deirum. Sen ne deirsen?" Dursun da "Pen 2. at kazanacak deirum." demiş. İkisi 100,00tl ye bahse girmişler. 1. at kazanmış, Temel Dursun'dan 100,00tl almış. Üç gün geçtikten sonra Temel Dursun'u kahvede bulmuş. "Ya Tursun pen o filimi ikinci defa seyrettiğim için 1. atın kazanacağını zaten biliyordum. Vicdan azabı çekiyorum. Al şu 100,00tl paranı geri" demiş. Dursun da anlatmış "Pen de o filimi ikinci defa seyrediyordum." Temel "Öyleyse niçin 2. at kazanur dedun?" Dursun "Pen sürpriz oynadum daaa." demiş.

10 Ocak 2014 Cuma

SAKATLUK

Temel yanına misafir gelen arkadaşlarını İstanbulda gezdirirken pavyona da gitmişler. Erken saatler olduğundan başka müşteri yokmuş. Sekiz garson ayakta durmuşlar kendi aralarında iş bölümü yapıyorlarmış. Bunları gören şef garson
"Hemşerim daha açılmadı. Bir saat sonra açılacak. O zaman gelin" demiş. Bunu söyleyen şef garsondan Temel fena gıcık kapmış.
-Haydeun uşaklar cidelum. Ha orda birusune kafam çok bozulayı. Bir sakatluk çıkacak demiş.
Dursun sormuş
-Ola hangisine kafan bozulayı?
-Hao ayakta durayı ya.
-Ola ayakta sekiz kişi durayı, senun kafan hangisine bozulayı?
-Ola uzun boylu olan varya.
-Ola hepusi uzun boyludurlar da.
-Ola siyah takım elbise giymiş ya.
-Ola hepusi siyah takım elbise giymiş da.
-Ola o papiyon takmış ya.
-Ola Temel ne tersun hepusi da papiyon takayı da.
Temel bir türlü kafasını bozan garsonu tanıtamayınca, tabancasını çıkarıp yedi kurşun atıyor. Yedi garsonu yere seriyor. Ve Dursuna dönüp;
-Ola hao ayakta turan varya, Ona kafam çok bozlayı. Bir sakatluk çıkmadan gidelum ha burdan da. diyor.

9 Ocak 2014 Perşembe

TERCÜMAN

Amerika da bir mafiya babası tetikçilik ve tahsilat işleri için sağır ve dilsiz bir adam bulmuş. Böyle adam mafiya babasının işine çok yaramış. Çünkü polise yakalanırsa konuşmaz bu durumda baba nın yararına olurmuş. Bir kaç ay işler düzgün gittikten sonra artık toplanan haraçların bir kısmının mafiya babasına verilmediği anlaşılmış. Baba bu sağır dilsiz tetikçisini çağırmış. Sorduklarına doğru dürürst cevap alamayınca birde tercüman çağırtmış. Yanı işaret tercümanlığı yapan birisini. Tercüman sağıra paraları sorar. Sağır; "Ne parası benim paralardan haberim yok." der. Baba koltuk altından 45 lık Koltunu çıkarıp tetikçinin kafasına dayar ve sor bir daha" der. Tetikçi "Sentral Parkta Ceviz ağacının kovuğunda 100 bin dolar saklamışım." der, korkarak. Tercüman Mafiya babasına tercüme eder: "Para mara yok. Ayrıca o tetiği çekmeğe de yürek ister. Senin kıçın yemez." diyor. Der.

8 Ocak 2014 Çarşamba

AT NASIL ÇALINIR?

Adam at hırsızını ahırında suç üstü yakalar. 

Yakaladığı hırsıza "At nasıl çalınır? Bana öğretirmisin? Eğer öğretirsen seni polise teslim etmem, serbest bırakırım." der. 

Adamın niyeti hırsızlığın nasıl yapıldığını öğrenmek ki, bir daha ki sefere önlem alacak güya. 

Hırsız kabul eder. 

 Adamın gözü önünde önce kırdığı ahır kapısından içeri girer. Atın yularını çözer. 

Gemini ve eğerini vurur, üstüne atlayıp dört nala oradan uzaklaşırken;

- Öğrendin mi şimdi? At işte böyle çalınır. diye bağırır.

7 Ocak 2014 Salı

PARMAK İZİ

Parmak izi; öyle bir şey ki hiç itiraz edemeyeceğin bir delildir. Bir insanın parmak izine benzeri bir parmak izi, ancak bir buçuk miliyon yıl sonra başka bir insanda olabilir. İnsanoğlu herhangi bir pürüzsüz satıha elini sürdüğü zaman her nasıl olursa olsun görünmeyen ancak sonra iyotlandığı zaman maydana çıkan parmak izleri bırakır. Parmak izleri virbel ve lasso diye önce ikiye, sonra bunlarda kendi aralarında bir kaç sınıfa ayrılırlar. Bu da tasnif olayını kolaylaştırır. Bir olay yerinde şüpheli bir iz çıkmış ise, bu iz tasnife sokularak saklanır. Alınan parmak izleri veya mevcut parmak izleri ile karşılaştırılır. On iki karakter tutarsa o şüpheli iz o şahsa ait olur. En güvenli kimlik tesbiti parmak izi ile olur. Meşhur Amerikalı Gangster Barnaby Jones vaktiyle parmak izlerini yok etmek için bir çok usuller denemiş, girişimlerde bulunmuş fakat başarılı olamamıştır. Mesela; Ellerinde kemiklere kadar bütün etlerini aldırmış. Yerine gelen yeni etlerde ki parmak izi hiç değişmemiş, eskisinin aynısı olmuş. Hatta ellerini karın boşluğuna yapıştırtarak iki yıl bitişik yaşadıktan sonra, ameliyatla ellerini ayırtmış ve yine de parmak izlerini değiştirememiş.

6 Ocak 2014 Pazartesi

MA-FİYA

Mafiya : Benim kızım. İtalyanca Ma: Benim, Fiya: Kızım. Demek ki Mafiya nın esas maanası 'benim kızım' demektir. 'Peki nerden çıktı şimdi bu' diyeceksiniz. Sizlere MAFİYA veya MAFYA kelimesinin anlamını anlattım. Çok eski zamanlarda İtalya da Sicilya ve Korsika adalarında kızlar tarlaya çalışmağa giderlerken veya tarlalarda çalışırlarken tanımadıkları erkekler tarafından zorla kaçırırlarmış. Kaçırılan kızlarda bir daha bulunmazlarmış. Bazen de kaçırırlarken kavgalar olur insanlar ölürmüş. İşte kızlarının kaçırıldığını duyan veya gören anneler bağırırlarmış: "Ma Fiya, Ma Fiya = Benim Kızım, Benim Kızım" Daha sonraları da bu isim karanlık işler ve kanunsuzluklar yapanlara isim olarak kalmış: "Mafya" 

4 Ocak 2014 Cumartesi

VERESİYE

Karadenizli Erzurumun Olur Kasabasına yerleşmiş ve orada bakkalcılık yapar geçinir gidermiş. Ahalı çok sinirli olduğunu kısa zamanda anlamış ve durmadan kızdırırlarmış. Karadenizli de durmadan basarmış kalayı. Eşi benzeri duyulmamış küfürler eder, rahatlarmış. Takılanları da rahatlatırmış. Herkes bu duruma alışmış hususi gelir takılırlarmış. Kasabada bazı esnaf ile ceza hakimi anlaşmışlar ve hakim yalancıktan Karadenizliye bir ceza vermiş. Şimden sonra Karadenizli her kime söverse, o adama 'bir sarı lıra' altın ödeyecek. Karadenizli ağzına fermuar çekmiş. Ne oyunlar yapmışlarsa hiç kimseye cevap vermemiş. Kasabanın esnafı da 'nasıl küfür ettirebiliriz' diye iyice inatlaşmışlar. Bir sabah Karadenizli bakkalını açarken kurdukları tuzağa düşmüş ve ayaklarından ip ile tavana asılı kalmış. Komşuları hemen yere indirmişler fakat bu da ağzında ki fermuarı açmış. Hepsine sıradan söverken bir bakmış ki o cezayı veren hakim de yaya dairesine gidiyor, denk gelmiş. Hakim görürken çıkarmış o sövdüğü adamlara sarı liraları tek tek vermiş. Ve sonra gelmiş hakimin önüne dikilmiş:
"Hakim Bey senin de bilmem nerene. Al şu sarı lirayı. Zabıt katibininde bilmem neresine. Al şu lirayı da Ona ver. Ceplerini yoklamış, bakmış ki sarı liraları bitmiş. "Vallahi daha altınım kalmadı Hakim Bey. Onlar da veresiye kabul etsinler, Kaymakam ile Savcının da bilmem nerelerine" diye alayına basmış küfürü.

3 Ocak 2014 Cuma

şiir AĞLAR MISIN ?


İnan ki gönül bahçemde,  güller gibi durursun,
Ben bakarken gül de geç, yarım sen ne olursun,
Sevdamı söyleyemem, bilmem sen anlar mısın,
Gitsem gurbette kalsam, peşimden ağlar mısın?
                                                  Recep Ali Öztürk

2 Ocak 2014 Perşembe

UÇAK

Erzurum Hava Limanından uçak kalkacakmış. Hostes uçakta uyulması gerekli olan kuralları, tatbiki olarak anlattıktan sonra, kemerlerin takılmasını da göstermiş ve. "Şimdi lütfen kemerlerinizi anlattığım şekilde takınız. Uçak havalanacaktır" diye anons etmiş. Hiç kimse kemerlerini takmamış. Aynı anons iki üç defa tekrarlanmasına rağmen hiç bir dadaş kemer takmamış. Hostes durumu Pilota anlatmış. Pilot mikrofonu eline almış ve "Hele Dadaşlar kemerlerinizi takına havalanah." demiş. Hepsi bir elden şak diye kemerleri takmışlar. Hostes ortalarda oturan bir beyefendiye sormuş: Ben anons edince kemerleri takmadınızda kaptan anons edince neden taktınız? Dadaş cevap vermiş. "Biz Erzurum lular asla ganayahlı lafıyla iş yapmayız." (Ganayahlı: Kadın)