SAYFALAR

3 Aralık 2014 Çarşamba

EMİR BÖYLE

1978 yılından sonra bir ara Türkiye de çok büyük olaylar oldu. Esnaf bölündü, çiftçi bölündü, köylü bölündü, kasaba ve şehirler bölündü, asker bölündü, polis bölündü, öğretmenler bölündü, talebeler, köyler, mahalleler bölündü. Hastaneler bölündü. Bütün bunlar kendiliğinden bölünmedi. Böldüler. 'Kurtarılmış bölgeler' oldu. Niçin oldu? 'SOLCULAR-SAĞCILAR' iki düşman gurup yaratıldı. Bazen insanın içinden geçiyor ‘Ey Allahım, nedir bu Türk Milletinin çektiği?’ Ama yine de şükürler olsun tamamen Arap Ülkeleri gibi olmadık. Allahın inayetiyle hepsini ufak tefek kazalarla atlattık.

O dönemde Adana da görevim esnasında yaşadığım bir olayı anlatacağım, ülkenin ne hale geldiğini daha iyi anlayın diye:

Adana Ziyapaşa Mahallesinden 1,5 metre derinlikte ve 10-15 metre kadar genişlikte Seyhan Barajı sulama kanalı akar geçer, Mersin’e hatta daha ilerisine kadar gider. İnsanların karşıya geçebilmeleri için bu kanal üzerinde birkaç yaya köprüler, üç tane de uzun aralıklarla araba geçebileceği köprüler vardır. Bir olay olduğu zaman karşı tarafı görünür fakat olaya müdahale etmek için mutlaka köprüden geçilmesi gerekir.

Kanalın hemen karşısında, yaya ve araba geçişli yerin orta yerinde orta okul ve liselere öğretmen yetiştiren güya kültür yuvası Eğitim Enstitüleri vardı. Hatta Adıyaman lı arkadaşım Mustafa bu okulu bitirmiş, bir yıldız takmış, Komiser Muavini olmuştu. Okul Dekanı da hemşerisi mi neydi, ha bire beni çağırıp duruyordu. İşte ne imiş; "Ben çok çalışkan imişim de yanlarına gidersem ben de bir yıldız takıp Komiser Yardımcısı olurmuşum. "Ben hak edersem olurum, yoksa istemem." dedim.

Bu okula önce sağ görüşlüler hakimdi. Yanı Ülkücüler. Kendi usullerine göre kişileri tespit ederler ve şahıs karşı görüşlüyse okula almazlardı. Daha sonra bu eğitim kurumları sol gurupların eline geçmiş ve bu yerlerde gücünü göstermek için zaman zaman içeri hiç kimse alınmıyor, öğrenci olayları çıkartılıyor, polislere de saldırıyorlardı. Tabi okulda az sayıda da yine Ülkücü öğrenciler de mevcuttu. Fakat onlar okula pek devam etmiyorlardı. Güvenlik için her daim okulun önünde 50-60 kişilik bir Binbaşı komutasında ki Askeri kuvvet beklerdi. Öğrencileri de toplu halde okula polisler götürüp getirirlerdi. Ayrıca okulda bekleyen bir polis ekibi de vardı. Bizler sivil olduğumuz için pek fazla ihtiyaç olunca bu olaylara gönderilirdik. Cinayet konusu olduğu zaman tabi ilk görev bizimdi, biz giderdik. Öbür zaman gitmezdik. Çünkü biz Cinayet Masasının polisleriydik.

O zaman ki tespitlerimize göre olayları organize edecek ve çıkartacak profesyonel kişiler özel olarak getirtilmişti. Kim getirttiği tam olarak bilinmiyordu fakat Belediye ile Üniversite arasında olduğu biliniyordu. Hatırladığım kadarıyla elebaşlarından birinin kod adı Malatya’lı 'Cam göz Hüseyin' di. Cam göz Hüseyin olayların organize edilmesi için Ankara dan özel getirtilmşti.

Bir gün okulun içinden Kaleşinkof ve tabancalarla ateş açıldığı şeklinde anons geldi ve Haber Merkezi bizleri bu yere sevk etti. Bizim güvenliğimiz içinde bir Asayiş Ekibi yolladı. Zaten bir de orada bekleyen polis ekibi vardı. Biz üç kişilik cinayet ekibi olarak arabamızı zarar görmemesi için karşı tarafta kanalın karşısında bırakarak köprüden yaya geçip olay yerine gittik. İki de resmi elbiseli ekip altı polis memuru olmak üzere toplam dokuz Polis Memuru olaya müdahale edecektik. Yanı önce biz normal bir olay olduğunu sandık. Okula vardığımız zaman Kaleşinkof Makineli tüfeklerin seri atışları ile karşılaştık. Kimse görünmüyor içerden seri ateş sesleri geliyordu. Bizler de Kırıkkale ve 38 kalibre yakın mesafe silahları vardı. Hepimiz bir köşeye sıkıştık. Kurşunlar vızır vızır üstümüzden geçiyordu. Sonra anladık ki ilk hedef polislerdi. Okul kapısında her zaman geceli gündüzlü bekleyen ve kendilerine kurtarıcı gözüyle bakılan bir yüzbaşı komutasında ki o askeri birlik nedense o gün yoktu.

Çatışma sürerken, ortalarında kanalın karşı tarafına baktığım zaman bir askeri birliğin okula yanı bizden tarafa doğru yaya olarak köprünün başına kadar geldiklerini ve yürümeğe devam ettiklerini gördüm. Hatta 'rap rap' diye ayak sesleri bile duyuluyordu. Komutanları da “Tüfek çıkar. Çapraz tutuş” filan diye ha bire emirler yağdırıyor, onlar da duyuluyordu. Yine de Allah razı olsun, asker geldiğini görünce hepimiz cesaretlendik ve çatışmaya devam ettik. Okula girdik, her tarafı aradık fakat kimseyi o an için yakalayamadık. Özel olarak getirilen ve olayları çıkartanlar silahları ile birlikte kaçmış veya güvenli yerlerinde saklanmışlar, geriye günahsızlar kalmıştı. İçeri girerek duruma hakim olmamız esnasında iki saatten fazla zaman geçmişti. Aklıma o köprünün ayağından bize doğru gelen askerler geldi, geri dönüp o askeri birliğe baktım ki o bize yardıma gelen askerler, köprünün karşı taraf başından, yanı o eski gördüğüm yerden 'rap rap' diye hala daha bize doğru geliyorlardı. Şaştım kaldım. Olur muydu böyle bir şey?

Ben koşarak köprüyü geçtim, yanlarına gittim ve gördüm ki askerler yürümüyor yerlerinde sayıyorlar.

Daha önceden de tanıştığımız ve nazım geçen Yüzbaşının yakasından tuttum ve hakaret ederek "Niçin olaya müdahale etmediniz? Bizi öldürüyorlardı görmediniz mi?" diye bağırdım. "Bize 'yerinde say' emri verildi kardeşim. Ne yapsam?" dedi. Şimdi düşünelim; her zaman okulun önünde bekleyen askeri birlik oradan niçin uzaklaştırılmış? Kim uzaklaştırmış? Olay başlayınca Komutanlarına yerinde saydır emri verilmiş. Komutan da olayları görüyor fakat verilen emirden dolayı müdahale edemiyor. Peki bu emri kim vermiş? Tespiti hiç te zor değildir. Hem unutmayalım ki Atatürk’e de başka emir verilmişti fakat o ülkenin kurtulması için emri hiçe sayıp nasıl müdahale etti?

Evet asker ve polis emir ile hareket ederler, fakat bazen de başlarında ki komutan veya amir sorumsuz davranır. Orada olan olaya ‘müdahale etme’ diye hiçbir zaman emir verilemez. Böyle bir emir olmaz. O gün onlar tüfekler omuzlarında yerinde sayarak karşıdan seyretti, dokuz polis memuru iki saati aşkın çatıştık. Bir polis öldü, üç polis te yaralandı. Kısacası bilerek bizi kurban veriyorlardı. Hiç bir terörist öldürülemedi, yaralanamadı, yakalanmadı, hepsi kaçtılar. Az kalsın askeri birliğin on beş metre ilerisinde Adana’nın göbeğinde hepimizi öldüreceklerdi. Çünkü askerler öyle emir almışlar. Kim vermiş bu emri kardeşim? Bunların sorgulanması lazım.

Sonra o devirlerde hep polisler suçlandı. Hala daha o devirde ki teröristler kahraman gibi gösteriliyor. Sokakta çocuğu ile yürürken öldürülen veya Mardin de görev yaparken Fatsa ya tayını çıkıp ta daha göreve başlamadan öldürülen polislerin hakkını niçin kimse savunmuyor? Bizlerin bu günlere kadar sağ kalması tamamen tesadüftür. O günahsız ölen polisler bu memleketin evlatları değil miydiler? İnsanlık nedir? Vatan sevmek nedir? Bu Vatanı sevmek sağcılık veya solculuk değildir. Bu vatanı sevmek hangi taraf olursa olsun doğruyu görüp te onu savunmak, onu yapmaktır. Solcu solcuların yaptığı tüm yanlışları görür ve kabul etmezse; sağcı, sağcıların yaptıkları tüm yanlışları görür ve itiraz ederse işte o zaman işler zaten kökünden hallolmuş ülke kurtulmuş olur.

Bunları yazmamın sebebi, gelecek geçmişin tekerrürüdür. Aslında daha çok şeyler yazacağım da hem sağcı, hem solcu çok eski arkadaşlarım var, onlardan sebep yazamıyorum. Ama yine de uyarmam lazım çünkü beş veya on sene sonra düşmanlarımız tarafından tekrar aynı oyunlar sahneye konulacak. Gençlerimiz kandırılmağa çalışılacak. İşte o zaman Türk gençleri bu yazdıklarımı hatırlasın ve varsa örgütlerinin istedikleri gibi değil, bir Türk gencine yakışacak veya Atalarına layık olacak şekilde davransınlar diye yazıyorum.

Geçmiş tarihlerde oynanan oyunları öğrensinler ve gelecekte aynı oyunlara kapılmasınlar diye yazıyorum. Çünkü daha önce oynanan oyunları ve Osmanlının yıkılış nedenlerini tam olarak bize kimse anlatmadı ve bizler tekrar aynı oyunlarla kandırıldık. Onlar kandırılmasınlar. Bizden sonrakiler eğer bilirlerse kanmazlar. Her şey kalbinize göre olsun. Saygılar sunarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder