SAYFALAR

19 Nisan 2020 Pazar

MORGDA CANLANDI

Eskiden Emniyette gece bekçileri vardı. 1970 li yıllarda hep gece çalışırlardı. Akşam saat sekizde görev alırlar, sabah saat sekize kadar görev yaparlardı. Her Bölge Karakol Amirliklerinde otuz-kırk bekçi olurdu. Bunlar belli sokaklarda resmi elbiseleriyle ikişer kişi gider gelirler, arada da düdük çalmak suretiyle orada olduklarını bütün o sokakta oturanlara bildirirlerdi. Sokak sakinleri de huzur içinde rahat uyurlar çoluk çocuk ta gördükleri zaman "Bekçi Baba, Bekçi Baba" diye takılırlardı.

Devriye çıkan polislerde düdük çalarak o bekçileri bulur, ya çağırır yahut ta yanlarına gider ceplerinde ki bekçi defterini tarih ve saat yazmak suretiyle imzalarlardı. Ertesi sabah Karakola geldikleri zaman defterleri teslim ederler. Akşamdan göreve çıkarlarken tekrar alırlardı. Bu daha iler ki günlerde her hangi bir şikayet konusunda, o bekçiler için o sokakta bulunduklarının ispatıydı. Hemen deftere bakılırdı. Bazen de uygulamalar esnasında komik bazı olaylar da meydana gelebiliyordu. Bir bekçi Adana da görevden gelip, soyunup yattığı zaman, yeni evlendiği hanımı kendinden habersiz, resmi elbiselerini giymiş, gitmiş, Yüreğir Mahallesinde sokakta bekçi elbiseleriyle trafik polisliği yaparken yakalanmış, o zaman yılın mevzusu olmuştu.

Gece Bekçileri 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı ve 2559 Sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunlarına göre düzenlenir ve görev yaparlar. Tamamen polise bağlı, polisin emrinde çalışırlardı. Sadece resmi üniforma rengi ile polislerden ayrılırlardı. Zamanla motorize polis teşkilatı arttıkça ve poliste araç gereçler çoğaldıkça gece bekçilerinin sokaklarda yaya görev yapmaları da kaldırıldı. Uzun süre kadroya bekçi hiç alınmadı. Kadrolarda bulunan gece bekçileri şoför, bürolarda temizlik gibi işlerde kullanılmağa başlandılar. Bir çokları da kadro ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurslara gönderilerek Valilik Makamının onayından sonra İkmal Şube Müdürlüğüne bağlı olarak İş Ocakları adı altında; otomobil tamirciliği, tesisatçılık, elektrikçilik, demircilik, berberlik, terzilik, boyacılık, ayakkabı tamirciliği, mutfakta aşçılık gibi hizmetlerde çalıştırılmağa başlandılar ve Emniyet Teşkilatının ihtiyaçlarını karşıladılar. Birimlerde bir ihtiyaç olduğu zaman İkmal Şube Müdürlüğüne bildirilir, bu görevliler gelirler arızayı faal duruma getirirlerdi. Ayrıca herhangi bir teşkilat mensubu evini boyatacağı veya demircilik veya tamirat gibi bir işleri olduğu zaman bu ustaları izinli günlerinde tutar çalıştırırlar ve piyasaya göre çok daha ucuza işlerini hallederdi. 

Boyacı olan bir arkadaşımız vardı, Çorumlu. İsmini hiç kimse bilmezdi. Herkes evde ki hanımı çocukları bile ona ‘KANTAR’ derlerdi. Benim evimi de bir iki defa o boyatmıştı ve ondan da biraz içli dışlıydık Kantar ile. Onunla her konuşan zaten samimi olmaktan baka bir şansı yoktu. Çünkü kimseye bir kötülük düşünmez, elinden geldikçe iyilik yapar, hiç hilesiz hurdasız bir adamdı. Düşünün ihtiyaçları olan kişilerden bazıları ona giderler, ondan borç para isterlerdi. O hiç kimseden kendi alacaklarını bile istemez, kendinden isteyenleri de hiç boş geri çevirmez, cebinde sakladığı mark ve dolarları bozdurur o isteyene Türk Parası olarak verirdi. Hatta altın bozdurup başkasına borç verirdi. Yaptığı işin nasıl olduğunu kendisine sorduğun zaman “Ballı ekmek gibi oldu.” Derdi. 

Bir gün kendisine sordum; “Sana hep Kantar diyorlar. Senin esas adın yok mu, nedir?” diye “İyi ki sordun ağabey. Nerdeyse ben de adımı unutacaktım.” Dedi ve Ali olduğunu söyledi. Ama onu ‘Ali’ diye kimse tanımaz herkes ‘Kantar’ olarak bilirdi. Peki Kantar ismini niçin ve kimler takmışlar? Hikayesi şöyle; Bizim bu Ali gece bekçisi olduktan sonra bir Anadol Kamyonet alır. İlk zamanlar gece sokaklarda çalışıyor ya, ne yapsın işte fakirliğin gözü kör olsun. Gündüz de az uyuyup kabzımal dan günlük bir şeyler sebze filan alıp mahallelerde satıyor. Satıyor fakat terazisi yok ta, müşteri gelip “Bana iki kilo patates ver.” Dediği zaman, bu patatesleri poşete doldurup elinde bir iki tartıyor ve “Al sana, iki kilo iki yüz gram patates.” Diye veriyor. Eğer karpuz satıyorsa adam karpuz isteyince, terazi yine yok ya eliyle tartıyor ve “Al sana beş kilo üç yüz gram karpuz." deyip veriyor. Bu sattığı malları terazi ile tartmayınca müşterilerle aralarında bazı tartışmalar oluyor. "Git sen tarttır ondan sonra parasını ver." diyor. Adam bakkala götürüp tartıyorlar. Sonraları alan adam aldığı malı ondan habersiz getirip başka yerde tarttırıyor. Hakikaten dediği gramı gramına doğru olduğunu anlıyorlar. Ondan sonra kimse itiraz etmiyor, bunu tanıyanlar devamlı Ali den alış veriş yapıyorlar ve ismi de KANTAR olarak kalıyor. Esas ismi unutuluyor. Her ne olursa olsun eline tuttuğu her şeyin ağırlığını elektronik sayaç gibi söylüyor. Hiç yanılmıyor.

Kantar o kadar bir enteresan adam ki bütün enteresanlıklar da gelip onu buluyor. O bir gün Emniyet Müdürlüğünde çalışırken kendiliğinden burnu kanamağa başlıyor. Müdüriyette ki hekimler uğraşıyor fakat kanı durduramıyorlar. Kantar’ı acil olarak hemen Numune Hastanesine kaldırıyorlar. Hastanede de ne yapsalar kanama durmuyor. Hatta burun deliklerini dağlama yapıyorlar. Yok kanama durmuyor. Bekçi Kantar Yoğun Bakımda bir iki gün yattıktan sonra bir gün öğleden sonra hakkın rahmetine kavuşuyor. Bekçi Kantar ölüyor. Ailesine haber veriliyor. Çorum dan bütün akrabaları ve kardeşleri geliyorlar. Belediye tarafından bütün def’in işlemleri filan yapılıyor. Bekçi Kantar morgdan alınıp Karşıyaka mezarlığında kazılan mezarına defnedilecek. Akrabaları ertesi gün Hastaneye müracaat ediyorlar ve cenazeyi almak için hep birlikte morga gidiyorlar. Morg görevlisi morgun dolabını çekip açıyor. Biraz sonra bizim Kantar olduğu yerden başını kaldırıp oturuyor ve akrabalarına soruyor “Ben neredeyim? Sizler hepiniz niçin buradasınız?” diye. Akrabaları da “Kantar sen öldün de şimdi morgdayız. Seni alıp Karşıyaka da mezarın hazır gömeceğiz.” Diyorlar. Morg görevlisi ömründe hiç öyle bir şey görmemiş ya düşüp bayılıyor. Bekçi Kantar oradan ayakları ile çıkıyor. Hastanede ki formaliteleri beklemeden akrabaları ile birbirlerine sarıldıktan sonra ilk önce lokantaya gidip Kantar’ın karnını doyuruyorlar. O morgda yatarken çok acıkmış. Burun kanaması da durmuş. Daha Karşıyaka ya da hiç gitmiyorlar. 

Şimdi yaşıyor mu bilmem de. Ben emekli olduktan sonra hiç görüşmedim. Bu olaydan dört yıl kadar sonra benim evimi boyamıştı. İş bittikten sonra balkonda yemek yerken parasını veriyordum; “Ağabey sen yeni araba almışsın. Şimdi kesin borcun vardır. Senden para almıyorum.” Demişti. O zaman kendisine sordum. “Sen ölüp te morg da yatarken seni sorguya çektiler mi? Yanına Melekler filan geldiler mi? Veya her hangi bir şey gördün mü?” diye. “Yok ağabey ben hiçbir şeyin farkında değilim. Sadece, uyandığım zaman yakınlarımı yanımda görünce çok şaşırmış ve çok korkmuştum.” Dedi.      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder