SAYFALAR

24 Ekim 2011 Pazartesi

YOKUŞ AŞAĞI

1974 yılında Elazığ dan Adana'ya kamyonla pamuk işçisi getiren Elazığlı şoför Ali Şeker'in kullandığı kamyonunun freni patlar ve yolda kaza yapar. 

Üç kişi ölür. Sekiz dokuz kişi de yaralı var. Davaya bakan Adana 2. Ağır Ceza Mahkemesi davayı başlattı ve olayda bilgisi olanların ifadelerini alıyor. Mahkeme salonu izleyici ve olay mağdurlarının yakınlarıyla tıklım tıklım doluydu.


Biz Adana Cinayet Masasından Polis Memurları Yovrum Ahmet, Hırsız Ahmet ile çıkması muhtemel olayları önlemek için Adana Adliyesinde bu davanın görüldüğü mahkeme salonunda diğer izleyicilerin aralarında bulunuyoruz.

Olay esnasında kamyonda bulunan ve saf olduğu anlaşılan bir Elazığlı Nazım  isimli şahıs ifade verecek. Hakim kimlik tespitini yaptıktan sonra bu tanığa sordu: "Ali Şeker arabasıyla sizleri Adana ya getirirken yolda kaza yapmış ve adamlar ölmüş, bir kaç tane de yaralanmış. Bu sırasında sende kamyonda bulunuyor muşsun ve olaya şahit olmuş sun. Önce doğru söyleyeceğine namusun şerefin üzerine yemin eder misin?" dedi.

İfade verecek olan şahit Nazım da hakime sordu "Efendim, Ali Şeker'in bana öğrettiği gibi diyeceğime mi, yoksa olayın doğrusunu olduğu gibi anlatacağıma mı yemin edeyim?" dedi.

Hakim kızdı ve bağırdı "Ali Şeker de kim oluyor? S
en olayın doğrusunu anlatsana. Nasıl oldu da Ali Şeker kaza yaptı?" dedi.

Şahit Nazım hakim bağırınca temelli şaşırttı ve başladı olayı anlatmağa;

"Bizim Ali Şeker'in arabası yokuş yukarı ğır, ğır, ğır yorgun eşşek gibi; ananı avyadını...s...  hakim bey yokuş aşağı fişşek gibi gidiir. Ananı avyadını...s..  hakim bey, bizi uçurumdan aşağı un çuvalları gibi attı. hakim bey."

Herkes ne olduğunu anlayana kadar Nazım hızlı hızlı bir çırpıda olayı bu şekilde bir iki defa olayı anlattı. Yanı anlayacağınız hakimi iyi bir kalayladı. 

Önce bir an sessizlik oldu koca salonda. Sanki hiç kimse yok. Sonra savcı uyandı ve sessizliği bozdu "Anlat, anlat, bir daha anlat ! Olay nasıl oldu? Bir daha anlat Aslanım." dedi. Nazım aynı şekilde söverek olayı bir daha anlattı. Savcı ve hakim de dahil olmak üzere tüm salondakiler yüksek sesle gülmeğe başladılar. 

Savcı güldüğünü göstermemek için dosya ile yüzünü kapatarak bu ifadeyi şahit Nazım'a defalarca tekrarlattırdı. "Anlat, anlat, nasıl oldu?" Tabi adam bilmeden Hakim Bey e kalayı basıyordu.


21 Ekim 2011 Cuma

BIÇAĞI UNUTMUŞLAR

Her ülke de polis, öğrenci ve askerlerin yaşantıları aynıdır. Ufak tefek farklılıklar olsa da Amerika da ve Afrika ülkelerinde pek az farklılıklar gösterirler. Bu farklılık ta genel de fakirlik, zenginlik ve teknolojik donanım farklılıklarıdır. Dolayısıyla da bir ülkenin polisini diğer ülkenin polislerine yakınlaştıracak bir bağ ille ki bulunur.

İsveç Büyükelçiliğinde görev yaptığım zamanlarda bir iş için Elçiliğe gelen iki İsveç Polisi ile tanıştım ve çat pat İngilizcem ile bu polislerden biri Marcus Otto ile kısa zamanda arkadaş olduk. Sık sık izinli günlerimde de buluşup sohbetler ederdik ve biz diplomatlara çok ucuza gelen viskilerden verirdim, oda bana fişek filan verir atış poligonlarına gider tabanca atışları yapardık. Ve en önemlisi kendisi de bizim Türk örf, adet ve geleneklerine tam olarak uymasa da yarı yarıya benimsemiş birisiydi.

Bir gün Marcus bana telefon açarak ‘Yarın Teşkilatımızın kuruluş yıl dönümü, kutlamalar yapılacak, izlemek için benim de bu kutlamalara katılmamı’ söyledi. Ben de arkadaşımın bu teklifini geri çeviremezdim herhalde. Stocholm de ki Emniyet Genel Müdürlüklerinde bu kutlama yerine gittim. Kapı da arkadaşım Marcus beni bekliyordu. Birlikte içeri girdik ve yan yana iki koltuğa oturduk. Yine çat pat İngilizcem ile biraz muhabbet ettikten sonra tören başladı. Çeşitli polis etkinliklerinden sonra sıra atışlara gelmişti. Polislerin atış poligonları birkaç tane çok kapsamlı ve değişik yapıdaydılar. Ben böyle bir poligonu ilk olarak görüyordum.

Bu poligonu sadece ‘MACERA’  poligonu olarak adlandırıyorlardı. Hala daha Türkiye de böyle bir poligon olduğunu sanmıyorum. Bir kaç odalardan oluşuyor. Atıcı odaların içinde ilerlerken, bastığı yerle irtibatlı olan insan silueti hedefler  atıcıdan habersiz birden uzakta yerden kalkıyor, 30 saniye havada duruyor, sonra vuramazsan durduğu yerde atıcıya dik dönüyor ve hedef olduğu yerde görünmez oluyor. Hedefi vurursan bir gürültü ile kalktığı yere tekrar yatıyor. Böyle  hareketli hedeflere atış ediyorlardı. Bu hedeflerin içinde bazen de hemşire ve doktorlar çıkıyor onlar dost hedef olarak kabul ediliyor ve onlara ateş edilmiyordu. Özel yetiştirilmiş polisleri takla atıp ateş ediyorlardı. Hepsi bir harika idiler, çok hoşuma gittiler, zevkle seyrettim ve gayri ihtiyarı ‘Ah keşke ben de bunlar gibi olsam’ diye de içimden geçirdim.

Biz böyle seyrederken vakit nasıl geçtiği pek anlaşılmıyor, ne kadar zaman sonraydı pek bilmiyorum, arada bir anons geçti sadece ismimi anladım. Meğer Genel Müdürlerine Türk Polisi burada demişler ve ne uzatalım beni de hedeflere atış yapmak için poligon içine davet etmişler. Yanımda oturan arkadaşım gülerek yerinden kalktı ve bana yol gösterirken poligon kapısına kadar refakat etti. 

Üzerime soğuk sular döküldü. Öyle hareketli hedeflere hiç ateş etmemiştim. Hem de uzun süre normal ateş bile etmemiştim. Orada mahcup olmak ölüm demekti. Hem de zaten Türk deyince pek değer vermiyorlar ‘FİFON (şeytan)’ diyorlardı. Korkup kaçmakta olmazdı. İsmim anons edilmiş, başta Emniyet Genel Müdürleri olmak üzere herkes beni merak edip bekliyorlardı. Artık kaçmak olmazdı. Baktım kurtuluş yolu yok atış poligonuna girdim. Belimde Büyükelçiliğimize ait elçilik silahı 14 lü tabanca vardı. Ben yürürken ilk hedef hemşire yerden kalktı, hemşire olduğu için atmadım. İyi birinciden kurtulduk. İkinci hedef çift tabancalı bir terörist çıktı, üç el ateş ettim fakat vuramadım. Çünkü vursam hedef geri düşecekti, düşmedi. Üçüncü hedef yine terörist, yine vuramadım. Artık onlar beni vurmuş sayılır, ben artık ölüydüm. Gerçekten de ölsem daha iyiydi.

O arada öyle dikkatlice poligon içinde gezerken elimdeki silahımı kontrol ettim ve nişan aldığım gezin sağ tarafa kaydığını gördüm. Hemen orada gezi ayarlayamazdım ve silahım her zaman sağ tarafa vururdu. Silahı belime koydum ve aynı şekilde yürümeğe devam ettim. Yerden ani olarak dördüncü hedefte kalktı. Bir bayanı rehin alan bir gangasterdi bu hedef. Sol dizimin altında, baldırımın üstünde meşin kılıfı ile asılı bulunan ve yanımdan hiç ayırmadığım Kaleşinkof Kasaturasını, sol elimle pantolon paçamı yukarı çekerek, sağ elimle hızlı bir şekilde çıkarttım ve bu hedefe doğru var gücümle fırlattım.

Silah sesi duyulmadı. Sadece benden 4-5 metre ilerde hedefin üstünde bıçağa vuran ışıkların yansıması görüldü ve hedef gürültü ile geri yere düştü. Ben daha yerimden hiç hareket etmedim. Herkes şaşırdı ve biraz sonra görevliler giderek hedefi yerde kontrol edip havaya kaldırdılar. Attığım bıçak sapına kadar eli silahlı insan silueti hedefin boğazına batmıştı. Ohh rahat bir nefes aldım. Bir ara sessizlik oldu. Sonra bir anons daha oldu. Ne dediler bilmiyorum. Benim zaten akıl başımda değil. Sonra sanki kıyamet koptu, herkes ayağa kalkmış beni alkışlıyorlardı. Kendileri teröristin boynunda ki bıçağımı çıkartmadan hedefle birlikte getirip Genel Müdürlerine verdiler.

Genel Müdürleri randevu verip iki gün sonra beni yanına çağırdı. Tercüman aracılığıyla konuştuk. Önce beni tebrik edip kasaturamı bana iade etti. "Biz özel kuvvetlerimize her şeyi öğrettik. 60 km hızla giden arabadan inerek ve binerek, atıp vurmasını öğrettik. Fakat bıçak atmağı akıl edemedik, öğretmedik. Türkiye bizden ne kadar ileri imiş ki bıçak atmağı da elemanlarına öğretmiş. Tebrik ediyorum, sizi kutluyorum. Biz de şimdi programa alıyoruz, polisimize bıçak atmasını öğreteceğiz" dedi.

Halbuki ben hiç bıçak atmamıştım. Yanı bıçak nasıl atılır bilmiyordum. Altı aylık polis eğitim kampında da hiç kimse bana bıçak atmağı öğretmemişti. Yanı Emniyet Teşkilatında öyle bir program yok. Sadece Adana da Orta Doğu Taekwondo Merkezinde Koreli bir Taekwondo hocamız vardı, Çen Kvan Kim. O hoca duvarda ki tahtaya küçük daireler çizip boş kaldığı zamanlar kendi kendine bıçak attığını ve dairelerin tam ortasına vurup bıçağı diktiğini orada görmüştüm. Çok merak salmış, orada bir kaç defa bıçak atmıştım fakat bırakın hedefe dikmeği, hedefe vuramamıştım bile. Ve o Koreli Hoca bana anlatmıştı “Bıçağı kabzasından tutup tam yukarı kaldıracaksın. Hızla aşağı doğru indirirken tam hedefin hizasına geldiği zaman, iki parmağını bıçağın kabzasından birden bırakacaksın.” Diye. Ben de aynısını yaptım. Ve bıçak tam hedefini bulmuş, bir de hedefe sapına kadar gömülmüştü.

İsveç Emniyet Genel Müdürü beni tekrar tebrik etti ve kolleksiyon için benden tüm Türk polis kokartlarımızı istedi. Bende Türkiye den getirttim ve kendisine verdim. O da bana, o zamanlar yeni çıkan küçük bir kelepçe ve bir de tabanca hediye etmişti.


17 Ekim 2011 Pazartesi

VİT YOR VAYİF

Biz millet olarak çok garip bir kafa yapısına sahibiz. Düşünsenize bizi herkes kandırıyor, başkaları ne derlerse hemen inanıyoruz. 

Fındıklı Orta Okunda iken bir Almanca Öğretmenimiz vardı Nurettin Dekelli. Bu öğretmene çocuklar kendi aralarında lakap takmışlardı; ‘TERMİK ÇOBANI’ neden bu ismi takmışlardı bilmem fakat herhalde çok uzun ceketler giydiğinden, çünkü genelde giydiği ceketler diz kapaklarına kadar inerdi. Hiç kimse Almanca öğrenmek istemezdik.

Bu hocamız biraz aksi olmasına rağmen bize Almanca öğretebilmek için canla başla uğraşır çırpınırdı. Hatırlayan var mı bilmem Almanca kitabında bir parça vardı; ‘Der Rauber’ haydut demekmiş. Bir derste bana “Oku ve tercüme et.” dedi. Ben de baştan aşağı hiç eksiksiz okudum ve tercümesini yaptım. Hiçbir yerde takılmadım. Fakat korku ve heyecandan ‘HAYDUT’ diyeceğime ‘MAYMUN’ diyebilmişim. Fakat bir yerde değil, ‘Der Rauber’ geçtiği her yerde Maymun demişim. Başka hiçbir yerde hatam yok. Bu Hoca parça bitene kadar hiç sesini çıkarmadı, sabırla dinledi. Tercüme bittikten sonra sınıfın huzurunda bana; ”Maymun kimdir? Maymun sensin lan. Seni 250 parça eder, her parçanı sınıfın her köşesinden asarım. Allahın sidikli kulu.” Dedi. O zaman ben anladım hatamı ve düzeltmeğe çalıştım.

Başta söyledim ya, bizler öğrenelim diye çapa sarf etmez, derslerden kaçmağa çalışırdık. Bir de 'kaytardık' diye övünürdük. Hakikaten öyle değil mi? Biri ‘hadi ders çalışalım’ dese hemen yanından savuşur, ‘hadi sinemaya gidelim’ dese hemen peşine takılırdık. Ve lise de de Almanca okumamıza rağmen ‘was ist das’ tan başka hiçbir şey öğrenemedik. İnsan utanır be. Biz öyle öğrenemeyecek kadar beyinsiz insanlar mıyız? Hayır beynimiz var da onu olumlu yönde kullanmıyoruz. Başkalarına uyup onlar ne derse onu yapıyoruz. Bütün dünya da Türk Milletinin bu şekilde olduğunu biliyorlar ve kolayca kandırıyorlar. Araştırma ve öğrenme merakımız hiç yok. Bize bir şey söylendi mi hiç araştırmadan inaniyoruz.

İş hayatın da da öyleyiz. Bir Avrupalı veya ‘gavur’ dediklerimiz bir saat daha fazla çalışır işlerini layık olduğu gibi yapar hile yapmaz, vatana millete faydalı olmağa çalışır.. Bizler yaptığımız işte kaytarır az çalışır baştan savma yapar, çok para ister ve akşamdan evlere giderken de o kaytarmalarımızla övünürüz. Sonra da Müslüman olduğumuzu söyler, aldığımız para ile çoluk çocuğumuzu besleriz.

Ne ise esas mevzua geliyoruz. Ankara da; dış ülkelerde bulunan Türk Büyükelçi ve misyonerlerini koruma görevi için girdiğim imtihanların hepsini başardım ve bu göreve layık görüldüm. Ancak Ankara da ki imtihanlardan birinde, imtihan heyetinde bulunan Büyükelçilerden biri lisan bilip bilmediğimi sordu. Ben de kendilerine Almanca okuduğumu ve hiç lisan bilmediğimi beyan ettim. O yine Almanca bir şeyler sormasına rağmen ben hiç cevap veremedim, fakat aramızda lisan bilen olmadığı için diğer dallarda başarılı olanları göndermeğe mecbur kaldılar ve bizi de geçici olarak Dışişleri Bakanlığı emrine alarak, İsveç Stockholm Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği koruma görevlisi olarak İsveç'e yolladılar.


Adana da ki görev yerimden Ankara'ya gelerek kırmızı pasaportumu ve uçak biletimi Dışişleri Bakanlığından aldım. Eşim ve çocuklarım iki ay sonra geldiler. Ben İsveç'e giriş yaparken gümrükte ki kızlar elimden kırmızı diplomatik pasaportumu aldılar. Bana da bazı sorular sordular. Daha doğrusu soracaklardı. Ben dil bilsem. Kırmızı pasaportlu kişi, bir ülkenin öbür ülkede ki en yüksek memurudur. O ülkeyi temsil edeni, yanı diplomatıdır ve dokunulmazlık gibi birçok üstün vasıflara haizdir. Ayrıca da ajandır tabi. Casus yanı.

O dünya güzeli kızlar bana sordular:

-Du yu spik İngliş?

-No

-Şprehen zi Doiç?

-Noo

-Prata du Svenska?

-Nooo

-Parles vouz Francais?

-Noooo

Ne güzel değil mi? Ben her seferinde bir 'o' çoğaltarak dedim. 'No' her dilden anlaşılıyor. Olmasa ne diyecektim. Bir dakika da tek kelime ile orada kızlarla anlaştım, 'NOU' Fakat utancımdan da yerin dibine indim tabi. Her şeyi öğrenmek çok kolaydır. 'AZMETMEK, MERAK ve İRADELİ OLMAK' yeter. Her şeyi devletten beklemek doğru değildir. Devlet sen dil öğrenesin diye müfredata koymuş. Okullara öğretmenler yollamış. Bir sürü harcamalar yapmış. Sen kaytar sinemaya git dememiş. Her imkan sağlandığı halde biz öğrenmemişiz. ‘Yeri geldiği zaman da böyle rezil olursun işte, hem de kızlara. Beş paralık insanlara oyuncak olursun Recep!' dedim kendi kendime Bilgisayara bile ne yüklersen onu alıyorsun. Çalışıp devletine vereceksin ki lazım olduğu zaman geri alıp kullanabilesin. Yönetenler de tabi iyi niyetli ve dürüst olacak. Her şey birbirine bağlantılıdır.

Ne yapalım iş başa düştü. Türkiye den bir büyük İngilizce sözlük ile FONO kitapları getirttim ve İsveç te bir-iki ay da İngilizce biraz bir şeyler öğrendim. Artık konuştuğum İngilizcemle kendimi idare edip meramımı yalan yanlış karşımda kine anlatabiliyordum. Elçilikte ki muamele memurları “Çok konuş Ağabey, herkesle konuş ki, bu dil konuştukça öğrenilir.” Diye akıl veriyorlardı. Kendileri ana dilleri gibi konuşuyorlardı. Ben de onların söylediklerine uyup her önüme gelen ile İngilizce konuşuyor, karşımda ki adamlarla anlaştıkça da çok hoşuma gidiyor mutlu oluyordum.

Bir sabah görevden çıktım. Evime giderken dikkatimi çekti. Singer dikiş makineleri dükkanında dükkan sahibi, dükkanı yeni açmış ve elinde bezlerle makinelerin üzerlerini temizliyor tozlarını alıyordu. Hemen dükkana girdim. Niyetim alış veriş değil de İngilizce konuşmaktı. İngilizce bir selam verdim. Adam hazır zemberek gibi bir başladı İngilizce bana makineleri anlatmağa. Ben kendisini dinleyemiyor, sadece sonra ne konuşacağımı kafamda tasarlamağa çalışıyordum fakat adam da söylememe fırsat vermiyor, ha bire konuşuyor, o kafamda tasarladıklarımda ben hiç konuşmadan arada kaynayıp gidiyordu.

En son sıra ayrılmağa geldi. Zaten adamın konuştuklarından da pek bir şeyler anlamamıştım. Aslında adamdan fırsat bulup ta pek konuşamamıştım sadece başımı sallıyordum. Adam hala daha konuşurken ben bir fırsatını buldum ve kafamdan ayarlayıp İngilizce olarak ‘Ben senin dükkanına eşim, ile tekrar gelir, bakar ve bu makinelerden alırım.’ Diyecektim. Fakat aksilik işte, ‘Vit may Vayif’ diyeceğime ‘Vit yor vayif’ diyebildim. Yanı ‘benim hanımımla diyeceğime, senin hanımın ile gelirim.’ Diyebildim. Adam gülüyor ve; “do yu noğu may vayf” yanı benim hanımımı tanıyor musun’ diyordu. Yan taraf kapıdan sarışın bir bayan çıktı. Onunda elinde ıslak bezler vardı. Meğer adamın hanımı da oradaymış. Geldi sarıldı boynuma ve “ar yu rekignais mi?” yanı ‘beni tanıyor musun?’ diyordu. Hemen Temel’in fıkrası aklıma geldi; Arkadaş lisan bilmezsin bir dert bazen bilirsin daha büyük dert. 

Hani Temel ile Dursun Sultanahmet te gezerlerken turistin biri yaklaşmış ve kızların bana sorduğu gibi sormuş; “İngilizce biliyor musunuz? Almanca biliyor musunuz? Fransızca biliyor musunuz? Temel le Dursun her üçüne de yok demişler ve ayrıldıktan sonra, Dursun Temel’e “Ola bir kursa gidelum da dil öğrenelum da. Böyle lazım oliir işte.” Demiş. Temel ise “Ola Tursun, akıllı ol. Dili ne yapacaksun? Aha göriisun adam üç dil bili, hiç işine yaramadı da.” Der.
NOT: Yukarıda ki İngilizce cümleleri okunduğu gibi yazdım. Yazılışı başkadır.