SAYFALAR

20 Kasım 2012 Salı

NE YAPMAK İSTİYORLAR

Görüyorum şimdi o eski görevliler anlatıp duruyorlar; başta Özel Harekatçı Polis Memuru Ayhan ve buna benzer diğerleri, O "Jitemi ben kurdum" diyen Albay bunlar neyin peşinde neye hizmet ediyorlar anlamıyorum. O Jitemci Albay herhalde Allah şifalar versin de gördüğüm kadarı ile hasta olduğu için bakacak kimsesi yok, cezaevine girersem bana bakarlar diye düşünüyor olabilir. 

Polis Ayhan ise duyduğum kadarı ile Özel Harekat Kursu görmüş Polis Memuru. Yalandan O nu vurdum, şuraya gömdüm, bunu kırdım dereye attım gibi yalan şeyler anlatmaktadır. Muhakkak bir sebebi vardır bu yalan anlatılanların, maksatlı kişilerin emellerine alet olmamalarını tavsiye ederim. 

Emniyet Teşkilatının ekmeğini yediler, çocuklarına yedirdiler, şimdi bu teşkilata bu kadar nankörlük etmek doğru değildir. Zira bir söz vardır 'Kul daraldığı yerde Hızır yetişir' derler. İşte o hızır polistir. Ama namuslu olarak çalışan polistir. Bir insan dara kaldığı zaman "İmdat-Polis" diye bağırır. Ama namuslu polis diyorum. Bir polis adamı öldürüp gömer de evinde akşam nasıl rahat uyur anlayamıyorum. Polis ölenleri kurtarır düşkün ve alillere hatta hastalara bile yardım eder. Sonra polislikte öyle başıboş her istediğini yapar veya öldürür gibi bir kavram yok. Evet bir polis suç işleyebilir fakat diğerleri onu af edemez, mutlaka yakalar, o yakalamazsa öbürü yakalar. Bu işin olamayacak boyutu. Birde Emniyet Teşkilatı tabansız kaçak kurulmuş bir teşkilat değildir. Kanunla kurulmuştur. 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu ve 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu polislerin polis nasıl olacaklarını ve vazifelerini nasıl yapacaklarını tek tek anlatmıştır.

Emir nedir? Nasıl olmalı ve nasıl verilmeli? Nasıl uygulanmalı? Bir bir anlatılmış ve dışına çıkılmaz. Mesela bir polis memuruna amiri "Al süpürgeyi yerleri süpür" diyemez. Bu kanunsuz emirdir. Birde konusu suç teşkil eden emirler var. O emirler yazılı dahi verilse yerine getirilmez. Amir "Git falancayı öldür veya kaçır" diyecek, sen nasıl polissin ki bu emrin konusu ağır suç teşkil etmesine rağmen yerine getirmişsin. 

Şimdi de çıkmış sesim güzel diye bıdı bıdı konuşuyorsun. Senin dediğine kargalar güler. Ben böyle polisleri hiç affetmem ve 38yıllık meslek hayatımda suç işleyen çok polise rastladım, bunlar gibi başkasının emri ile suç işleyen polislere hiç rastlamadım ve hiç birine de inanmıyorum. Hiçbir suçlu polise müsamaha edilmez. Bunlar kendilerine çıkar temini için suç işlemişler, bu suçu güya kahramanlık suçu ile kapatmak istiyorlar. 

Ben Adana Cinayet Bürosunda görevli iken dört faili meçhul olayı üslenip kendi yapmış gibi olayı anlatan adama rastladım. Sorgusunu yaptıktan sonra olayı gazetelerden anladıklarını ve yalan söylediklerini anladığımız için git evinde yat diye yolladık. 

Bu kişiler ya hiç bir şey yapmamışlar nam almak için anlatıyorlar yada maksatlı olarak Emniyet Teşkilatını yıpratmak için anlattıklarını düşünüyorum. 

Bu kişilere de tekrar hatırlatmak istiyorum. Geçici menfaat ve heveslerle hareket etmeyiniz. Zira bu vatanı çok ararsınız fakat bulamazsınız. Temelde taşlar yerinden bir oynarsa daha durduramazsınız. Yakın tarihimize bir göz atıp, dünya da olup bitenleri iyice anlayınız. Eskiden olduğu gibi bu vatanı hep birlikte savunmalıyız. Lütfen herkes kendinize geliniz.



ŞAZİYE HANIM

1962 yılında Ağabeyim Burhanettin ile birlikte giderek Rize Lisesine kayıt oldum ve kitaplarımı aldıktan sonra köyümüze döndük. 

Fırsat buldukça bu kitapları baştan sona okurdum. Hele Biyoloji kitabı vücudumuzu anlattığı için çok hoşuma gitmiş, roman gibi kitabı baştan sona bir iki defa okumuş, çoğunu öğrenmiştim ve  bazen meclislerde bilgiçlik eder anlatırdım. 

Okul başladı, her hoca kendi ilk dersinde karşılıklı tanışma yapardı. Biyoloji Hocası kısa boylu, şişman, gözlüklü, cin gibi her şeyi anlayan gayet bilgili ve tecrübeli kırk yaşlarında bir bayan idi. Adı Şaziye Hanım; kendisini sonsuz saygılarımla anıyorum. 

Ben sıradan bir öğrenciydim, hiçbir hoca beni tanımaz fakat ben öğretmenlerimin hepsini tanır ve çok saygı duyardım. Ancak Biyoloji Öğretmeni Şaziye Hanım ile ilk zamanlar yıldızımız hiç barışmamış ve ben de çok büyük etkiler bırakmıştı.

Sene içinde ilk yazılı yaptı. Yüksek not bekliyordum. Yazılı notlarını okudu; "636- 1" dedi.
Allah Allah acaba yanlış mı duydum? Parmak kaldırdım "Hocam 636 ya bir daha bakar mısınız?" dedim. Tekrar "Otur yerine Bir" dedi. 

Bir şey yok itiraz etsem mümkün değil haklı olamazdım. Hem ben köyden gelmiş yamalı çekingen bir çocuktum nerde hak aramak. Bir de hoca düşman olurdu.

İkinci yazılı da kurtarırdım. Velhasil ikinci yazılı da oldu yine 1 (bir) aldım. 

Artık benim ümidim ikmal fakat ne yazarsam zayıf vermez onu da bilemiyordum. Çünkü ben sorduğu soruların hepsine süper cevaplar yazıyordum ve gerçekten bütün soruları biliyordum. Yanımda ki üç-dört arkadaş bana bakarak yazarlar 7-8 alırlardı.
 
Son bir kurtarma yazılısı yaptı ondanda bir almadım o verdi. Çünkü ben bütün soruları doğru yapmıştım. 

Sözlü imtihana kalkmak isteyenleri sordu: Birkaç kişi kalktılar fakat sözlü imtihan yapma prensibi de bir garipti bu Hoca Hanımın. Eline kitap almaz, öğrenci kaç soru bilirse bilsin, bir soru bilemezse "otur yerine" der ve 1 verirdi. Bir öğrenciyi de gözden çıkarmışsa ki, itiraz edenleri hiç sevmezdi. "Sidiğin süzülmesi" diye bir konu vardı, "şemasını çiz ve anlat" derdi. O onun silah sorusu 'SİDİĞİN SÜZÜLMESİ' idi. O konu biraz karışıktı.

Ben gönüllü sözlü imtihana da kalkmadım. “Nasılsa hoca beni gözden çıkarmış. Kalksam ne olacak?” diye düşündüm.

Birinci sömestri bitmesine yakın benim yazılı notlarımın hepsi 'BİR' idi. Böyle giderse karneme kesin kırık gelecekti. Ama olsun zaten tek kırık dersim Biyoloji oluyordu. Belki ikmal imtihanlarında filan hoca değişirse sınıfı geçerim diye düşünüyordum. 

Bir Biyoloji dersinde hoca derse girdi. Çocuklar koşuşturdukları ve tepindikleri için ortalık toz dumandı. Tam o arada ağzıma giren tozları temizlemek için çocuktum ne yapacağımı bilmedim ve sınıfta yere tükürdüm. Hemen görmüş ki, yanıma geldi ve iki kulaklarımdan tutarak iyice uzattı. Öyle yapardı. Döveceği çocukların kulaklarını iki eliyle tutar, sonra sağ elini bırakır, sol eli ile hala kulaktan tutarak, sağ eliyle öğrencinin kaçıramadığı yanağına ‘şap, şap’ diye vururdu. Bana da öyle yapacak sandım fakat gözlerinin içine yalvarırcasına baktığımdan mı bilmem, bana vurmadı. Sonra öbür kulağımı da bıraktı. "Sen evinde yattığın yere tükürüyor musun? Muaşeretsiz!" dedi. Çok utanmıştım, hiç ses etmedim.

Zaten derste de sözlü imtihan yapıp herkese bir veriyordu. Hemen kürsüye koyduğu el çantasının yanına gitti ve not defterini çıkardı. Numaramı sordu "tahtaya gel" dedi. 

İşte bu çok hoşuma gitti. Hemen numaramı söyleyip tahtaya geçtim, beklemeğe başladım. Numaramı açtıktan sonra "Hep zaten bir almışsın. Şimdi bir daha al ki sınıfta çakasın. Senden zaten ne beklenir ki? Aileniz okumanız için ne fedakarlıklara katlanıyorlar, yemeyip sizlere veriyorlar sizler bu yaptıklarınızdan utanmıyor musunuz?” V.s gibi sözlerle beni bir sürü azarladı. O azarladıkça ben arada bir yüzüne bakıyor, başkada ses çıkarmıyor, başım eğik bekliyordum. Sınıfta da hiç ses çıkmıyor bizleri izliyorlardı. 

Başladı bana sorular sormağa. Sorduğu soruların hepsini hiç takılmadan detayları ile birlikte bir çırpıda anlattım. O sordukça ben anlattım. Benimle uğraşırken o ders bitti. Not vermeden çekti gitti. Ben tenefüse çıkmadım. Sıramda oturduğum yerde, başım iki elimin arasında öyle üzgün ve moralim bozuk bekledim. Öğrencilerden birkaç tanesi yanıma gelerek beni teselli ettiler.

Sonra ki ders Fizik dersiydi. Biz Fizikçi Mehmet Aksu Hocamızı beklerken yine Şaziye Hanım çıktı geldi. Bazı arkadaşlar “Hocam Fizik Dersi” diye itiraz ettiler. Ders saatlerini değiştiklerini söyledi ve gelir gelmez tekrar beni tahtaya çağırdı. Bir kaç soru daha sorduktan sonra "Sidiğin süzülmesini anlat" dedi. Hani o soru onun silahiydi ya!
 
Hiç ses çıkarmadan önce müsaade isteyip boyum ulaşmadığı için yanda ki bir tabureyi aldım ve üzerine çıkarak tahtaya şemasını çizdim. Hiç takılmadan elimde ki cetvelle şema üzerinde göstererek onu da anlattım. Allah Allah hoca benimle karşılaştığına pişman olmuştu.

Eline bir kitap aldı. Kitaptan bakarak O sordu ben cevapladım. O derste bitmek üzereydi.
Sınıfta ki çocuklar soluğunu tutmuş hoca ile beni izlemeğe devam ediyorlardı. O bana kitaptan soru sorarken okumadığımız yerlerden yanı kitabın sonlarından da soruyordu. Ben o konulara da cevap veriyordum.

Sınıfta Caner isimli Rize de fotoğraf stüdyoları olan bir çocuk vardı. Onlar guruptular ve çok dişliydiler. Caner ayağa kalktı ve "Hocam oraları okumadık. Arkadaşa haksuzluk edeyisun." dedi. Hoca ona; "Otur yerine, münasebetsizlik etme. Sen onun avukatı mısın?" dedi ve bana dönerek "Evladım sen okumadığımız yerleri de cevaplıyorsun. Bu halde iken üç tane bir almışsın. Bu imkansız. Ben böyle bir haksızlık nasıl yaparım? Neden itiraz etmedin?" dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Gözlerim yaşlandı ve mendilim olmadığı için geri dönerek elimle sildim. 

"Bak evladım Biyoloji dersi karnene on gelecek. İkinci karne notun da on olacak. Ortalama da on olacak. Sen şimdiden sonra benim derslerime istersen gir, istersen girme, serbestsin." dedi ve öyle de oldu. 

Ben sene sonuna kadar yine bütün derslerine katıldım. Ondan sonra bütün hocalar sınıfa bir soru sorarlar, kimse bilmeyince veya parmak kaldırmayınca cevabı bana sorarlardı. Şaziye Hanım da öyle yapardı ve derslerinde bazen gelip sıramda benim yanımda otururdu. Ben hiç konuşmazdım kendisiyle, bir şey sorarsa cevap verirdim kendisine. Ertesi sene bizde hiç dersi yoktu. Dışarıda gördüğü
yerde her zaman başımı okşardı. Ona saygı ve hürmetlerimi yolluyorum.

CEYRAN VERDİM

Yıl 1986, yer Ankara zaman kış ayları karlı ve soğuk bir gece. Hırsızlık Bürosunda Nöbetçi ekip amiriyim ve üç kişilik ekibimle birlikte gece çalışıyorum. Bir akşam göreve başlarken notlara bakmak için eski bina dördüncü kattaki büromuza çıktık. Bir üniversite öğrencisi kuyumcularda altın bozdurmak isterken şüpheli olarak yakalanmış. Tetkik edilmek için nezarete konmuştu. Arkadaşlara; "Yazık bu üniversiteli herhalde hırsız değil çıkarın tetkik edelim." dedim.

Şahsı çıkardılar, ayrı yaşayan öğretmen ana babanın iki çocuklarından biri idi. Gayet düzgün uzun boylu yakışıklı, Kimya Fakültesinde okuyordu.
 
Kuyumcularda ziynet eşyaları; altı adet değişik bayan yüzüğü, dört çift te yine değişik kulak küpesi bozdurmak isterken yakalanan bu genç öğrenci, annesinin kendisine bozdurması için verdiğini, harçlık yapacağını söylemesi ve söylediklerinde ısrar etmesi üzerine kendisini arabaya aldık ve o karda kışta birlikte evlerinin olduğu Farabi sokağa gittik. Bu genç arabamızda diğer arkadaşlarla apartman önünde bekletirken, ben bir memurumla dördüncü kattaki evlerine çıktım. Kapıyı bir bayan açtı. Kendisine kim olduğunu ve aşağıda arabada beklettiğim genci sordum. Öğretmen olduğunu ve Kemal'ın annesi olduğunu, oğlunun iki gündür eve gelmediğini, babasının yanına gitmiş olabileceğini, kendisine de satması için hiçbir şey vermediğini beyan etti. Hatta mühendis bir ağabeyisi de odasından gelerek yanımıza oturdu ve babalarının ayrı olduğunu, onun yanına gidebileceğini, söyledi.
 
Annesi 'ben satması için yüzük, küpe verdim' dese tutanak tutup bu malları kendisine teslim edip, çocuğu da Kısma götürmeden orada serbest bırakıp ayrılacaktım. Hatta 'haberim yok, benim altınlarımı çalmış' dese yine altınları teslim edip oğlunu serbest bırakacaktım. Zira yakın füru akrabalar arasında hırsızlık olmaz. Oğlunu yukarı evlerine çıkarttırdım ve annesi ile yüzleştirdim. Fakat annesi altın vermediği gibi kendi altınları da değildi. Bu delikanlının hırsız olduğu anlaşıldı ve o zaman durum değişti. Ya beni ikna edecek, yada çaldığı yeri gösterecekti. Çaldığı yeri de öyle ayak ayak üstüne atıp ta, çay kahve içerken söyleyen hırsıza on iki senede hiç rastlamadım. Onun için sağlam delilsiz hırsız, hiç yakalamazdım.

Şimdi bu gencin hırsız olduğu anlaşıldı. Fakat nasıl konuşturacaktım. Bu konuları bilmeyenler "bas sopayı konuşsun. Yahut basmışsın sopayı konuşturmuşsun" diye düşünürler. Ben öyle yapmadım. Çünkü sopa çok büyük risk, ben o riski göze alamam. Ya adam elimde ölürse onun hesabını nasıl vereceğim. Kendimi düşünmesem de yanımda ki arkadaşlarımı düşünürüm. Herkesin üzerine titrediği çoluk çocukları var. Konuşturmak için ya güvenini kazanacaksın, yada benim yaptığım gibi taktikler uygulayacaksın. Büromuza gelene kadar ona birçok işkence şekli anlattım. Ceyran nasıl verildiğini, sakın kendisine ceyran verdirmemesini, sonra kaburgalarının bile eriyeceğini, defalarca kendisine anlattım. Hepsi hayal ürünü tabi.
 
O sadece" aman ha, bana sakın yapmayın, kalp hastasıyım ha "gibi laflar ediyordu. Büromuza hep beraber gece geç saatlerde çıktık. Daha önce Büromuza gelip te hastalanan suçluların tedavisi esnasında çekilen hastane filmlerini gösterdim. Bazı görünmeyen kısa çıkmış göğüs kafesi kemiklerinin akım geçtiği zaman eridiklerini anlattım. Bu şahsı Hırsızlık Büro Amiri Başkomiser Turan Bey'in makam odasındaki o gösterişli koltuğa oturttum. Bizim Başkomiserin makam koltuğu çok değişikti. Emniyet Müdürlüğünde herkesin gözü kalırdı. Arkası uzun ve siyah deriden yapılmış, uzay araçlarının koltuklarına benzerdi. İnsan oturduğu zaman içine gömülür hiç kalkmak istemezdi. Eğer o koltuğa değil hırsız, ben oturduğumu bilse beni kesin Kısımdan kovardı. Aslında bu koltuğa hırsızı ben oturtmadım ben bilene kadar memur arkadaşlarım oturtmuşlar ben de yerinden kaldırtmadım. Birer memur da sağ ve solun da omuzlarından tutmuşlardı. Ben elimi duvarda prizin üzerine götürdüm ve bu gence hitaben "Bak şu anda ışık yanıyor değil mi? Işığı söndürdüğüm an vücuduna 220 volt akım gelecek. Sana daha önce gösterdiğim kaburgaları erimiş filmleri hatırla senin de aynı şekilde kaburgaların eriyecek. Sağ kalsan da sen artık hayatta hiç bir işe yaramazsın. Sana acıyorum. Allah kolaylık versin. v.s" gibi laflar ettim.

Anh ne kadar yalvardıysam, korkuttuysam bir türlü yaptığı hırsızlıkları anlatmadı. Ben artık ümitsizce, bu uyanık konuşmayacak düşüncesiyle, ışığı bir defa söndürüp hemen yaktım. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Bu genç "ağabiiiiiiii yaktınız beni. Oy oyyy" diye top sesiyle bağırarak havaya fırladı. Hepimiz de çok korkmuştuk. Ne oldu filan diye sorarken "Ceyran ağabey ceyran "diye bağırıyor ve titremekten dişleri birbirine vuruyordu. Allah Allah biz ceyran filan vermemiştik.

Bütün hırsızlıklarını o söyledi biz not aldık. Arada da "Ne olur daha ceyran vermeyin yerlerini tek tek göstereceğim." deyip ağlayarak yalvarıyordu. Bu şahsı otomuza aldık. Sıcağı sıcağına 39 tane hırsızlık yaptığı evi gösterdi. Hep pavyon kadınlarının evlerine girmiş. Hırsızlık yerlerini gösterdikten sonra Kısma dönerken, arabada arkada iki memur arasında otururken kendi kendine "Bu ceyran ne imiş be ağabey" diyor. Bizler gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. İşlemlerin yapılması için mahkemeden izin aldık. Ertesi günlerde gündüzcü arkadaşlar tahkikatını yürütüp Yer Göstermelerini yaparlarken kendisine işkence yeri dediğimiz ve sözde ceyran vererek konuşturduğumuz oda da ki sandalyeye Başkomiserin devamlı oturduğunu görünce "Yau ağabeyler bu adamı ceyran çarpmıyor mu? Oraya nasıl oturuyor?" diye memurlara soruyormuş
.
Ha ceyran var mı, suçlulara verilir mi? Ben bilmiyorum. Ben ne ceyran verdim,  nede vereni gördüm. Nasıl verilir bilen varsa anlatsın.
 
Not: Bu şahıs olurda bu yazıyı okursa lütfen irtibat kursun, soracaklarım var. Çünkü bu Kimya Mühendisi genç hala daha kendisine ceyran verdiğimi ve işkence ettiğimi sanmaktadır.