SAYFALAR

20 Kasım 2012 Salı

CEYRAN VERDİM

Yıl 1986, yer Ankara zaman kış ayları karlı ve soğuk bir gece. Hırsızlık Bürosunda Nöbetçi ekip amiriyim ve üç kişilik ekibimle birlikte gece çalışıyorum. Bir akşam göreve başlarken notlara bakmak için eski bina dördüncü kattaki büromuza çıktık. Bir üniversite öğrencisi kuyumcularda altın bozdurmak isterken şüpheli olarak yakalanmış. Tetkik edilmek için nezarete konmuştu. Arkadaşlara; "Yazık bu üniversiteli herhalde hırsız değil çıkarın tetkik edelim." dedim.

Şahsı çıkardılar, ayrı yaşayan öğretmen ana babanın iki çocuklarından biri idi. Gayet düzgün uzun boylu yakışıklı, Kimya Fakültesinde okuyordu.
 
Kuyumcularda ziynet eşyaları; altı adet değişik bayan yüzüğü, dört çift te yine değişik kulak küpesi bozdurmak isterken yakalanan bu genç öğrenci, annesinin kendisine bozdurması için verdiğini, harçlık yapacağını söylemesi ve söylediklerinde ısrar etmesi üzerine kendisini arabaya aldık ve o karda kışta birlikte evlerinin olduğu Farabi sokağa gittik. Bu genç arabamızda diğer arkadaşlarla apartman önünde bekletirken, ben bir memurumla dördüncü kattaki evlerine çıktım. Kapıyı bir bayan açtı. Kendisine kim olduğunu ve aşağıda arabada beklettiğim genci sordum. Öğretmen olduğunu ve Kemal'ın annesi olduğunu, oğlunun iki gündür eve gelmediğini, babasının yanına gitmiş olabileceğini, kendisine de satması için hiçbir şey vermediğini beyan etti. Hatta mühendis bir ağabeyisi de odasından gelerek yanımıza oturdu ve babalarının ayrı olduğunu, onun yanına gidebileceğini, söyledi.
 
Annesi 'ben satması için yüzük, küpe verdim' dese tutanak tutup bu malları kendisine teslim edip, çocuğu da Kısma götürmeden orada serbest bırakıp ayrılacaktım. Hatta 'haberim yok, benim altınlarımı çalmış' dese yine altınları teslim edip oğlunu serbest bırakacaktım. Zira yakın füru akrabalar arasında hırsızlık olmaz. Oğlunu yukarı evlerine çıkarttırdım ve annesi ile yüzleştirdim. Fakat annesi altın vermediği gibi kendi altınları da değildi. Bu delikanlının hırsız olduğu anlaşıldı ve o zaman durum değişti. Ya beni ikna edecek, yada çaldığı yeri gösterecekti. Çaldığı yeri de öyle ayak ayak üstüne atıp ta, çay kahve içerken söyleyen hırsıza on iki senede hiç rastlamadım. Onun için sağlam delilsiz hırsız, hiç yakalamazdım.

Şimdi bu gencin hırsız olduğu anlaşıldı. Fakat nasıl konuşturacaktım. Bu konuları bilmeyenler "bas sopayı konuşsun. Yahut basmışsın sopayı konuşturmuşsun" diye düşünürler. Ben öyle yapmadım. Çünkü sopa çok büyük risk, ben o riski göze alamam. Ya adam elimde ölürse onun hesabını nasıl vereceğim. Kendimi düşünmesem de yanımda ki arkadaşlarımı düşünürüm. Herkesin üzerine titrediği çoluk çocukları var. Konuşturmak için ya güvenini kazanacaksın, yada benim yaptığım gibi taktikler uygulayacaksın. Büromuza gelene kadar ona birçok işkence şekli anlattım. Ceyran nasıl verildiğini, sakın kendisine ceyran verdirmemesini, sonra kaburgalarının bile eriyeceğini, defalarca kendisine anlattım. Hepsi hayal ürünü tabi.
 
O sadece" aman ha, bana sakın yapmayın, kalp hastasıyım ha "gibi laflar ediyordu. Büromuza hep beraber gece geç saatlerde çıktık. Daha önce Büromuza gelip te hastalanan suçluların tedavisi esnasında çekilen hastane filmlerini gösterdim. Bazı görünmeyen kısa çıkmış göğüs kafesi kemiklerinin akım geçtiği zaman eridiklerini anlattım. Bu şahsı Hırsızlık Büro Amiri Başkomiser Turan Bey'in makam odasındaki o gösterişli koltuğa oturttum. Bizim Başkomiserin makam koltuğu çok değişikti. Emniyet Müdürlüğünde herkesin gözü kalırdı. Arkası uzun ve siyah deriden yapılmış, uzay araçlarının koltuklarına benzerdi. İnsan oturduğu zaman içine gömülür hiç kalkmak istemezdi. Eğer o koltuğa değil hırsız, ben oturduğumu bilse beni kesin Kısımdan kovardı. Aslında bu koltuğa hırsızı ben oturtmadım ben bilene kadar memur arkadaşlarım oturtmuşlar ben de yerinden kaldırtmadım. Birer memur da sağ ve solun da omuzlarından tutmuşlardı. Ben elimi duvarda prizin üzerine götürdüm ve bu gence hitaben "Bak şu anda ışık yanıyor değil mi? Işığı söndürdüğüm an vücuduna 220 volt akım gelecek. Sana daha önce gösterdiğim kaburgaları erimiş filmleri hatırla senin de aynı şekilde kaburgaların eriyecek. Sağ kalsan da sen artık hayatta hiç bir işe yaramazsın. Sana acıyorum. Allah kolaylık versin. v.s" gibi laflar ettim.

Anh ne kadar yalvardıysam, korkuttuysam bir türlü yaptığı hırsızlıkları anlatmadı. Ben artık ümitsizce, bu uyanık konuşmayacak düşüncesiyle, ışığı bir defa söndürüp hemen yaktım. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Bu genç "ağabiiiiiiii yaktınız beni. Oy oyyy" diye top sesiyle bağırarak havaya fırladı. Hepimiz de çok korkmuştuk. Ne oldu filan diye sorarken "Ceyran ağabey ceyran "diye bağırıyor ve titremekten dişleri birbirine vuruyordu. Allah Allah biz ceyran filan vermemiştik.

Bütün hırsızlıklarını o söyledi biz not aldık. Arada da "Ne olur daha ceyran vermeyin yerlerini tek tek göstereceğim." deyip ağlayarak yalvarıyordu. Bu şahsı otomuza aldık. Sıcağı sıcağına 39 tane hırsızlık yaptığı evi gösterdi. Hep pavyon kadınlarının evlerine girmiş. Hırsızlık yerlerini gösterdikten sonra Kısma dönerken, arabada arkada iki memur arasında otururken kendi kendine "Bu ceyran ne imiş be ağabey" diyor. Bizler gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. İşlemlerin yapılması için mahkemeden izin aldık. Ertesi günlerde gündüzcü arkadaşlar tahkikatını yürütüp Yer Göstermelerini yaparlarken kendisine işkence yeri dediğimiz ve sözde ceyran vererek konuşturduğumuz oda da ki sandalyeye Başkomiserin devamlı oturduğunu görünce "Yau ağabeyler bu adamı ceyran çarpmıyor mu? Oraya nasıl oturuyor?" diye memurlara soruyormuş
.
Ha ceyran var mı, suçlulara verilir mi? Ben bilmiyorum. Ben ne ceyran verdim,  nede vereni gördüm. Nasıl verilir bilen varsa anlatsın.
 
Not: Bu şahıs olurda bu yazıyı okursa lütfen irtibat kursun, soracaklarım var. Çünkü bu Kimya Mühendisi genç hala daha kendisine ceyran verdiğimi ve işkence ettiğimi sanmaktadır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder