SAYFALAR

1 Şubat 2014 Cumartesi

PAPAZI DÖVDÜRTMEK

Osmanlı döneminde bir İngiliz Tekirdağ taraflarında büyük bir arazi satın alır ve oraya yerleşir. Çünkü bir üzüm bağı kurup üzüm yetiştirecek ve Trakya topraklarında büyük bir şarap malikanesi kurup, buradan  dünyaya şarap satacakmış. Bu vesileyle çok bakımlı ve iyi verimli bir üzüm bağı yapar.

Bir Ermeni Papaz, bir Türk ve bir Kürt, üç arkadaş birlikte bir yere giderlerken tesadüfen bu İngiliz'e ait üzüm bağının önüne gelirler.
İyice yorulup acıken üç arkadaş bağda olgunlaşmış üzümleri görünce canları çeker, ağızlarının suyu akar ve bağa girip bu üzümlerden toplayıp yemeğe başlarlar.
Bu sırada bağın sahibi İngiliz uzaktan bağına üç kişiyi görür ve bir hışımla koşarak yanlarına gelir. Bu adamlara fena halde kafası bozulur fakat üçüne birden gözü kesmez, ses çıkaramaz.

İngiliz üzüm bağına giren bu üç kişiyi biraz konuşturduktan sonra Türk, Kürt ve Ermeni Papaz olduklarını az zamanda anlar.
Önce Ermeni Papaz’a

"Bu adamlar Müslüman biz Hristiyaniz ama, ben Müslümanları daha çok severim. Üstelik bir de Türkiye de yaşıyorum. Yesinler, Türk ve Kürt'e helali hoş olsun. Sen üstelik papazsın, nasıl olurda bir din kardeşinin malını çalarsın" der ve Ermeni Papaza girişerek döver komaya sokar.

Kürt ile Türk'ün hoşlarına gider. İki Hristiyan birbirlerine düştüler diye gizli gizli de gülerler, hiç seslerini çıkarmazlar. Hatta hareket ve bakışları ile adeta İngiliz e yardım ederler.
Biraz sonra İngiliz, Ermeni Papazı yerde uzatır ve Türk'e döner.

"Kürt yedi ise benim dostumdur, kardeş sayılırız. Ona helal olsun, yesin. Sen kim oluyorsun da benim üzümümü yiyorsun? Hem Müslümanlıkta çalmak günah değil mi?" der ve Türk'ü de aynı Ermeni Papaz gibi döverek komaya sokar onun yanına uzatır.
Bu durum bu sefer Kürt'ün hoşuna gider, yine için için de güler.

Türk’ün işi de bittikten sonra bağ sahibi İngiliz, Kürt'e döner:
"Sana dostum dediysem ‘sen benim bağıma gir, üzümümü ye’ demedim. Bir de pis pis sırıtıp duruyorsun ve arkadaşlarını da satıyorsun." der ve Kürt'e de vurur. Kürt te yere Türk ve Ermeni Papaz'ın yanına düşer. İngiliz her üçünü de yerde boylu boyunca uzatır, yanda oturup piposunu dumanlamağa başlar. O sırada Papaz ın yanında yerde yatan ve aklı biraz başına gelen Türk kendinde konuşma gücü bulur ve Kürt'e alçak sesle seslenir:

"Yaaa.. Kürt kardeş.. Biz baştan yanlış yaptık. Papazı dövdürtmeyecektik." der.
Ey Türkiyeli, düşmanın sözüne uyup ta, kendi vatanında acı ve tatlı günleri, yıllarca birlikte yaşadığın, savaşlar kazandığın, aynı örf ve adetleri paylaştığın komşularını, kader arkadaşlarını sakın satma. Eğer satarsan er geç pişman olacaksın fakat iş işten geçmiş olacak.


  

29 Ocak 2014 Çarşamba

HAYATA TUTUNMAK LAZIM

Amcam Hüsnü
Ben 68 yıllık hayatımda dört ayrı devir yaşadım. Yedi yaşıma kadar iki ağabeyim, bir ablam ve annem, bir üvey annem, babam ile mutlu bir hayat yaşadık. İlk iki yılını hatırlamadığım için saymazsak tamamı tamamına beş yıl.

Sekiz yaşında iken babamı kayıp ettim. Büyük ağabeyim Burhanettin yirmi yaşlarında deli dolu, hatta ara sıra sağlığında babama karşı gelen hırçın bir delikanlıydı. Babamın ölümünden sonra birden bire çok değişti. İleri görüşlü, çok ince hesaplı ve yerinde kararlar vermesini bilen çok akıllı birisi olup çıktı.

Arazilerimiz vardı fakat bedenen çalışmağı pek beceremez, çiftçilik yapmak istese de yapamazdı. Annem bütün zorluklara göğüs gererek hepimize kol kanat oldu. Arazi satmak ta olmazdı ve bizler de arazi satmadık. O yıllarımız yoksulluk içinde, çok kötü şartlarda geçti. O zamanlarda sadece biz değil herkes aşağı yukarı aynı şartlarda yaşıyorlardı. Çay üretimi yapılmadan önce o bölgede herkes fakirdi. Hatta bizim halimiz belki de bazılarına göre çok iyiydi. Ormanlara gidip kaçak keresteler yapıyorlar, onları sırtlarında iki saatlik yola götürerek satıp para kazanıyorlardı. Rahmetli babam sağlığında "Ali'm okuyacak" dediği için, onun isteği yerine gelmesi için beni o kötü şartlarda okullara yolladılar.

Bende o çocuk halimle ormanda çok ağaç kesip, kalas dediğimiz kereste yaptım ve taşıyarak sattım. Sonra yaz aylarında yayla da keçilerimizi her zaman ben otlatır onlara çobanlık ederdim. Liseyi bitirdiğim sene Ağabeyim Burhanettin çay fabrikasına işçi olarak girdi ve biraz rahatladık. İşte orta okul ve lise yıllarım hiç hatırlamak istemeyeceğim kadar kötü şartlarda geçti. Rize Lisesine kayıt olduğum ilk sene büyük caminin orada bir mağazadan Ağabeyimin bana aldığı siyah ayakkabıyı unutamam, çünkü hiç giyemedim. "Büyük olsun Recebali ki seneye de giyeceksin" dedi ve en ucuzlarından bir tane siyah renkli ayakkabı aldık. Çok büyük numara olduğu için de yürürken ayaklarımdan düşüyordu. Ayaklarım büyünce giyerim diye uzun süre sakladım. Durduğu yerde o ayakkabılardan sağının nasıl olmuşsa burun kısmı kopmuştu. Belki de fareler yemişti. Çok üzülmüştüm. Bir türlü oraya yama uydurup tutturamadım ve o ayakkabıyı sanki de hiç giyemedim.

Rize Lisesi yıllarımda Tophane Mahallesinde kiraladığımız odanın yanında ki Bakkaldan, yazdırıp bir şeyler alıp, ay sonunda borcumuzu ödüyorduk. Okullar tatil olunca param olmadığı için Bakkal Nazim'e olan 90,00tl borcumu ödeyemeyince kendisine gözükmeden gizlice oradan kaçtım ve köye gittim. Bir ay kadar sonra ormanda kereste yaparak, 90.00 tl borcumu posta ile bakkalın adresine yolladım. Yollamama rağmen her jandarma gördüğüm zaman 'acaba bakkalcı şikayet mi etti, bana mı geliyorlar' diye korkup kaçıyordum. Ertesi sene öyle korka korka bakkala gittiğim zaman adam beni çağırdı, boynuma sarıldı ve bir defter çıkardı. "Başkalarının ödemediği beş yıllık alacakları vardı. Hepsi benim gibi öğrencilerdi ve isimleri yazılıydı. Bunların içinde tanıdıklarım da vardı.

Bakkal Nazim ondan sonra ben borca bir şey alsam yazmak bile yazmazdı ve borç para da verirdi.

Bizler yoksul zamanlarımızda bile ailece açlığımızı kimselere belli etmeden yaşamağa devam ettik. O zamanlar çalışacak bir iş te yoktu. Çay da yeni yeni başlıyordu. Tek para kazanmak yolu iki saat kadar uzağa ormana gider ve orada 'kalas' denen kereste yapar, o kalasları kadın erkek iki veya üç saatlık yerlere omuzda götürerek ormancıya yakalanmadan satardık. Ben çocuk olduğum için yonttuğum bu kalaslar eğri buğru olur pek bir şeye benzemezdi fakat Bayraktaroğlu Tahsin Amca öğrenci olduğum için bozuk olmalarına rağmen az para verir yine de alırdı. Bazen beğenmeyip almazlarsa gizli gizli ağladığım da olurdu.

Lise bittikten sonra kazanmama rağmen yüksek okula gidemedim. Kısa yoldan ekmek parası kazanmak ve kimseye boyun eğmemek için 1968 yılında Rize Erkek İlköğretmen Okuluna baş vurdum. On üç farklı derslerden imtihanlara girerek 'İlk Okul Öğretmenliği' diploması aldım. Hatta Merkez İlkokullarından birinde yaptığım staj sırasında Milli Eğitim Müdürü Sezai Yakıcı ve bir sürü adam geldiler. Benim ders vermemi izlediler. 

Çocuklara gördükleri rüyadan yola çıkarak 'Y' harfini sapan kaya olarak tanıttım. O yıl müfredat programı yeni değişmiş ilk etapta harf isimleri çocuklara söylenmiyor, tümden gelim metodu ile öğretim yapılmağa başlanmıştı. Milli Eğitim Müdürü ve Yardımcıları teşekkür edip, eski günlerini hatırladıklarını söyleyerek gittiler. O yıl Öğretmen Okulunu bitirdim. Göreve başlamak için Milli Eğitim Müdürlüğüne gittiğimde benden askerlik belgesi istediler.

Fındıklı Askerlik Şubesinde "Sen asker kaçağısın. Hemen askere göndermemiz gerekir. Ya okuldan 'Öğrenci olduğuna dair' bir belge getir, ya da Pazartesi gel seni askere yollayalım." dediler. Ben hemen Rize Erkek İlköğretmen Okuluna giderek askerlik tecili için belge istedim. "Sen okulu bitirmişsin. Bizimle işin bitmiş. Belge filan veremeyiz." dediler. Öyle kara kara düşünerek Fındıklı da cadde de yürürken, İlkokul Müfettişi olan Halamın oğlu İsmet Gülten'e rastladım. Hal hatırımı sorunca durumu kendisine anlattım. Bana "Bir dakika bekle, Askerlik Şube Başkanı Yüzbaşı arkadaşımdır." dedi ve görüşmeğe gitti. Yarım saat kadar sonra elinde bir yazı ile geldi.

Önce belgeyi almış diye sevindin fakat bu yazı orada ki dosyalardan çıkarılmış, okullardan şubeye yazılan tecil yazısının suretiydi. Ona benzer bir yazı yazmamız için yüzbaşı onu örnek olarak vermişti. İsmet Ağabey bu yazının aynısını Rize İlköğretmen Okulu tarafından yazılmış gibi Kaymakamlıkta kendisi daktilo ile yazdı. Tasdik yerine imza attıktan sonra kendi müfettişlik mührü ile 'Milli Eğitimi' okunacak şekilde hafif çevirerek mühürledi. Bu yazıyı aldı Askerlik Şubesine götürdü. 
Ya anlaşılırsa! İkimizi de hapse atarlardı.

Askerlik Şubesinden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne 'Askerlik iki yıl tecil edilmiştir. yazılı belgeyi getirdi. Yüzbaşı filan imzalamış, üstelik altına da kırmızı bir mühür vurmuşlardı. Sonradan öğrendim ki Şube Başkanı Yüzbaşı akıl vermiş. Bu belge ile askerliğim iki yıl tecil edilmişti.

Belgeyi Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne götürdüm. Rize Milli Eğitim Müdürlüğünde form doldurttular ve Rize Güneysu Adacamı Köyü İlkokuluna Öğretmen olarak atadılar. İlk maaşımı aldım. 530.00tl. Bir kısmını Yoksullar Yurduna bağışladım. Ve hayatım boyunca da kimi yoksul gördüysem her türden insana mutlaka karınca kararınca cebine bir şeyler soktum veya yardım ettim.

Her zaman; geçmişi tertemiz, vicdanen huzurlu ve gönül rahatlığı içinde bir sonra ki güne başlayarak hayata devam ettim. Ve şu ana kadar da herkesin böyle olması için çapa sarf ettim. Saygılarımla....


28 Ocak 2014 Salı

NE İŞE YARADIN

Bektaşi ile Hacı ramazanda içki içerlerken 4.Murat tarafından yakalanmışlar. Padişah ikisini de sorguya çekmiş. "Tamam. Götürün bunların kellelerini alın." demiş. Hacı "Affedin. Şeytana uyduk. Hünkarım." diye yalvarmış. Bektaşi bu hükme karşı çıkmış. "Ben Müslüman değilim. Beni ramazan bağlamaz. Ve içki içsem de suç sayılmaz" demiş. Padişah düşünmüş haklı bulmuş ve Bektaşi yi af etmiş. Bektaşi tam huzurdan ayrılırken "Hünkarım, ben Müslüman olsam yanımda ki arkadaşımı da af eder misin ?" demiş. Ve hemen kelime-i şehadet getirmiş. Bu durum Padişahın çok hoşuna gitmiş, hacıyı da af etmiş. Bektaşi ile hacı çıkmışlar giderlerken, Hacı, Bektaşi ye kızmış "Sen ne biçim adamsın be adam. Bir gavur oluyorsun. Bir Müslüman". Bektaşi de "E..fena mı? Gavur olurum kendimi, müslüman olurum seni kurtardım. Peki ya sen ne işe yararsının?" demiş.