SAYFALAR

22 Ocak 2021 Cuma

MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Nuri Killigil Savunma Sanayi Fabrikası
Türk Milleti çok saftır. Herkes tarafından kandırılıyorlar. Bütün dünya milletleri de biliyor ve eskiden beri Türkiye de ki misyonerlik faaliyetlerini her zaman sürdürüp Türk halkını kandırıyorlar. Türk halkı her yanına yaklaşan ve yanlarında Cuma namazına giden insanları Müslüman sanıyorlar. 

Halbuki aç tarihini oku, incele ve öğren. Şimdiye kadar vatana ihanet eden bütün hainler faaliyetlerini Müslüman görünerek sürdürmüşler ve hatta şeyhülislam bile olarak bu ülkeyi yıkmak istemişlerdir. Tarihe bak incele, Rusya da din adamları, Rus milliyetçisidir. İngiltere de din adamları İngiliz milliyetçisidr. Almanya ve Fransa da da öyle, din adamları Alman veya Fransız milliyetçileridir. Ermenistan da ve Yunanistan da da din adamları Ermeni veya Yunan milliyetçileridir. Her ülkenin din adamları kendi ülkelerinin milliyetçileridir. Bir çok olay ve isyanları ülkelerinin lehine kendileri yönetmiştir. Sadece Türkiye de ki din adamlarının çoğu, Türk düşmanıdırlar. İşte Türkiyenin en büyük sorunu budur. Bu durumun düzelmesi lazım.

"Cemaat ve Tarıkatlar Yahudi ve hirıstiyanların İslamı çökertmek için Anadolu da kurdukları ileri karakollardır." demiş Fevzi Çakmak.

"Tarikat ve Cemaatleri İslam düşmanları oldukları için hepsini kapattım, İngilizler ayağa kalktı." demiş Gazi Mustafa Kemal. Bunlar artık su yüzüne çıkmış, bilinen gerçekler.

Atatürk’ün Erzurum kongresinden rahatsız olan Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri 11 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa ve Kuvvayı Milliye ileri gelenleri hakkında ölüm fetvası vermiş, bu fetvayı o tarihte Şeyhülislam olan Haydarizade İbrahim Efendi'ye onaylatmak istemişler fakat o imzalamayıp görevinden istifa edince, yerine yeni Şeyhülislam olan Dürrizade Abdullah Efendi imzalayarak, Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm fetvası kesinleşmiştir. Sonunda bu adamların İngiliz Misyonerleri, dış güçlerin ajanları oldukları anlaşılmış, İngiltere ve Yunanistan'a kaçmışlardır. Kaçmayıp ta Türkiye de kalanlar, işte şu anda Atatürk'ü sevmeyip ona düşman olanlar da onlardır.

Said Nursi, Şeyh Said, Said Molla, İskilipli Atif Hoca, en yakın zamanda da Fetullah Gülen Hoca Efendi ve cemaatların hepsi ve daha niceleri, bu vatanın düşmanlarıdırlar. Dini kullanarak vatanı yıkmak istiyorlar. Onun için kimin dost, kimin düşman olduklarını ve tarihimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Dindarmış gibi görünüp bir topluluk kuruyorlar hem Müslümanların paralarını yardım olarak alıp sömürüyorlar, hem Müslümanların çoluk çocuklarına tecavüz ediyorlar, hem ülkemizde krallar gibi yaşayıp, hem de yıkmağa çalışıyorlar. Görünen bütün bu olayları artık anlamak lazim. Çünkü şeytan bile insanı kandırmak için onunla birlik görünüp 'Allahü Ekber, Allahü Ekber' diye bağırıyor.
      
İNGİLİZ CASUS NASIL DERVİŞLİK YAPIP, ANADOLUDA TÜRKLERE NAMAZ KILDIRDI ?

Aslen Yahudi olan bu İngiliz adam 1860 yıllarında, önce Osmanlıca ve Arapçayı öğrendi. Sonra Osmanlı topraklarına geldi, kılık kıyafetini ve adını değiştirdi.

Adı Arminius Vambery idi, Türklerin arasına Şamlı Reşit Efendi ve Reşid Paşa uydurma adlarıyla karıştı, öyle tanındı.

Herkesin güvenini kazandı. Ardından Anadolu yu dolaştı ve

O BİR DERVİŞ OLDU

Hiç kimse ondan kuşkulanmadı.

Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü.

Ta ki, uzun yıllar sonra Londra'ya dönüp anılarını yazınca her şey deşifre oldu ve anlaşıldı.

Reşit Paşa takma adında ki, Arminius Vambery, O bir İngiliz casusuydu ve işte anılarında yazdıklarının bir bölümü;

"Derviş kimliğiyle aralarına girdim. Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesi'nin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı.

Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu Türk hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum.

Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine, hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.

Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler.

Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem.

Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor, bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı.

Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek, ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı.

Türklerin hepsi İslam'dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de sadece onu yaptım.” diyor.

Kaynak:
İngiliz Casusu Vambery'nin Günlükleri.
Mim Kemal Öke: İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery'nin Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul 198

Cemal Kutay: Sahte Derviş, Aksoy Yayıncılık, İstanbul 1998,

Ve bende 'birkaç yıl daha Osmanlı topraklarında kalsaydı, kesin Şeyhülislam bile olacaktı.' diyorum.

Önce şunu iyi bellemek gerekiyor. Din adamları ikiye ayrılırlar; 1) Allaha inanan din adamları. 2) Allaha inanmayan din adamları. En önemlisi Allahın vekili veya yardımcısı yok. O tektir. Ortağı filan da yoktur. Sadece Peygamber gönderiyor. O sadece çalışana ve kafasını çalıştırana veriyor. Cenabı Allah kendiliğinden bu dünyada hiçbir kimseye, hiçbir şey vermiyor. Bu dünya için çalışmak ve öteki dünya için ibadet etmek gerekir. ‘Ben ibadet ettim! Allah bana vatan verecek, para verecek, araba verecek, ev verecek!’ düşüncesi yanlıştır. 

Bir kere daha şunu söyleyelim ki Allah Müslümanlara değil sadece çok çalışana ve kafasını çalıştırana veriyor. Yani Allah herkesin Allahıdır. O taraf tutmaz. Dünyada ki bütün Müslümanlar 'ben namaz kıldım, oruç tuttum, Allah bana verecek' diye düşünüyorlar ve sefalet içinde yaşıyorlar. Allaha inanmayan din adamları da 'ben her şeyi biliyorum ve ben Allahın adamıyım, Ben ne dersem Allah onu yapar' diye cahil insanlara yutturuyorlar.

Dünyada ki bütün Müslümanların yaşayışlarına ve hallerine bakınız. Fakat ona da çözüm bulmuşlar. Ne diyorlar; "Allah müslümanları denemek için öyle fakir ve sefil yaşatıyormuş." Ya Allah kimin ne mal olduğunu bilmiyor da deneme mi yapıyor? Elin gavurunu refah içinde, hiç denemiyor, esas kendi öz kulunu yanı Müslümanları denemek için sefalet içinde mi yaşatıyor? 

Peki cemaat liderlerini Allah hiç niçin denemiyor? Onlar bir eli yağda bir eli balda yaşıyorlar. Buna da gülmek lazim. Bu durumları çok iyi bilen ve halkı kandıran cemaat liderleri insanların sırtlarından krallar gibi yaşayıp çocuklarını Avrupalarda okuturken esas Müslümanlar çocuklarını Arap Okullarında okutuyor, sadece kur'an okumağı öğreniyorlar ve cahil kalıyorlar. 

Gözlerinizi açınız ve dünyaya açık gözle bir bakınız. Müslümanlar cahil kaldıkları için her tarafta eziliyorlar ve ezilmeğe de devam edecekler. Bir birleriyle savaşacaklar. Akıllı ve bilgili adam olacakları önlemek için eski olaylardan ders alıp geleceği tayın etmeğe çalışır. Ülkeden ayrılan din adamları hepsi de ABD ve Avrupa ülkelerini tercih edip, yerleşiyorlar. Hiç birinin Arap Ülkelerine yerleştiklerini veya çocuklarını bu ülkelerde okuttuklarını gördünüz mü?

Osmanlı İmparatorluğu 600 sene dünyaya hükmetti. Hani hiçbir tane kurduğu fabrika var mı? İçinde ki yabancı misyoner güçler fabrika kurdurmadılar. Kalkınmalarını istemediler ve cahil kalmaları için çeşitli kisveler altında, onlara sadece medrese yaptırdılar. Ülkemizde ki fabrikaların hepsi Cumhuriyet döneminde Atatürk tarafından bir çok güçlüklerle kuruldu. Bu fabrikalar Atatürk ten sonra kapattırıldı veya yakılarak yok edildiler. Nuri Killigil ki 'Çırpınırdı Karadeniz türküsü' Bakü'yü kurtardığı zaman bu adam için yazılmıştır. 

Nuri Demirağ Türkiyede ilk Modern Savunma Sanayısını kurdu. Fabrikası kapattırıldı. Nuri Killigil kendisi de dahil olmak üzere, silah ve uçak fabrikası 24 mühendisiyle birlikte yandı veya yaktırıldı, yok oldular. Üstüne gidilmedi, olay faili meçhul kaldı. Şakir Zümre'nin kurduğu uçak ve silah fabrikası bir kaç yıl sonra kapattırıldı. Geçim sıkıntısı çeken ve işçilerin maaşlarını ödeyemeyen Şakir Zümre bu koca tesisi soba imalathanesine çevirdi. Zaman sonra soba imalathanesi de yerle yeksan oldu. Vecihi Hürkuş'un akibeti de onlardan farklı olmadı. İşte bütün bunların hepsi dış güçlerin Türkiyede ki oyunları çalışmaları neticesinde gerçekleştirilmiştir.

Daha yakın zamanda ki Tuzla Jeep Fabrikasında Milli Savunma ve Emniyet Teşkilatı için arazi vitesli araçlar tamamen yerli olarak üretiliyordu. İthal araçlarla karşılaştırılınca yerli araçların daha iyi oldukları anlaşılıyordu. ''Artık ihtiyaç yok'' denilerek bu fabrika kapatıldı. Ve bunlara benzer bir çoğu yok edildiler. Neden?

Daha dün 1993 yılında Aselsan bir cep telefonu üretti. 1919 marka adı verilen çok üstün vasıflara sahip bu telefonu dünyada ki bir çok istihbarat örgütleri tercih ettiler. Çünkü bu 30 mühendisin birleşerek yaptıkları telefon başkaları tarafından dinlenemiyordu ve aynı zamanda ilk titreşimli telefondu. Bu telefonlar İngiltere teknoloji fuarında birinci seçildiler. Bir çok yabancı ülkelere ihraç edildiler. Daha sonra Aselsan sahipsiz bırakıldı ve bu telefonların üretilmesi engellendi.
 
Emperyalist güçler nasıl oluşmuşlar? Aslında ona bakmak lazım. Nasıl oluşmuşlar? Yine ben söyleyim Akıllarıyla! Akıllarını kullanarak ilim üzerine çalışmışlar ve yine akıllarını kullanarak otoriteyi ellerinde tutmuşlar. Bir daha da bırakmıyorlar. Yoksa Allah hiç bir zaman onlara bir imtiyaz sağlamamıştır.

Dünyaya bakacak olursak ABD ve bütün Avrupa Ülkeleri hepsi de refah içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. İslam ülkeleri sefalet içinde. Sorsan da Allah Müslümanları ‘deneme yapıyormuş.’ öyle deyip kandırıyorlar. İran diken üstünde. Irak, Afganistan bölündü parçalandı, bir daha kendilerini toparlayamazlar. Suriye, Ürdün, Lübnan artık daha hayat bulamazlar. Diğerlerini de zamanla tamamen silip yok edecekler.

Silah fabrikası soba fabrikasına dönüştürüldü

Peki ne yapmalıyız?

Olup bitenlerden ders almak lazım. Öteki dünya için ibadet edip, bu dünya için de ilim yapmak, çağı yakalamak ve aklımızı kullanıp, asla dış güçlerin istediklerini yapmamak lazım.      Millet olarak ilk iş Arap kültürünü terk edip, kendi öz Türk Kültürüne dönmemiz lazım. Müslüman Türkler olarak yolumuza devam etmeliyiz. Bunu başarabilirsek sırtımızı yere getiremezler. İşte bundan korktukları için şimdi bütün gözler Türklerin üzerlerine çevrilmiş ve sonu yıkım olan Arap kültürü ile birleştirmek istiyorlar, ajanlar Türkiye de cirit atıyorlar.

Sağa, sola hele cemaatlerin hiç birine inanmamak gerekir. Gerçek İslam dinini öğrenip ona inanmalıyız ve Allah ile aramıza kimseyi sokmayıp, onun istediği yolda, Resuluna inanip yolumuza devam etmeliyiz. Gerçek İslam Dinini öğrenmek öyle zor bir şey değildir. Benden uyarması.

15 Ocak 2021 Cuma

TOLSTOY

Rusya da zengin bir aile çocuğuydu. Yanında bir çok adamı işçi olarak çalıştırırdı. Komünizm rejiminden önce bütün mal varlıklarını devrim uğruna işçilere ve fakir halka bağışlayıp, iş işten geçtikten sonra da aç ve sefil kaldı.

Vasiyetinde mezarına haç konulmasını istemedi. Ömrünün son günlerini İstanbul da geçirmek istedi. İstanbul'a gelirken Bulgaristan'da Astapovo tren garında bir köşede bankların üzerinde uyuduğu sırada, sefalet içinde ölmüş bulundu. 

Geride bir çok eserler bırakan ünlü Rus edebiyatçı ve yazar, Lev Nikolayeviç  Tolstoy’un işte hayat tecrübelerinden esinlenip söylediği insanı düşündüren ders verir nitelikte ki bazı sözleri;

1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. 

6. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

7. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

8. Şeytana kızana kadar, bir iyilik yap da, şeytan sana kızsın.

9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.

10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.

12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.

14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.

15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük olmadığını bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin çamur olacak.

17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.

18. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın ve unutma; ne yaşattıysan, mutlaka bir gün onu sen de yaşarsın.

19. Tanrıyı seviyorum deyip te kardeşinden nefret eden yalancıdır, çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen görmediği tanrıyı sevemez.


11 Ocak 2021 Pazartesi

BAŞKASI SENİ DÜŞÜNMEZ

Yıllar önce 31 Ağustos 1919 İstanbul; İngiliz, Fransa, Yunanistan ve Yeni Zelanda Devletlerinin işgal çizmeleri altında. Halk her türlü zulmü birebir yaşamakta, sokaklar düşman askerleri postal sesleriyle inim inim inlemektedir. Yerli halk dışarı çıkamamakta, sadece işten çıkanlar bir an evvel kazasız belasız evlerine gitmek için acele ile koşuşturmaktadırlar.

Polis Mehmet Cemil Efendi de daha beş altı aylık polistir ve İstanbul da 3. Şubede görev yapmaktadır. Yanı faal bir görevi yok, personel işleri ile ilgili görev yapmaktadır. Gece görevine yetişebilmek için o da akşam üzeri acele etmekte ve adeta koşar adımlarla görev yerine doğru gitmektedir. Tam o sırada altı sarhoş Fransız askerleri nara atmakta, sağa sola sataşmaktadırlar. Oradan geçmekte olan bir at arabasını durdurup ters çevirirler ve içinde ki iki bayana sokak ortasında tecavüz etmeğe kalkışırlar. Bunlara engel olmak isteyen bir Türk askeri, orada şerbet satan bir Arnavut ve bir de Arabacıyı süngü ile ağır şekilde yaralayarak pervasızca eylemlerine devam eder, Fransız askerleri. Halk galeyana gelip orada toplanmağa başlayınca olayı yatıştırmağa gelen düşman askerleri de mevzilenerek halkın üzerine ateş açarlar ve birkaç kişiyi de onlar yaralar.

Bütün bu olaylar göreve gitmekte olan Polis Mehmet Cemil Efendi nin gözleri önünde meydana gelir fakat tek başına olduğu için önce cesaret edip olaya karışamaz.

Tecavüz etmek isteyen altı Fransız askeri oradan ayrılır ve tecavüz edecekleri kadınları Gülhane Parkına doğru götürmeğe çalışırlar. Polis Mehmet Cemil Efendi bu askerleri biraz takip ettikten sonra arkadan yaklaşır ve bağırır; “Dur. Polis.” Diye. Gözü dönmüş askerler kasaturalarla Polis Mehmet Cemil Efendiye saldırırlar. Polis Mehmet Cemil Efendi de tabancası ile ateş açar ve iki Fransız askerini öldürür, bir askeri de yaralar. Orada ki diğer Fransız askerlerin elinden kurtularak kaçar, doğru görev yerine gelir, resmi elbiselerini giyerek görevini devralır. Sonra Müdürü Nurettin Bey’e çıkarak olayı olduğu gibi anlatır. Nurettin Bey de onu götürerek elleriyle Fransız Askerlerinin komutanına teslim eder. Türk kamu hizmetlerinde böyle densizlikler çok olmuştur. Maalesef üst makamlara yaranmak, iyi görünmek ve makam mevki kapabilmek için bu tür hareketler maalesef her zaman yapılmıştır.

İşgal Kuvvetleri, Polis Mehmet Cemil Efendi’yi teslim aldıktan sonra yargılarlar. On yıl kürek cezasına mahkum olur ve Marsilya ya götürerek onu '
Saint Pierre' zindanına atarlar. Oradan Marsilya nın kuzeyinde Provasisi hapisanesine, Mart 1921’de 450 kürek mahkumları ile birlikte Güney Amerika da Fransız Guyanası denen Şeytan Adasına, yani Cehennem adasına; Sonraları 'PAPILLON, (KELEBEK)’ filminin çekildiği, hiç akla gelmeyen işkencelerin uygulandığı zindanlara gönderirler. 12 gün süren zorlu bir yolculuk ve iki firar girişiminden sonra oraya vasıl olurlar. Film çevirmek için değil, cezasını çekmek için gönderirler. Artık Polis Mehmet Cemil yok 45090 no’lu bir mahkum vardır. Türlü işkencelerden sonra 1929 da Mustafa Kemal onu unutmamıştır ve onun girişimiyle serbest kalır, İstanbul’a geri döner. Polis Mehmet Cemil Efendi Galata rıhtımında bir kahraman olarak karşılanır.

Mehmet Cemil Efendi Eryürek soyadını alır ve tekrar polislik mesleğine başlar, ancak Şeytan adasında yaşadığı travmalar ağır izler bırakmıştır onun ruhunda. 

Anadolu’da çeşitli yerlerde nahiye müdürlüğü gibi çeşitli görevler yaptıktan sonra iki yıl kadar Bakırköy Akıl Hastanesinde tedavi görür ve 44 yaşında hayata veda eder. Eğer Polis Mehmet Cemil Efendi olayı Müdürüne anlatmasa bunların hiç biri başına gelmeyecek normal olarak paşa paşa görevine Türkiye de devam edecekti. Anlattığı için kendini ateşin içine attı ve bir daha da o ateşten çıkamadı. 

Gelelim 30 Ağustos 1983 tarihine. Yer Diyarbakır. 12 Eylül darbesinin üçüncü yılı. Polis Memurları Haydar Doğan, Metin Ersoy ve ben Cinayet Masası görevli ekibiyiz. 

Dağ Kapı tarafından garajlara doğru giderken, gece saat 02.00 sıralarında Orduevinin önünde bir askeri cemsenin yanında resmi ve sivil kalabalık bir insan topluluğu gördük. Bir an evvel yanlarına gidebilmek için kavşağa gitmeden tretuvar üzerinden karşı tarafa geçerek geri döndük. Baktım kalabalığın çoğunluğu asker, şoför Haydar’ın durmasını istemedim ve “Devam et Haydar.” Dediysem de, o durmuş oldu. Biz de arabadan aşağı inip, ne olduğunu anlamak için kalabalığın yanına doğru yürüyorduk.

Önümüzde ki askeri arabadan, başı gözü pansuman bezleriyle sarılı sarhoş sivil bir adam, inzibatların arasından aşağı atladı. Bize doğru koşarak geliyor, inzibatlar engel olamıyorlardı. Çeşitli küfürler ediyor ‘senin kafana 45 lık kolt mermilerini boşaltacağım’ diyordu. Yanımızda ki ekip arkadaşımız Metin Ersoy’a eli ile vurmağa çalışıyordu. Bir taraftan da “Beni döven o. ç. Polis budur. Binbaşım.” Diye bağırıyordu. Biz ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık.

Askeri inzibatlar o söven sarhoş sivil adamı bağıra bağıra oradan alıp tekrar askeri arabaya bindirdiler ve oradan uzaklaştırdılar. Ancak orada kalabalık resmi ve sivil askerler toplanmış ve gürültü had safhada devam ediyordu. Orduevinden pijamalı bir adam çıktı ve “Eşşek oğlu eşşek deyip kapıda ki sivil başka bir adamı habire dövmeğe başladı. Adam Albaymiş, yorgun gelmiş yatıyormuş, gürültüden rahatsız olunca Orduevi Komutanı da Yarbay mış, sivil orada duruyormuş, tanımadığı için onu dövüyordu. Orası bir anda birbirine karıştı. 

Bizi, üç polis memurunu hemen göz altına aldılar. İnzibat Binbaşı bizleri sorguya çekti ve olayla alakamız olmadığını anlayarak Sıkı Yönetim Komutanı Orgeneral Kemal Yamak’a bilgi verdikten sonra serbest bıraktı. Binbaşı Giresunlu hemşerimizdi ve “O size saldıran başçavuş zaten askeriyede çirkef bir adam olarak tanınıyor. Gayrı meşru yerlerden hiç çıkmıyor. Uyuşturucu bile kullanıyor. Geneleve girdiği sırada tartışmışlar ve bir polis memuru onu dövmüş, tabanca kabzasıyla kafasını, her tarafını kırmış. Sizin arkadaşınızı ona benzettiği için saldırdı. Siz görevinize devam edin. Gerekirse ben sizi çağırırım.” Dedi.

Allah Allah hiç yemeden içmeden bela derler ya geldi bizi buldu. Hemen Hançepek tarafına giderek bu olayı soruşturduk. O Başçavuş sivil ve sarhoş olarak geneleve girerken, Genelev kapısında ki Ahlak polisi Murat’a küfür etmiş ve Murat ta başçavuşu dövmüş, o hale getirmiş. Aksine o Murat ta bizim polis Metin’e hakikaten çok benziyor. Hem de ikisi de Karslı. Olaydan sonra Murat kaçmış gitmiş kabak bizim başımıza patlamış.

Bir saat kadar sonra Nöbetçi Emniyet Müdürü bize anons etti. “Yenişehir Karakoluna gelin.” Dedi. Gittik. Telsiz elinde kapıda volta atarak bizi bekliyordu, Emniyet Müdürü Hadi Bey. Biz arabadan inince yanımıza geldi, cadde üzerinde bizlerle beraber yürüyerek anlatmağa başladı; “Arkadaşlar, biz polisiz, birbirimizi tutmalıyız. Sakın yanlış bir şey yapmayın. Bana söyleyin. Zaten o Başçavuş çirkef bir adammış gibi sözler ettikten sonra siz o başçavuşu niçin dövdünüz? Sakın başkasına söylemeyin, bana tüm gerçeği anlatın bileyim ki, sordukları zaman sizi savunabileyim.” Gibi bayağı bizi korur mahiyette öyle bir şeyler akıl verdi ve bir şeyler de sordu. Güya aklınca bize polislik yapıp söyletecekti. Biz de o söylediklerinden o kadar etkilendik ki, dövmediğimiz halde nerdeyse biz dövdük diyecektik. 
Gerçekten biz dövmüş olsak zaten saklamaz, kendisine söylerdik. Yarım saat kadar ısrarlarına rağmen biz olayla bir alakamız olmadığını söyledik ve birlikte geri dönerek karakola girdik. Karakol asker ve polislerle doluydu, bu olayı araştırıyorlardı. Emniyet Nöbetçi Müdürü Hadi Bey yanımızda bastı telsizin mandalına ve Baş Müdüre “Efendim Başçavuşu döven polisleri tespit ettim şu anda Yenişehir Karakolundayız. Silahlarını alayım mı? Ne emir buyurursunuz?” diye anons etti. Yarım saat geçti Başmüdür Zafer Bey karakola geldi. Bizleri dinlediler ve o gece silahlarımızı alıp, tekrar göz altına aldılar. 

Haydaa, olay bizim üstümüze kaldı ve biz bildiğimiz halde Murat dövdüğünü söylemedik. Müdür Hadi Bey in anonsu üzerine ifadelerimiz sanık olarak alındı. Ertesi gün dayak yiyen başçavuş geldi. Sarhoşluğu da biraz geçmişti zaten. Bizleri başka polislerin arasında teşhis edemedi ve; “Her ne kadar akşam benzettiysem de beni döven polis bunların içinde yok, başkasıdır.” Diye ifade verdi. Bizler Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarıldık ve serbest bırakılıp, kurtulduk.

Eğer başçavuş “Beni döven bu polislerdi.” Deseydi belki bizleri Fransız Guyanası denen Şeytan Adasına yollamayacaklardı ama Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılayacaklardı. Ne ceza verirlerdi Allah bilir. Ne için? O Emniyet Müdürünün makam sevdası için. O Emniyet Müdürü Sıkı Yönetim Komutanına yaranmak için bizleri bile bile suçlu ilan edip ateşe attı. 

Onun için genç polis arkadaşlarıma tavsiyemdir; Kendi varlığının güvenliğini, kendi hayatını, başkasının tasarrufuna veya insafına hiçbir zaman, asla ve asla bırakmayınız ve ‘beni korur, kurtarır’ diye düşünmeyiniz. Kendi işinizi de kendiniz yapınız. Başkası 'benim bu işimi benim lehime yapar.' diye asla düşünmeyiniz, güvenmeyiniz.