SAYFALAR

9 Mart 2024 Cumartesi

MEVALİ NE DEMEK


İslamiyet'ten önce Araplar ''Azad edilmiş kölelere'' Mevali derlerdi. İslamiyet'ten sonra da Araplar, kendilerini diğer Müslüman milletlerden üstün görmeye başladılar. İslamiyet'ten sonra, Mevali kavramı, Arap olmayan Müslüman Milletler için kullanılmağa başlandı ve halen daha kullanılıyor.

Arap geleneğine göre; Mevali'nin malı, parası, karısı, kızı Araba gibi bütün malları Araplara helal sayılıyor.
Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor.
Arap tarihinde, Mevali denildiği zaman akla TÜRKLER geliyor.
TÜRKLER, islamiyet dünyaya indiği 612 yılından, üç asır sonra, 934 yılında Müslüman olmuşlardı. Onlara göre Kuran 'Mekke ve etrafında yaşayan insanları uyarmak için, Arapça inmiş' bir kitaptı ve bu ayet ile sabitti. O dönemde, Mekke etrafında Araplar yaşadığına göre mekanın sahibi onlardı.

''Her millete bir peygamber gönderdik'' şeklindeki Kuran hükmünü, Araplar, 'Hz. Muhammed Araplar için gelmiş Peygamberdir' diye anladılar.
Arap olmayanların Müslümanlığını kabul etmediler. Sonradan Müslüman olan başka milletleri MEVALİ diye tanımladılar.

Emevi döneminde başlayan, İslam'daki ayrıcalığa ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife 699-767 olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, Mevali geleneğine karşı çıkması yüzünden, Arapların hışmına uğramıştır.

Sonradan Müslüman olan TÜRKLER'İN Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.

Mevali kavramı, sadece Emevilere mahsus değildi. Abbasiler de aynı geleneği devam ettirdiler.

Bağdat'taki Abbasi Halifesi, kendini kurtaran Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye kızını vermedi.

Gerekçe, Tuğrul Bey'in TÜRK olması ve Mevali sayılmasıydı.
Tarihin hiç bir döneminde, Araplar, TÜRKLER'İN İslami liderliğini ve egemenliğini tanımadılar. İlk fırsatta TÜRKLERE karşı isyan ettiler. Hilafeti temsil eden Osmanlıya karşı, İngilizlerle beraber savaşan Arap isyancılar binlerce Mehmetçiğimizin vahşice kanını akıttılar.

Bu anlayışın gerisinde MEVALİ inancı yatıyordu.
Nitekim; Osmanlıya isyan eden Arapların başındaki isyancı Şerif Hüseyin İstanbul doğumluydu ve Haşimi soyundan geldiği için Mekke Şerifi tayin edilmişti. Hain Şerif Hüseyin'e göre, TÜRKLER Mevali idi. Mevaliden Halife olamazdı. Mevalinin iktidarına karşı gelmek, İslama karşı durmak anlamına gelmezdi. Bu anlayış, Arapların TÜRKLERE karşı isyan etmelerine yeterli gelmiştir.

2020 yılı Mart ayında Suudi Müftüsü:"TÜRKLER mevalidir, İslami temsil edemezler'' diye fetva verdi. TÜRKLERE karşı Suudilerin, Yunan tarafını tutması ve PKK'ya para yardımı yapmasının gerisinde Mevali anlayışı yatıyor.

Tarihin hiç bir döneminde Araplar TÜRKLERİ kendileri ile eşit Müslüman saymadılar. Zira, Arap kültürüne göre, Mevalinin iktidarı meşru sayılmıyor.

TÜRKLER ise ısrarla tüm bunlara rağmen Araplara layık olmadıkları sevgiyi göstermişler, siyasi ümmetçilik yaparak, Arapları bile kendilerine güldürmüşlerdir. Bu tarihi gerçeği her TÜRK insanı bilmeli, ona göre hareket etmelidir.
TÜRKLER'İN Araplar için ağlaması Atalarına hakarettir! Alıntı

1 Mart 2024 Cuma

ATATÜRK'Ü TANIYIN

Adam 69 yaşında bir fizikçiydi. Karnının üst tarafında 2-3 yıldır artan ağrı yakınması vardı. Bunlara son günlerde artan reflü yakınması da eklenmişti. Şikâyetleri onun yoğun çalışma temposu içinde çalışma ritmini yavaşlatıyor, yaşam kalitesini ve bilimsel üretkenliğini belirgin olarak düşürüyordu.

Hastayı 1948 yılında dünyanın en ünlü cerrahlarından biri gördü ve ona oldukça karışık ve kendi ismi ile anılan reflü ameliyatı yaptı. Ünlü cerrah, operasyon sırasında fizikçinin karın ağrısına asıl neden olanın aortik anevrizma (ana atar damarda balonlaşma) olduğunu da ortaya çıkardı ve anevrizmayı selafon ile sardı. Selafon o günün inanışına göre ana atar damar duvarında bağ dokusu reaksiyonuna neden oluyor ve damarın duvarını kuvvetlendiriyordu. Fizik profesörü 3 hafta hastanede kaldıktan sonra taburcu edildi ve sonraki bilimsel yaşamını üretken biçimde ve çok daha az yakınma ile sürdürebildi.

Bu fizikçinin ismi Albert Einstein, operasyonu yapan ünlü cerrah ise Prof. Dr. Rudolph Nissen’di.

Dr.Nissen, Münih’te bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1896 yılında dünyaya gelmişti. 1931 yılında ilk pnömonektomi, yani akciğer dokusunun ameliyat ile çıkartılması operasyonunu yapmış ve genç yaşta ünü Almanya dışına taşmıştı. Ancak ülkesinde rahatı hiç yerinde değildi. Naziler iktidardaydı ve bir Yahudi olarak büyük bir tehdit altındaydı.

Aynı yıllarda genç Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşma savaşı veriyordu. Üniversite reformu 1933 yılında gerçekleştirilmişti ve yeni kurulan üniversiteye öncü bilim adamları gerekliydi.

Dr Nissen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün davetiyle İstanbul’a getirildi ve henüz 37 yaşındayken ordinaryüs Profesör olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa’daki 1. Cerrahi kliniğine direktör olarak atandı. Türkiye’de kaldığı sürece Türk Tıbbına akademik ve idari anlamda büyük katkılar sağladı ve ayrıldıktan sonra da ilişkiyi hiç kesmedi.

Ayrıldığında geride yeni cerrahi binasının planlanması ve inşaatı, Türkçe ve Almanca yazılmış 4 cerrahi kitabı, 62 adet Türkçe yazılmış bilimsel makale ve yetiştirdiği onlarca öğrenci, asistan ve cerrah bıraktı.

Dr. Nissen, 1939-1952 yılları arasında ABD’de çalıştı. Einstein ile yollarının kesiştiği yıllar bu yıllardır. Ünlü Alman cerrah Prof.Dr. Rudolf Nissen...

1933'de Hitler tarafından ülkesinden kovulmuş ve, 1933 Üniversite Reformu sonrası Türkiye'ye sığınanlardan.

"Helle Blaetter, Dunkle Blaetter" adlı 400 sayfalık anı kitabından işte bir alıntı:

"1935 senesinde Atatürk, o tarihlerde tedavi etmekte olduğum kız kardeşi Makbule Atadan'ı ziyarete gelmişti. Benden hasta hakkında bilgi aldıktan sonra,

Hitler hakkında ne düşündüğümü sordu. *Ben de kendisinin seçimlerle iktidara geldiğini filan söylemeye başlayınca beni susturdu ve devam etti :

Bakın Herr Professor, dünya tarihi, Hitler gibi kendisini bütün tarihlerin en güçlü devlet adamı ve komutanı sanan megolamanlarla doludur.

O da göreceksiniz kendi ülkesini ve de dünyayı büyük bir felakete sürükleyecektir.

Ve tarih de onu öyle anacaktır. Devlet adamı deneyimi olmayanlara devlet idaresini teslim etmek büyük hatadır." Ve Nissen anılarında devam ediyor:

"Atatürk'ün dedikleri kısa zaman sonra gerçek oldu. O büyük insan İstiklal Savaşını kazandıktan sonra üniformasını sırtından çıkardı ve bir daha hiç giymedi. Osmanlı'dan bir enkaz halinde devraldığı ülkesini kısa zamanda medeni bir dünya devleti haline getirdi".

“Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız” diyordu.

Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı.

Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı, ay başında maaşı alınca kapatırlardı.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra insanlardan uzaklaşmadı.

Tokatlıyan'a Pera Palas'a Garden Bar'a Rose Noir'a giderdi.

Yaz aylarında Büyük ada Anadolu Kulübü favorisiydi.

Kış aylarında Park Otel'in akşam yemeklerini çok severdi.

Türk insanı Cumhuriyet'le birlikte eğlenme özgürlüğüne de kavuşmuştu.

Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, teşvik ederdi.

Restoranda, akşam yemeğinde çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye verirdi.

Para ödemeden asla çıkmazdı.

Hiçbir mekanda tek kuruş hesap bırakmazdı.

Kimsenin kendisinden para istemeyeceğini bildiği için, kalkmadan önce mutlaka kontrol ederdi, gazinocunun parasını ödediniz mi?

Ödendi cevabını almadan, emin olmadan kalkmazdı.

Çay aramazdı.

Kahve tiryakisiydi.

Günde 30 civarında Türk kahvesi tüketirdi.

Çalışırken peşpeşe isterdi.

Köpüklü severdi.

Sade içerdi.

Savaş yıllarında şeker çok kıymetliydi, karaborsada bile bulmak çok zordu. Ömrü savaşlarda geçen jenerasyonun tamamı gibi, Mustafa Kemal de mecburen şekersiz içmeye alışmıştı.

Rakı içerdi.

Zihnini dinlendirme ilacıydı.

Adabıyla, ölçülü tüketirdi.

Sarhoş olduğu asla görülmedi.

Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi.

Gündüz içmezdi.

Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi.

“Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi.

Çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı.

Dimitrakopulo ve Bilecik markalarını severdi.

Buz koymazdı. Buz gibi su isterdi.

Meze aramazdı.

Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.

Yemekle beraber içmezdi.

Önce rakı faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi.

Sofrada altı yedi saat otururdu, bunun en fazla bir saati rakı'lı olurdu.

Nadiren viski içerdi.

Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi.

Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi.

Sadece yabancı misafirlere ikram edildiğinde masaya gelirdi.

Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.

Poker ustasıydı.

Özellikle parasına oynardı, çalışma arkadaşlarının hırslarını, tamahlarını, zafiyetlerini poker masasında test ederdi.

Kazanırsa, kazandığı paraları iade ederdi, kaybederse öderdi.

İskambil oyunlarının tamamına hakimdi. 

Briç oynardı. Bezik oynardı. Kanasta oynardı.

Tavla'ya Manastır'dayken başlamıştı.

Harp okulu öğrencisiyken, Babıali'de Stefan'ın kıraathanesine, Meserret Kıraathanesi'ne, Sirkeci'de Rum Yani'nin kıraathanesine takılırlardı.

Bilardocuydu.

Çankaya Köşkü'nde bilardo masası vardı, Paris'ten getirilmişti.

Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı.

Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti.

Arada ıstakayı bırakır, notlar alırdı.

Müzikseverdi.

Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik yönüyle de ilgileniyordu.

Dinlemeyi de severdi.

Söylemeyi de severdi.

Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi, makam bilirdi.

“Hayat musikidir” diyordu.

“Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir” diyordu.

Rumeli türkülerinin yeri ayrıydı.

Vardar Ovası'nı dinlemekten bıkmazdı. Tekrar tekrar söyletirdi.

Fuzuli'nin Nedim'in güftelerini çok beğenirdi.

Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi.

Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı.

Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu.

Gazel okuturdu.

Fasıl severdi.

Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde incesaz heyetini çağırırdı. İstek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi.

Safiye Ayla için “dünya çapında” diyordu.

Onun sesinden “Yanık Ömer”i dinlemeye doyamazdı.

Müzik kitaplarını incelerdi.

Fransız müzik teorisyeni Albert Lavignac'ın “müzik ve müzisyenler” eserini orijinalinden okumuştu, satırların yanına notlar almıştı.

Barok müziğe meraklıydı.

Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırıyordu.

Rahmetli olduğunda sayım yapıldı…

Çankaya Köşkünde 464 adet plak vardı.

Beethoven'ın eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası'nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası'nın albümlerini satın almıştı.

Caz dinliyordu.

Müzik arşivinde, Paul Whiteman'dan Last Night, Jan Garber'den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton'dan Nothing Else To Do, Harry Roy'dan Cheek to Cheek parçaları vardı.

Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi'den Murmuraki'yi çok severdi.

Tango, vals, foxtrot plakları vardı. En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti.

Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı.

Çankaya'da Dolmabahçe'de Yalova'da Savarona'da treninde, gramofonsuz mekanı yoktu.

Şahane dans ederdi. Çocukluğundan beri meraklıydı.

Rüştiye talebesiyken, mahalle arkadaşı Fuat Bulca'yla birlikte Halil efendi'nin salonuna giderlerdi, Selanik'in ilk dans okuluydu. Vals ve polka öğreniyorlardı.

Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”

Muhteşem zeybek oynardı.

“Milli dans” olmasını arzu ediyordu.

Köy düğünlerine denk geldiğinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı.

Gönlünden geçtiği gibi yaşardı.

O ne der, bu ne der, mahalle baskısı, umursamazdı.

İnsanların da tıpkı böyle, özgürce yaşamalarını isterdi.


Tiyatronun hamisiydi, çok severdi, çok sık giderdi.

Sinema da öyle… Çankaya'da veya Dolmabahçe'de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, ilgiyi arttırmak için bizzat sinemaya giderdi.

Hatta herkes görsün diye yürüyerek giderdi.

1923… İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması vardı.

Mustafa Kemal, Latife'yle birlikte geldi. Locaya oturdular.

Salona baktı, hınca hınç doluydu ama, herkes erkekti.

Cevabını gayet iyi bildiği halde “neden hiç kadın yok?” diye sordu.

“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” dediler.

Yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi.

Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu.

Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu.

Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.

Milattı…

Kadın-erkek bir arada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.

Bu muhteşem hadisenin keyfini uzatmak istiyordu.

“Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” dedi.

Kahkahalarla tekrar seyrettiler.

Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların “medeni insan” olduğunu söylüyordu.

İşte MUSTAFA KEMAL'i anlattık… ATATÜRK işte budur ve bir yaşam felsefesidir… Saygılarımla. ALINTI

22 Şubat 2024 Perşembe

TÜRKİYEDE İSYANLAR VE YORUMLARI

Ağuiçen ocağı.

Osman Coşkun'dan alıntı

İSYANLARIN YORUMU-1

Jwaldeh:
“İngiltere (günümüzde ABD) Türkiye’ye zarar vermek için hep Kürtleri kullanmıştı; Cihan Harbi’nde, Türkiye’yi sırtından vursunlar diye Kürtleri ayaklandırmak için ajanlarını, Lawrence ve Noel’i, göndermişti; aşiretleri silahlandıran ve kışkırtan ajanları yine ordaydı.”

Armstrong:
“İngiltere Musul’u ve onun petrolünü istiyordu. Musul’un ve Irak petrolünün anahtarı da Kürtlerdi. Gizli faaliyetlerle İngiltere, Türkiye’yi Musul’dan vazgeçirmeye çalışıyordu. Şeyh Sait Padişah-Halife’nin, vatan haini Vahdettin’in uğruna savaşa girmemiş miydi? İngiltere’yle o yaşlı dalkavuk arasındaki bağlantıyı herkes biliyordu. Ve muhalefet liderleri cumhuriyeti parçalamak ve onların Türkiye’sini mahvetmek üzere bu çeteye katılmışlardı.”

Kürtçü ırkçıların iddia ettikleri tersine, isyanların hiç birinin Kürtçülüklerle ilgileri yoktur.

Koçgiri isyanı, Yunanlılara karşı mücadele verildiği sırada patlak verilmişti. Bu isyana Sünni Zazalar ve Kürtler destek vermemiştir. Hatta Koçgiri aşiretine mensup bazı alt kollar bile isyana katılmamıştır.

Şeyh Sait isyanına Kürt-Zaza Alevileri destek vermediği gibi Türk kuvvetleri yanında yer aldılar. Bu isyan, açıklandığı gibi hilafetin kaldırılmasına karşı mollaların isyanı görünse de arkasında Musul meselesi yüzünden İngilizlerin parmağı vardır.

Ayrıca Şeyh Sait isyanına hala Terakkiperver partisi içindeki halifesever kafalar da el altından destek olmuştur.

Seyit Rıza isyanı sırasında da Türkiye Hatay meselesi ile uğraşıyordu. Bu isyana da Sünni Kürtler ve Sünni Zazalar destek vermemiştir. Hatta Dersim’deki çok az sayıdaki aşiret isyana katılmıştır. Sonuç olarak hiçbir isyan Kürt devleti kurmak için yapılmamıştır.

Bu isyanların hiç biri Kürtler değil, Zazaların çıkardığı isyanlardı. İsyanlarda asla dil ve milliyet belirleyici olmamıştır dolayısıyla Kürtçülükle ilişkileri yoktur.

Soileau:
“Dersimi’nin anlatımlarında "Kürt ordusu", "Kürt kuvvetleri", "Kürt askeri", "Kürt subayı", "Kürt Askeri Divanı Harbi", "Kürt askeri heyeti" gibi, bir devlete ait olduğu izlenimini veren birimler/ terimler kullanarak, meydana gelen olayları "Kürt bağımsızlık savaşı" olarak lanse etmek istemiş ve milliyetçi ideolojisini meşrulaştırma amacıyla abartılarla kurgulamıştır. Zira Dersimi'nin anlatılarını ne resmi arşiv belgeleri ne de yerel sözlü kaynaklar doğrulamaktadır.”

Ticareti, sanatı, parayı elinde tutan Ermenileri ve Rumları geçmiş yüzyılda kışkırtan ve Türklere karşı savaşmaları için her desteği veren Batı, tehcirde Ermenilere ve mübadelede giden Rumlara yardım yapmamıştır. Çünkü istediği Anadolu’yu onlardan boşaltmak, boşalan yerlerini kendi şirketleri ile doldurmaktı ve öyle de yaptılar.

Yanlışa karşı çıkmak, yeni yanlışlar üretmek için olmamalıdır. İsyanların temelinde yeniliklere karşı çıkan, halkı yüzlerce yıldır sömüren feodal yapının temsilcilerini emperyalizmin tetiklemesiyle oluşturduğu gerici hareketlerdir. Emperyalizm bugün olduğu gibi dün de her fırsatta Kürt kartını sahaya sürmüştür.

Devlet içinde devlet olan ortaçağ zihniyeti aşiret yapısını yıkarak halkı kulluktan özgür yurttaş olmaya, okullarla tanıştırmaya ve dünyaya açmak için aşiret yapılanmasının yıkılması şarttı. Mustafa Kemal, halkı bu gerici, ilkel ve karanlık zihniyetin elinden kurtarmak için kararlıydı.

Astahov:
“Kürtlerin ezici bir çoğunluğu milli harekete katılmaktan uzak durdular; zaman zaman da tam tersine, TBMM'ye karşı İngiliz ve Konstantinopol entrikalarının etkisinin eksik olmadığı bir dizi isyana giriştiler.”

Dersim milletvekili Aygün:
“Dersim 1938'e dair Komünist Enternasyonal tarafından yapılan ''gerici aşiret isyanı'' şeklinde değerlendirmektedir.”

Meydan:
“Şeyh Sait isyanında Kürtçü faşistlere göre 100 bin kişi katledilmiştir.”

Gül:
Dersim’de, [1938 yılının 10 ağustosunda binlerce insan kurşuna dizilmiştir. Casus olarak gönderilen bir kadın yakalanmış (O zamanın Dersim’inde kadın Türkçeyi biliyor ve asker-eşraf arasına casusluk yapabiliyor) 1938’de onlarca kadın kendini asmış veya uçurumlardan atmış. Nehir insan cesetleri ile dolu olduğu için su içemeyen askerler susuzluktan öldü.]

İnsan cesetleri baraj olmuş gibi koca nehri tıkadı, aşağı su sızdırmadı ve su bulamamış askerler (aylarca susuz kalmış olmalı) susuzluktan ölmüşler. Bu kirli bilgiler belge-tarih diye kitaplaştırılıyor ve bu ve benzeri yalanlara tepki gösteren dürüst bir Kürtçü ortaya çıkmıyor.

Mollaların, şeyhlerin, seyitlerin… alanı genişledikçe, halkın ıstırabı büyüyordu. Cumhuriyet idaresine karşı halkı aldatmada, kandırmada ve şuursuzca isyana sürüklemede din adına din adamları olmuştur.

Kürtçü ırkçıların arzuladığı gibi Dersim; şeyhlerin, seyitlerin, pirlerin yönetiminde olmuş olsaydı eğer, halk hangi çağı yaşardı?

Dersim isyanı bastırılırken elbette görevini kötüye kullananlar, masumlara zulüm yapanlar olmuş ama bir katliam yaşanmamıştır.

Kürtçü ırkçıların siyasi oluşumu parti dinden geçinen dinci geçinenler gibi Atatürk’ü anma, cumhuriyet kutlamaları gibi etkinlikleri asla hazetmezler ve hatta katılmazlar, anmazlar, kutlamazlar.

Çünkü geçmişte Atatürk’e karşı isyan eden şeyhlerin, seyitlerin, ağaların torunlarıdır da ondan.

“Şeyh Sait olayının hazineye verdirdiği kayıp 25 milyon liradır. Sadece Irak petrollerinin gelirinden, İngiltere lehine vazgeçmenin bedelinin (yılda) 500 bin Sterlin olduğu düşünülürse, işin vahameti anlaşılacaktır. Harekâttan on yıl sonra bile 1948’de, “yalnız Dersim merkezi için yılda 3 milyon lira” harcanmaktadır.”

Halkın yanında olan bir zihniyet, halkı ezen, sömürenlere karşı cephe alması gerekmiyor mu? Hem halkın yanında hem reislerin, seyitlerin yanında. Hem ezilenden, sömürülenden yana, hem ezenden, hem sömürenden yana… Binbir surat gibi.

Cavadbeyli:
“Kürtler saf ve eğitimsizler; bunun içinde bütün yabancı güçlerin oyununa geliyorlar.”