SAYFALAR

11 Ocak 2012 Çarşamba

MÜDÜRMÜŞ

1974 yılı başlarıydı. Daha iki üç haftalık filan çiçeği burnunda yeni Polis Memuruydum ve Adana Bağlar Karakolunda görev yapıyordum. 

Bağlar Karakolu, Baraj yolu üzerinde Mersine kadar giden, sulama kanalı kenarında Adana’nın en güzel Karakollarından biridir. Hemen önünden geçen bir metre derinliğinde yedi-sekiz metre genişliğinde ki sulama kanalı bir çok kişinin boğularak ölmelerine sebep olsa da Bağlar Karakolu ve çevresinde ki yerleşim yerlerine hayat veriyordu. Çünkü gece ve gündüz devamlı suyun Mersin’e kadar akmasını sağlar ve Adana’nın o pişirici sıcağından korur, devamlı serin tutardı.

Bizim zamanımızda karakol hayatı şimdiki gibi Gurup Amirlikleri telsizler filan yoktu. On onbeş memur ve yeteri kadarda bekçiler bulunurdu. Bekçiler gece çalışırlar ikişer ikişer mıntıka görevleri yazılır, sabaha kadar bu bölgede dolaşır arada bir düdük çalarlar, hırsızlara karşı önleyici tedbirler alırlardı. Devriye polis memurları bekçileri bölgelerinde kontrol eder, görev defterlerini imzalarlar s
aatte bir telefon açarak karakol nöbetçisine bilgi verir ve bilgi alarak devriye görevlerini sürdürürlerdi. 

Gündüz ve gece bütün olaylardan Karakol Amiri sorumlu, ancak gece ki önemli olayları Amire haber vermek suretiyle Karakol Nöbetçisi sorumluydu. Bir hafta öncesinden bütün memurlara karakol yazıcısı tarafından görev yazılır, bu görev çizelgesi Karakol Amiri tarafından imzalanıp, gerekli yerlere gönderilir, böylece görev taksimatı daha önceden ilgili makamlar tarafından bilinirdi. Gece ve gündüz her zaman bir Karakol Nöbetçisi, bir de İhtiyat Polis Memuru Karakolda bulunurdu. Nöbetçi Polis Memuru olmaz veya işi çıkarsa yerine İhtiyat Polis Memuru bakardı. Ayrıca bir de gece bekçisi devamlı Karakolda bulunur temizlik ve bazı ihtiyaç işlerinde kullanılırlardı.  

Bir gece Karakolda Nöbetçi Polis Memuruydum. İhtiyat görevli olan Polis Memuru Yahya ve Bekçi arkadaş 'HOCA' lakaplı doğruluk timsali Fahrettin ile birlikte Karakoldan biz sorumluyduk. Bekçi için doğruluk timsalı dedim, çünkü karakola gelirken elinde bir paket çay varsa “paranla mı aldın?” diye sorar. Eğer paranla almamışsan o çaydan 'haramdır' diye hiç içmezdi, bizim Fahrettin Hoca, böyle bir adamdı işte. Bir de kendisine kanuni veya kanunsuz bir görev verirsen mutlaka ne pahasına olursa olsun, canı pahasına dahi o görevi yerine getirirdi. 

O zamanlar fazla olaylar olmaz herkes birbirine saygılı Türkiye'de yaşayanlar için çok mutlu yıllardı. Biz üç arkadaş Karakolda duruyoruz, eğer bir olay olursa müracaatlarını alıp gerekenlere adli takip başlatılmasını sağlıyorduk. Acil yakalama olayları olursa hemen Haber Merkezine telefonla bilgi verip, o kaçan araba ve kişilerin yakalanmalarını sağlıyorduk.

Gece saat 01.00 sıralarında birkaç sivil arkadaşlarımızla kapıda oturmuş, akan kanalın sağladığı serin havada demlediğimiz çayı içip muhabbet ederken, sol taraf kanal boyundan bir at arabası geldi. Araba yanımızda, karakolun önünde durdu. Arkada yolcu olarak oturan bir adam tam karakolun önünde at arabasından atlayarak indi. Bu inen şahıs şalvarlı ve sivri kasketli, ince, uzun boylu, 50-55 yaşlarında köylü tipinde bir adamdı. Merdivenleri hızlı adımlarla birer ikişer birden çıkarak yanımıza gelip selam verdi. At arabası sürücüsüyle birlikte kanal kenarında ki yol boyunca sağ tarafa doğru uzaklaştı ve ilerde gözden kayıp olup gitti. 

O zamanlar şehir içi ulaşımlar 5 liraydı ve Murat 124 arabalar kullanılırlardı. At arabalarının yolcu taşıdıklarına pek şahit olmamıştık. At arabaları da vardı fakat daha ziyade şahsi işlerde ve sebze meyve satma işlerinde kullanılırdı. Kasketli adam karakola at arabasıyla gelmişti. Selam verdikten sonra bir müracaatının olduğunu, kızının zorla kaçırıldığını ve kurtarılması için yardımlarımıza ihtiyacı olduğunu söyledi.

Hemen yerimizden kalkarak adamı içeri davet ettim. Daktilonun başına oturduktan sonra bekçi Fahrettin Hoca'nın da getirdiği çayları birlikte içerken kendisine alel acele hemen Haber Merkezine telefonla bildirmek ve sanıkların yakalanmasını sağlamak için araba plakası ve konumlarıyla ilgili bazı bilgiler sordum. Hiçbir şey bilmediğini söyledi. Müracaatını almak için kimlik istedim. Kimliği de yoktu. Kendi beyanına göre kimlik tespitini yaptıktan sonra ben usulen müracaatını alırken “Senin ismini öğrenebilir miyim, arkadaşların yok mu? Karakolda sadece üç kişi misiniz? Memur Bey" gibi bazı sorular sordu bana. Bütün arkadaşların mıntıkada olduklarını, her saat telefon açtıklarını ve gerektiğinde karakola çağırabileceğimi, eğer şüphelendiği birileri varsa hemen yakalatabileceğimi, söyledim.  

Adam çayını dahi bitirmeden yerinden kalktı ve hiç bir şey söylemeden dışarı çıkarak merdivenlerden aşağı inip yürümeğe başladı. Bir kaç defa arkasından çağırdım; “Beyefendi müracaatınız!” filan dediysem de, hiç kulak asmadı, gidiyor. “Ben vaz geçtim, müracaatım filan yok.” Dedi ve yaya olarak yürüyüp gitti. İhtiyat arkadaşım Yahya peşinden biraz giderek ısrar etmesine rağmen adam geri dönmedi. Baraj tarafına doğru döndü, köprüyü geçti ve yaya yürüyerek gözden kayıp oldu. 

Yapılacak hiçbir şey yok. Zorla ille “müracaat ver” diyecek halimiz yok ya. Hatta vah yazık deyip adamın kızının kaçırılması olayının derdine de ortak bile olduyduk. Biraz da sinirlendim ama ne yapalım adam gitti, Ben de yarım kalan müracaatını daktilodan çıkartıp öylece karbon takılı olarak sümen altına koyup sakladım. Çünkü yarın şikayet konusu filan olabilirdi.

Karakolun yerleşim düzeni, merdivenlerden yukarı çıkınca sağ tarafta amir makam odası, sol tarafta memurlar odası ve arka tarafta da nezarethane ve bekleme odaları bulunuyordu. Gece Karakol Amiri Başkomiser bulunmadığı için ben nöbetçi olduğum zaman odasının ışıklarını yaktırmazdım. Kapısı açık fakat ışıkları sönük olarak dururdu ve kesinlikle hiç kimse içeri girmezlerdi. Memurların odasının ışığı ise devamlı olarak yanardı. 

Saat 02.30 sıralarında, İhtiyat olan arkadaşım Yahya arka oda da biraz uyku kestirirken, bende bazı eski ifadelere bakıp kendime göre bir şeyler ile uğraşıyor hem de bazı bilmeğim uygulamaları öğrenmeğe çalışıyordum. Bekçi Fahrettin Hoca yanıma gelerek gizli kulağıma ‘bir adamın Başkomiserin odasında makam koltuğunda, karanlıkta oturduğunu’ söyledi. Aha...bizlerden başka kimse yoktu, kim olabilirdi ve biz görmeden içeri nasıl girebilirdi?

Karanlık olan Karakol Amirinin odasına tabanca elimde birden girerek ışıkları yaktım. Aaa akşamdan gelip te 'Kızımı kaçırdılar, şikayetim var.' diyen ve sonra müracaat etmeden çekip giden o adam. Başkomiserin makam koltuğunda karanlıkta yalnız başına oturuyordu. Ben içeri girer girmez hemen hızla ayağa kalktığını gördüm. Silahımı kendisine doğrulttum ve “Kaldır ellerini.” Diye bağırdım. Bu saatte o odaya kim girebilirdi? Adam ellerini kaldırdı ve bir şeyler konuşarak geri geri kaçmağa başladı. Masanın etrafında bir dolandıktan sonra dışarı fırladı. Bekçi Fahrettin de zaten arkamdaydı.

İkimizin de elinden sıyrılırken bir şeyler anlatmak istiyor fakat fırsat bulup anlatamıyor, bir an önce bizden kurtulup kaçmağa çalışıyordu. Adama bir iki tekme salladım fakat tekme de vuramadım. Adam yola atladı ve baraj yoluna doğru koşarak kaçarken köprünün yanına kadar peşinden koştuk, yakalayamadık. İlk gittiği zaman ki yolu takip ederek kaçtı gitti. Yakalayamadığım da çok iyi olmuş, çünkü yakalasam dövecektim. Sadece merdivenlerin altında başında ki çiftçi kasketini ancak kapabildim ve kasket bende kaldı. Biz daha karakoldan uzaklaşamadık geri döndük. Karakolun içinde her tarafı aradık, taradık şüpheli bir durum bulamadık.

Demek kı bir fırsatını bularak gizlice odaya girmiş ve oradan bizi izliyordu veya uyuyordu. Bekçi arkadaş bana "Sen duymadın mı ağabey adam Emniyet Müdürü mü ne imiş? Sen dövmeğe çalışırken öyle bir şeyler söylüyordu." dedi. Ben sinirimden sahiden hiçbir şey duymamıştım. “Hadi canım. Emniyet müdürü şalvar ve kasket ile ve at arabası ile ne işi olabilir?” dedim fakat biraz da korktum. 

Gayet normal gece görevim bitti. Sabah Karakol Amiri Yavuz Bey'i bekledim, olayı anlattım ve evime giderek tek odalı bekar evimde yattım. Hiç bir ses seda yok. Demek ki müdür değilmiş. Eğer müdür olsa, ohoo beni çoktan ne yapacaklarsa yapmışlardı. Aradan bir kaç gün daha geçti, hiç bir arayan soran yok. İyi rahatladım.

Bu arada bu konu dallanmış, budaklanmış, Adana da duymayan kalmamıştı. Beş altı gün sonra, tekrar geceye geçtiğimin ilk günü, öğlen üzeri karakolun arabası Willys Jip kapıma gelmiş, Şoför Rıza Dayı açık olan odamın camına 'tık-tık-tık' diye vurup beni yüksek sesle çağırıken uyandım. “Kalk seni çağırıyorlar.” Dedi. Karakola gittim. Başkomiser Yavuz Bey "Yeni gelen Müdür Yardımcısı Selim Bey seni çağırıyor. Belki de o geçen ki olaydandır. Sakın ileri geri konuşma" dedi. Bana biraz akıl ve cesaret verdikten sonra birlikte Karakolun jipi ile Müdüriyete gittik. Personel Şube İdari Büroda bir Komiser beni bekliyordu. Bir iki yere girip çıktıktan sonra üst katta sol tarafta ‘MÜDÜR YARDIMCISI’ yazıyordu. İçeri girdi çıktı ve bana gir diyerek kendisi çekti gitti. 

Kapıyı çaldım. Biraz bekledim. Cevap gelmeyince içeri girdim. Başımla bir selam verdim. Adam başını kaldırdı ki, tanıdım; bir kaç gün önce at arabasıyla Karakola gelen ve benim kovaladığım o şalvarlı, kasketli adam. Fakat şimdi şalvar yok, kasketi zaten bende kalmıştı. Grant tuvalet giyinmiş yakışıklı bir adam. “Hani şapkamı getirmedin mi Lazoğli?" Dedi. “Sizin yanınıza geleceğimi söylemediler Sayın Müdürüm.” Dedim. “Ula Lazoğlı kaç yıllık polissen?” dedi. Ben de göğsümü gere gere “Üç haftalık.” Dedim. “Tutabilseydin beni dövecek miydin?” dedi. Hiç ses etmedim, başım önüme eğildi. Valiliğe bir yazı yazdırır ve benim kimliğimi, tabancamı alarak anında açığa aldırabilirdi.

O akşam karakola şalvarlı kasketli olarak at arabasıyla gelen şahıs kimmiş biliyor musunuz? Nerden bilesiniz. Ben sanki bildim mi ki? Emniyet Müdürü, 'TİLKİ' lakaplı Selim Ayşıl Bey, yanı Tilki Selim. İstanbul kadrosundan Adana'ya Müdür Yardımcısı olarak atanmış. Kadro kendisini tanımadığı için bu şekilde kadroyu kontrol edip kötüleri tespit ediyormuş. Osmanlı Padişahları gibi tebdili kıyafet dolaşmış Adana da. On beş günlük meyil izni bile yapmamış. Tespit ettiği kötü muamelede bulunan yedi-sekiz polise soruşturma açtırdı. İki üç Trafikçiyi da açığa aldırdı. Görevine başladıktan sonra da beni çağırtmış.

Yine merak edersiniz söyleyim. Bana da bu olaydan takdirname verdirdi. Başıma bir şey gelse hemen yanına koşardım. Zaten başka da güvenebileceğim hiç bir kimsem yoktu. Allah razı olsun. Daha sonra ki sene 20 gün hakkım olan senelik iznimi Personel Şubeden alarak imzalaması için yanına gittiğim zaman; "Sen bir yıllık polissin 20 gün izin alıyorsun. Ben 20 yıllık polisim daha bir arada 10 gün izin kullanmadım." dedi ve izin yazımı çizip üstüne ‘on gün’ diye yazdıydı. 

'Kadroyu çok sıkıyor' diye mi bilmem, sonraları Baş Müdür Nihat Bey ona pek faal görevler vermedi. Emniyet Müdürlüğü çevresinde Hidayet isimli bir polis memuruyla inşaat ve çevre düzenlemesi işlerine bakıyordu. Saygılarımı sunuyorum ve kendisini yad ediyorum.

KAHRAMAN POLİS


İlk polislik meslek hayatıma 1973 yılında Adana Bağlar Karakolunda başladım. İzmir Gürçeşme Polis Okulundan on kişi kura çekmek suretiyle Adana’ya atandık. Hepimizi ayrı ayrı yerlerde göreve başlattılar. Biz iki arkadaşı kanal üzerinde Baraj yolu köprüsünün tam ayağında Gazipaşa Mahallesinde bulunan Bağlar Karakoluna verdiler. Zaten meslek hayatımda resmi çalıştığım ve hiç unutamadığım beş ayım burada geçti.

Adana da Seyhan nehri üzerinde Seyhan Barajı vardır. Bu barajda ki gölden alınan su sulama kanalının içinde taa Mersin’e kadar akar gider ve bu bölgede ki tarım alanlarını sulayarak tarıma can verir. Kanal bir metreden daha derin ve 8-10 metre genişliğinde üç tarafı beton dökülerek ıslah edilmiş, sadece üstü açık olarak akar gider ve bu su tam Bağlar Karakolu önünden geçer.

Nehir gibi akan ve şehri ikiye bölen bu kanalın üstü açık olduğu için, kanal boyunca Yazın o sıcaklarda insanlar serinlemek için burada yüzmek isterler ve çok sayıda çocuk ve insan boğularak can verirler. Adana’ya gittiğim ilk zamanlardı, bir Ağustos sabahı biz memurlar karakolun önünde oturmuş çay içip sohbet ettiğimiz sıralarda kanalın sağında solunda insanların bağrıştıklarını ve koşuştuklarını gördük. Polis Memuru Hasan Kılıçtürk ağabey ile yola atladık ve bu adamların yanına kadar koşarak gittik. Sulama kanalında bir çocuk akıntının gücü ile bata çıka Mersin'e doğru gidiyor, bazı kişilerde çaresiz bir halde her iki taraf kanalın kıyılarından bağıra çağıra suda giden çocuğun peşinden koşuyorlardı. Ben hemen tabancamı ve cüzdanımı çıkararak yanımdaki Polis arkadaşım Hasan ağabeye verdim. Resmi elbiselerim ile çocuğu kurtarmak için kanala yanı suya atladım.

Çocuğu yakaladım. Fakat kanalın kıyısı çok kaygan ve yayvan olduğundan geri çıkaramadım. Çocukla beraber aynı şekil iki yüz, üç yüz metre kadar akıntı ile gittik. Karakolda ki arkadaşlar da koşuştular ve yandaki inşaattan uzun bir sırık bulmuşlar kıyıdan suya uzattılar. Ona tutunarak bekledim ve attıkları ipe çocuğu bağlayarak yukarı verdim. Sonra da ben sudan çıktım. Arkadaşlar çocuğu bacaklarından asarak sallamak suretiyle karnından bayağı bir su çıkarttılar ve çocuk ölmedi hayatı kurtuldu.

Bu olay yanı çocuğu sudan çıkarma olayı hemen Baraj Köprüsünün yedi sekiz metre ilerisinde oluyordu. Ben kendimi bu olaya kaptırmış kanalın kıyısında bir kaç polis arkadaşla birlikte çocukla uğraşırken, bazı sesler duyarak kendime geldim. Pötürgeli Polis Memuru Mustafa" Bak hele, bak hele" diyordu. Kafamı kaldırıp baktığım zaman büyük bir insan kalabalığının köprü ayağında ve üzerinde durmuş, hem bizi seyrediyorlar, hem de el çırparak "Kahraman polis çok yaşa" diye bağırıyorlar alkışla tempo tutuyorlardı. Meğer o sırada köprüden geçmekte olan ve olayı gören belediye otobüsleri ve Topel dolmuşları orada durmuş içinde ki insanlar inmişler bizi biraz seyrettikten sonra bu şekilde bağırıyorlarmış.

Ben böyle tezahürata alışık olmadığım için biraz utandım. O sırada Karakol Amirimiz Kayseri li Yavuz Bey Karakol kapısında bizi bekliyordu. Çocuğu Karakola getirdik. Islak olduğum için Başkomiser Yavuz Bey bana “Git üzerini değiş. Bugün de gelme izinlisin” Dedi ve izin verip eve yolladı. Ben üzerimi değişip sivil olarak tekrar geri Karakola döndüğüm zaman gazeteciler gelmiş gitmiş, herkes dağılmış, alkış ve tezahürat bitmiş, çocukta hastaneye gönderilmiş, her şey normale dönmüştü.

Ertesi gün göreve geldim. Bütün arkadaşlar beni görünce gülüyorlardı. Meğer o gün gazetede çıkan yazıları çoktan okumuşlar. Biraz sonra Karakol Amiri Yavuz Bey elinde gazetelerle bizim odamıza geldi. Bütün gazeteler de ıslak çocuğun elinden tutmuş Başkomiser Yavuz Bey'in kendi resmi vardı. 'Kahraman Polis Amiri kanala atlayarak boğulan çocuğun canını kurtardı.' diye manşet atmışlardı.

Başkomiser Yavuz Bey bana "Ya Recep, bu gazeteciler çok puşt, seni yazacakları yerde beni yazmışlar.” diyor ve gülüyordu. Olay Tutanağına Başkomiser, Hasan Kılıçtürk ve benim isimlerimiz açıldı. Taltif ile ödüllendirilmek için yazı yazıldı ve üçümüz de bir maaş ikramiye ile taltif edildik.



7 Ocak 2012 Cumartesi

ONLAR GÖREVİNİ YAPTI

Ben kabadayı Süleyman Sırrı Prodan'ı tanımazdım. 1974 yılında Cinayet Masasına ilk gittiğim zamanlarda ekibimizle birlikte bir Mersedes araba durdurduk. İçerisinde iki kişi vardı. Bunlardan biri Süleyman Sırrı Prodan ve öbürü de şoförü imiş. 

Araba içinde yaptığımız aramada bir on altı lı 9mm Fransız malı Mab ve birde Amerikan malı 4 inçlik 357 Magnum Colt Python olmak üzere iki adet tabanca yakaladık. Hiç itiraz etmediler. Gayet kibar bir şekilde bir af yolunun olup olmadığını sordular. Biz adamlara hiç yüz vermeden göz altına alıp evraklarını tekamül ettirdik ve suç üstü olarak Adliye ye çıkardık.

O zamanlar Suç Üstü olarak olaya şahit olan polisler de birlikte mahkemeye çıkarlardı. Meşhut Suç sayılırdı. Biz polisler de birlikte mahkemeye çıktık. Hakime ifade verirken biz olay sırasında tuttuğumuz tutanakların doğru olduğunu söyledik. Süleyman Sırrı ve adamı "Bu silahlar bizim değil. Arabamda yerde buldular. Başkaları koymuşlar. Benim düşmanım çok" dedi. Hakim "Polisler mi koydu? Kim koydu?" diye sordu. "Kendine gel hakim bey. Onlar görevlerini yaptılar.  Ağabeylerime haksızlık etme. Onları tebrik ediyorum. Silahlar bana ait değil, benim düşmanlarım çok, onlar koymuşlar" dedi ve güya biz polislere sahip çıktı. Bu harekette galiba polisle iyi geçinmek için bir taktik olabilirdi.

Hakim davanın tutuksuz devamına karar verdi. Hepimiz birlikte adliye koridorunda giderken Süleyman Sırrı Prodan bana yaklaştı ve "Delikanlı sizin gibi polise hayranım. Siz görevinizi layık olduğu gibi yaptınız, iş bitti. Artık rüşvet sayılmaz. Şunu alın ve eğlenirsiniz" dedi. Avucunun içinde bir miktar para vardı. Galiba bir daha ki sefere yakalamamız için yatırım yapıyordu. Sonraları da yanına çok gittik mert bir adama benziyordu. 

Polisin aleyhine kimseyi konuşturmaz dövermiş. Buna benzer polisten sebep yaralama olayları da olmuş. Hatta polisten sebep cezaevinde bir mahkumu şişle yaralamış. Fakat biraz da bunları polise hoş görünmek için veya menfaat için yapardı galiba. Bir çok polisin izine ayrıldığı zaman ondan kullanma silah aldıklarını ve sonra göreve başlayınca kendi silahını alıp, onun silahını geri verdiklerini duyardık. Çünkü o zamanlar polis izine ayrıldığı zaman zimmetli silahını geçici olarak geri alırlardı.

Sonraları Süleyman Sırrı Prodan Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur ve Yardımcısı Ahmet Albay'ı Belediye Toplantı Salonunda silahla ağır yaralayıp Beyrut'a kaçtığı söylendi. Çok çapa sarf etmemize rağmen bir türlü yakalayamadık.