SAYFALAR

11 Ocak 2012 Çarşamba

BEN DE POLİSİM

Mahmut isimli bir arkadaşımız vardı. 1968 yılında Sivas’ın Divriği İlçesinden kalkıp İzmir’e askerlik yapmak için gider. Burada polisleri yakından görerek bu mesleği çok sever ve polis olmağa karar verir. Terhisine üç dört ay kala bir polis karakoluna giderek, polisliği çok sevdiğini, polis olmak istediğini söyler. Karakolda yol gösterirler ve tam askerliği bittiği sırada polisliğe müracaat eder. Maşallah boy pos da tam yerinde. İşlemleri tamamlandıktan sonra ‘Sen git biz seni çağıracağız’ derler. Mahmut askerliği bitirmiş ve doğru Divriği de ki köyüne giderek, polisliğe çağırmalarını beklemeğe başlar.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra Mahmut’un kalmakta olduğu Köyüne jandarmalar gelir ve bir kağıt imzalatarak Polislik için İstanbul’a gitmesini söylerler. Mahmut sorar soruşturur ve İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gitmek için Avrupa yakasında otobüsten iner. Bir taksiye binerek Vatan Caddesinde ki Emniyet Müdürlüğüne gider. Sevinçten uçmaktadır. En sevdiği mesleğini kazandı, polis oldu. Artık bir de kız bulup evlendikten sonra hayatını yaşamağa devam edecektir.

Emniyet Müdürlüğünde önce Personel Şubeye gider. Orada ‘İhtiyaç olduğu için seni okula göndermeden direk polis olarak İstanbul’a tayın ettiler. Lojistik Şubeden iaşelerini ve silahını al, tekrar bize gel sana polis kimlik kartı vereceğiz’ derler. Mahmut ta koşturarak ne derlerse onu yapar. Geri gelir polislik kimlik kartını da Personel Şubeden alır. “Tamam sen polis oldun git Langalar Karakolunda göreve başla.” Derler. Mahmut rahatlar oh polis oldu. Önce bir otele kalmak için kayıt olur. Yanında ki bavul ve Lojistik Şubeden aldığı resmi elbise kumaşlarını otel odasına bırakır, ücretini de öder ve öğleden sonra Langalar Karakoluna köyden geldiği gibi sivil kıyafetlerle gider.

Karakola girer fakat içerde resmi polislerden biraz gergin bir hava bulur. Kimseye bir şey söyleyemez. Hatta resmi birisi biraz fertçe “Niçin geldin? Git otur oraya.” Der ve orada oturan gençlerin yanını gösterir. İçerde bankın üzerinde beş kişi kendi gibi gençler oturuyor. Demek ki kendinden önce gelen polisler de varmış. Hemen yanlarına oturur, sıraya girer. O oturanlar da genç ya Bunlarda yeni polis yeni göreve başlayacaklar. Öyle anlar. Uzun süre bekledikten sonra bunlara kimse bir şey sormaz, akşama kadar otururlar. Karakola görevi devralmağa yeni polisler gelir ve görevi devralırlar. Yeni Nöbetçi Polis bağırır çağırır bunları kaldırır ve doğru nezarethaneye koyar. Kendi kendine ‘Allah Allah acaba sır tutabiliyor mu diye bizi test mi ediyorlar? Olsun öyleyse biraz sonra çıkarırlar.’ Diye düşünür. İyi sır tutuyor ya kimseye de bir şey sormaz. Ha çağırsınlar, ha çıkarsınlar derken sabah olur. Karakola gelene kadar her şey süper gitti de Karakolda birden ne oldu da böyle oldu anlayamaz.

Ertesi gün gündüzcü Nöbetçi memur görevi devralırken bakar ki nezaret defterine kayıtlı beş kişi suçlu var. Bir mahalle maçında kavga etmiş ve yakalanarak göz altına alınmışlar fakat içerde nezarette altı kişi var. Hepsini nezaretten çıkarıp karşılarına durdurmuşlar ve kimlik tespiti yapıyorlar. Bakarlar ki Mahmut’un ismi nezaret defterinde yok. “Sen kimsin be birader? Nezarette ne yapıyorsun? Seni buraya kim getirdi?” diye sorarlar bizim Mahmut’a. Mahmut "Ağabey vallahi kendim geldim. Ben de polisim, aha tabancam kimliğim var. Dün bu karakola tayin edildim. Sır tutabiliyor mu? diye beni denediniz sandım" der. Özür filan dilerler. Karakol Amiri “Sen şimdi git istirahat et de yarın gündüz gelirsin.” Der. Mahmut öyle üzgün karakoldan çıkar istirahat etmek için otele gidecek fakat Allah ıslah etsin. Otelin ismini unutmuş. Yerini zaten bilmiyor. Öğlene kadar her tarafta aramış fakat oteli bulamamış. Başka bir otele giderek yatmış ve Lojistik Şubeden aldığı resmi elbise kumaşları ve kendi eşyaları ile 25 adet te tabanca fişeği kayıp olmuş. Mahmut Sümerbank tan kumaş alıp elbise diktirmiş ve aynı karakolda uzun zaman polislik görevine devam etmiş..

Biz sadece aksilikler oluyor diye kendimizi görüp hayıflanıyoruz fakat demek ki böyle aksilikler herkesin başına gelebiliyor da pek azını bizler bile biliyoruz.

DELİYİ TESLİM ETTİK

1974 yılı Siyasi olaylar nedeniyle Sıkı Yönetim ilan edilmiş, askeriye yarı yarıya yönetime el koymuştu. Adana ve civarında Polis Teşkilatı Askeriyenin emrinde çalışıyor er den komutana kadar herkes kral gibi astığı astık, kestiği kestikti. Sıkı Yönetim Komutanı Jandarma Albay Osman Çitim Bey ve bazı komutanlar Adana da asayişi düzeltmeğe çalışıyorlardı. 

Halbuki solcular ve sağcılar bazı yerleri kurtarılmış bölgeler ilan etmiş, her akşam karşı taraftan bir adam öldürüyorlar. Bazen de karşı taraftan öldüremeyince kendi adamlarını öldürüp, karşı tarafların üzerine atıyorlardı. Adana öyle bir duruma gelmiş ki iki gurup birbirlerine tam düşman olmuşlardı. Hatta polisler bile bölünmüş, başta Vali olmak üzere ‘bunlar bizimkiler mi?’ diye gördükleri toplu yürüyenler için anons ediyorlardı.

Askeri inzibatlar ve kolluk kuvvetleri her tarafta vızır vızır dolaşıyor, bir ufak şüpheli insanları yakalayıp kendilerine göre sorgu yapıyorlar, durumlarını inceliyorlardı. Yakaladıkları adamları muhafaza edecek yerleri olmadığından, geçici olarak polis karakollarına teslim ediyor, sonra alıp sorgularını kendileri yapıyorlardı. 

Bir akşam üzeri Bağlar Karakoluna bir askeri cemse yaklaştı ve içinden inen inzibatlar yakaladıkları birkaç siyası suçluyu, geçici olarak muhafaza edilmesi için karakola getirip sonra geri almak üzere teslim ettiler. Bu olağandır. Nezarethanelerinde yer olmayınca geçici olarak zimmet karşılığı başka karakol nezarethanelerine suçlular misafir olarak bırakılır ve sonra geri alır sorguları yapılırdı. Her zaman olan gayet normal bir uygulama. Bu suçlular bir veya birkaç gece Karakolumuzda misafir olarak kalacaklar, askerler sonra gelip geri alacaklardı.

Akşam görev alan gurupta Karakol Nöbetçisi Tunceli li 
Abdulbaki isimli bir polis arkadaştı. Nezaret defterini imzalayıp görevi teslim aldıktan sonra kayıtlardan suçluları incelerken, inzibatların gündüz gurubuna teslim ettiği suçlulardan birinin Tunceli li hemşerisi olduğunu öğrenir. Şahsı nezarethaneden çıkartır ve yanına çağırarak kendisine birkaç soru sorduktan sonra bir de çay ısmarlar ve; "Haşa meynuzur seni yakalayanın neresine, senden terörist olmaz. Suçlu da olmaz. Biz hemşeriyiz. Serbestsin hadi git." der ve suçluyu salıverir. O öyle küfürlü konuşacağı zaman 'Haşa meynuzur' derdi her ne demekse. Delikanlı önce inanamaz. Gerisine ve sağa sola baka baka hızlı adımlarla giderken, diğer polis arkadaşlar Abdulbaki arkadaşı uyarsa da O dinlemez. İnzibatların geçici olarak teslim ettikleri, sonra geri alacak oldukları Zeki isimli suçluyu salıverir ve suçlu da çeker gider.

Ertesi sabah bizim gurup görevi devralırken, Karakol gurup nöbetçisi Mehmet Emin, suçlu noksan olunca nezaret defterini imzalayıp suçluları ve görevi teslim almadı. Abdulbaki görevi devir teslim etmeden öylece bırakıp istirahat için evine gitti. Karakol Amiri gelince konu haliyle kendisine intikal etti. Karakol Amiri Başkomiser Yavuz Bey şoför Bekçi Rıza'yı yollayıp Abdulbaki’yi evinden aldırdı. Baki Karakola gelince tabancasını alıp nezarette bekletirken bir taraftan da o salıverilen kişinin evine bakmak için birkaç polis gönderdi fakat verilen adreste hiç ev filan yok, tamamen boş tarla. Haliyle bırakılan adam da yok tabi. Hayalı bir adres verilmiş. Başkomiser Yavuz Bey Tunceli li polis Memuru Baki'yi bu adamı bulup, yakalayıp getirmesi için bir polisle birlikte tekrar yolladı. Adres asılsız ve şahıs bi mekan takımından çıkınca bulunabileceği yerlere bakıldıysa da şahıs yakalanamadı. Gidiş o gidiş, Zeki isimli bu adam sırra kadem bastı.

Artık Polis Baki’yi kimse kurtaramazdı. Hepimiz çok üzülüyorduk fakat elden gelecek bir şey yok, sonra kendi salıverdiği için, kendi düşen ağlamazdan başka bir şey de diyemiyorduk. Kendisi de sonradan suç işlediğini anlamış ağzını bıçak açmıyordu. 

Öğleden sonra hepimiz Karakolun önünde oturmuş akan kanalın suyu ile serinlenip lağ lağı ederken birden Karakol Amiri Yavuz Bey odasından Polis Memuru Poturge’li Mustafa'yı çağırdı. “Hemen git karşıda Pazar yerinde ki Deli Hasan’ı al gel.” Dedi. Karakolun karşısında pazar kurulmuş herkes alış veriş ediyorlardı. Deli Hasan hep pazar yerlerine ve duraklara takılır, verilen bağışlarla geçinen kimsesiz bi mekan takımından birazda garibanın biriydi. Herkes Deli Hasan'a takılır acı verirler, o da her tarafı dümdüz eder söver, millet yine takılmağa devam ederler sonrada para verirlerdi. Polisler de o Hasan’a çok takılırlar onun için polisleri de pek sevmez saymaz hatta küfür bile ederdi, Deli Hasan. 

Mustafa Deli Hasan’ı o kendisine söverken ve direnip gelmek istemezken çeke çeke Karakola getirdi. Hatta getiremedi, yarı yola kadar gidip bizlerde getirmek için yardımda bulunduk. 

Ben önce Deli Hasan birini vurdu yaraladı da Başkomiser oturduğu yerden gördü, onun için getirtiyor, öyle sanmıştım. Deli Hasan odasında bizim Başkomiseri de dövecekti. Sınırından ağzından köpükler dökülüyordu. Önce onu nezarete attık. Bir iki saat sonra Başkomiser odasına aldı. Deli Hasan'a "Ben Başkomiserim bu karakolun amiriyim. Seni de kendime yardımcı yaptım. Sen bana teşekkür edecekken sövüyorsun. Halbuki seninle birlikte çok önemli operasyonlar yapacaktık. Sana gizli görev veriyorum. Sakın gizli görevli olduğunu unutma. Bu konuştuklarımız da aramızda kalsın, kimseye söyleme!" diyordu ve Hasan'ı ayak ayak üstüne oturtup çay ısmarlıyordu. Arada kızıp bizlere de bağırıyor ve ona göz dağı verip korkutmağı da ihmal etmiyordu. 

İki saat kadar sonra da gizli görev belli oldu. Baki’nın bıraktığı adamın ismini söyleyip “Sen Zeki sin. Senin adın Hasan değil Zeki. Söyle bakiyim. Şimden sonra sana kim sorarsa adın Zeki.” Diyordu. Bir dakikanın içinde koca Deli Hasan Zeki oldu çıktı. Yanı Polis Abdulbaki'nin bıraktığı suçlu oldu. 

Deli Hasan o gece bizim Karakolda nezarette yattı. Sabaha kadar nerelidir nedir hepsini öğrendi. Üstelik gizli görev ya hiç kimseye başka bilgi vermeyeceğini de kabul etti. Ertesi gün sabahı Başkomiser karşısına alıp “Nedir senin adın?” diye bağırınca önce “Ha..Ha.. yok başkomiserim Ze.. Zeki” deyip artık istenen kılıfa girdi. Başkomiser karakolun karşısında ki pazar yerinde pencereden görmüş olacak ki birden aklına düştü ve bu deliyi suçlu Zeki'nin yerine koymak için çağırtmıştı. Cebine de 100.00tl para koydu. 

Deli Hasan artık askerlerin teslim ettiği, Bizim Polis Abdulbaki nin serbest bıraktığı, suçlunun adını soyadını iyice ezberledi. Hele 100 tl yi de görünce Hasan iyice coştu ve “Vur de vurayım, kır de kırayım, AAAmirim.” Diyordu. "Yok. Vurmak kırmak yok. Sen sadece asıl kimliğini kimseye söyleme, ismin de Zeki olsun yeter." dedi Başkomiser.

Askerler gelene kadar Hasan'ı karakolda beklettik. İki gün sonra misafir bıraktıkları suçlularını almağa gelen inzibatlara diğer suçluların yanında Baki’nin salıverdiği suçlu Zeki'nin yerine bu Deli Hasan 'Zeki' diye teslim edildi. Suçlu sayısı tutuyor fakat suçlulardan biri onların teslim ettiği adam değil. Sahte suçlu. Askerler bastı imzayı, teslim ettikleri suçlularını alıp gittiler. Bir tanesi sadece esas suçlunun adını soyadını ezberlemiş, mahallenin delisi o kadar.

Daha inzibatlarla Hasan arasında neler olduğunu bilmiyoruz. Dört beş gün kadar sonra deli Hasan Karakola geldi. Askerler serbest bırakmışlar. Burnu havada bize hiç muhatap bile olmuyor. Kapının önünden Karakol Amirine seslendi; "Bababaşşşkomiserim, Yavuz Baba, ben geldim. Başka yapılacak bir görev yok mu? Yolsuz kaldım da." diyordu. 

Başkomiser de "Sen kayıp olma, görev olursa ben seni arar bulurum" dedi. Ve bu garibana 50,00tl daha verip yolladı. Bizlerde kendi aramızda toplar ara sıra koltuk çıkardık Enyu, Enyu Deli Hasan'a. Her parası bitince gelir karakolda avantasını alır giderdi. Dışarı çıkınca da “Ohh sizin paranızı yemek çok tatlı oluyor.” Der gıcık verir ve kaçardı. Polis Memuru Baki'ye resmi bir işlem yapılmadı fakat Başkomiser resen iyi bir ceza verip meslek hayatını kurtardı.

Sonraları ben Cinayet Masasında iken bir gece, "Kendine polis süsü vererek Baraj yolunda bir kahvede şahısları dövüp gasp etmek isteyen bir şahıs olduğunu bildirmeleri üzerine olay yerine gittik. Bizden önce Asayiş Ekipleri gitmişler ve şahsı yakalamışlar, baktım bu Deli Hasan. 

Durumun ciddi olduğunu anlamış mı bilmem, beni görünce tanımadı, ben kendisini ismi ile çağırınca, o da bana yanaştı ve; "Ağabey, bu polisler beni dövüyorlar, ellerinden kurtar, ne olur?" diye bağırarak ağladı ve ayaklarıma sarıldı. Hasan'ı ekiplerden teslim aldık. 

Durumunu arkadaşlara anlattım ve biraz gittikten sonra çorba içirip cebine de bir kaç kuruş koyduktan sonra serbest bıraktık. Adamlar takılınca onlara küfür edip dövmüş. Onlarda Deli Hasan'a çamur atmışlardı. Öyle zorla para almak adeti hiç yoktu. İsterdi verirsen alır önce teşekkür eder, sonra söver giderdi. Not: Resim internetten temsilidir.


MÜDÜRMÜŞ

1974 yılı başlarıydı. Daha iki üç haftalık filan çiçeği burnunda yeni Polis Memuruydum ve Adana Bağlar Karakolunda görev yapıyordum. 

Bağlar Karakolu, Baraj yolu üzerinde Mersine kadar giden, sulama kanalı kenarında Adana’nın en güzel Karakollarından biridir. Hemen önünden geçen bir metre derinliğinde yedi-sekiz metre genişliğinde ki sulama kanalı bir çok kişinin boğularak ölmelerine sebep olsa da Bağlar Karakolu ve çevresinde ki yerleşim yerlerine hayat veriyordu. Çünkü gece ve gündüz devamlı suyun Mersin’e kadar akmasını sağlar ve Adana’nın o pişirici sıcağından korur, devamlı serin tutardı.

Bizim zamanımızda karakol hayatı şimdiki gibi Gurup Amirlikleri telsizler filan yoktu. On onbeş memur ve yeteri kadarda bekçiler bulunurdu. Bekçiler gece çalışırlar ikişer ikişer mıntıka görevleri yazılır, sabaha kadar bu bölgede dolaşır arada bir düdük çalarlar, hırsızlara karşı önleyici tedbirler alırlardı. Devriye polis memurları bekçileri bölgelerinde kontrol eder, görev defterlerini imzalarlar s
aatte bir telefon açarak karakol nöbetçisine bilgi verir ve bilgi alarak devriye görevlerini sürdürürlerdi. 

Gündüz ve gece bütün olaylardan Karakol Amiri sorumlu, ancak gece ki önemli olayları Amire haber vermek suretiyle Karakol Nöbetçisi sorumluydu. Bir hafta öncesinden bütün memurlara karakol yazıcısı tarafından görev yazılır, bu görev çizelgesi Karakol Amiri tarafından imzalanıp, gerekli yerlere gönderilir, böylece görev taksimatı daha önceden ilgili makamlar tarafından bilinirdi. Gece ve gündüz her zaman bir Karakol Nöbetçisi, bir de İhtiyat Polis Memuru Karakolda bulunurdu. Nöbetçi Polis Memuru olmaz veya işi çıkarsa yerine İhtiyat Polis Memuru bakardı. Ayrıca bir de gece bekçisi devamlı Karakolda bulunur temizlik ve bazı ihtiyaç işlerinde kullanılırlardı.  

Bir gece Karakolda Nöbetçi Polis Memuruydum. İhtiyat görevli olan Polis Memuru Yahya ve Bekçi arkadaş 'HOCA' lakaplı doğruluk timsali Fahrettin ile birlikte Karakoldan biz sorumluyduk. Bekçi için doğruluk timsalı dedim, çünkü karakola gelirken elinde bir paket çay varsa “paranla mı aldın?” diye sorar. Eğer paranla almamışsan o çaydan 'haramdır' diye hiç içmezdi, bizim Fahrettin Hoca, böyle bir adamdı işte. Bir de kendisine kanuni veya kanunsuz bir görev verirsen mutlaka ne pahasına olursa olsun, canı pahasına dahi o görevi yerine getirirdi. 

O zamanlar fazla olaylar olmaz herkes birbirine saygılı Türkiye'de yaşayanlar için çok mutlu yıllardı. Biz üç arkadaş Karakolda duruyoruz, eğer bir olay olursa müracaatlarını alıp gerekenlere adli takip başlatılmasını sağlıyorduk. Acil yakalama olayları olursa hemen Haber Merkezine telefonla bilgi verip, o kaçan araba ve kişilerin yakalanmalarını sağlıyorduk.

Gece saat 01.00 sıralarında birkaç sivil arkadaşlarımızla kapıda oturmuş, akan kanalın sağladığı serin havada demlediğimiz çayı içip muhabbet ederken, sol taraf kanal boyundan bir at arabası geldi. Araba yanımızda, karakolun önünde durdu. Arkada yolcu olarak oturan bir adam tam karakolun önünde at arabasından atlayarak indi. Bu inen şahıs şalvarlı ve sivri kasketli, ince, uzun boylu, 50-55 yaşlarında köylü tipinde bir adamdı. Merdivenleri hızlı adımlarla birer ikişer birden çıkarak yanımıza gelip selam verdi. At arabası sürücüsüyle birlikte kanal kenarında ki yol boyunca sağ tarafa doğru uzaklaştı ve ilerde gözden kayıp olup gitti. 

O zamanlar şehir içi ulaşımlar 5 liraydı ve Murat 124 arabalar kullanılırlardı. At arabalarının yolcu taşıdıklarına pek şahit olmamıştık. At arabaları da vardı fakat daha ziyade şahsi işlerde ve sebze meyve satma işlerinde kullanılırdı. Kasketli adam karakola at arabasıyla gelmişti. Selam verdikten sonra bir müracaatının olduğunu, kızının zorla kaçırıldığını ve kurtarılması için yardımlarımıza ihtiyacı olduğunu söyledi.

Hemen yerimizden kalkarak adamı içeri davet ettim. Daktilonun başına oturduktan sonra bekçi Fahrettin Hoca'nın da getirdiği çayları birlikte içerken kendisine alel acele hemen Haber Merkezine telefonla bildirmek ve sanıkların yakalanmasını sağlamak için araba plakası ve konumlarıyla ilgili bazı bilgiler sordum. Hiçbir şey bilmediğini söyledi. Müracaatını almak için kimlik istedim. Kimliği de yoktu. Kendi beyanına göre kimlik tespitini yaptıktan sonra ben usulen müracaatını alırken “Senin ismini öğrenebilir miyim, arkadaşların yok mu? Karakolda sadece üç kişi misiniz? Memur Bey" gibi bazı sorular sordu bana. Bütün arkadaşların mıntıkada olduklarını, her saat telefon açtıklarını ve gerektiğinde karakola çağırabileceğimi, eğer şüphelendiği birileri varsa hemen yakalatabileceğimi, söyledim.  

Adam çayını dahi bitirmeden yerinden kalktı ve hiç bir şey söylemeden dışarı çıkarak merdivenlerden aşağı inip yürümeğe başladı. Bir kaç defa arkasından çağırdım; “Beyefendi müracaatınız!” filan dediysem de, hiç kulak asmadı, gidiyor. “Ben vaz geçtim, müracaatım filan yok.” Dedi ve yaya olarak yürüyüp gitti. İhtiyat arkadaşım Yahya peşinden biraz giderek ısrar etmesine rağmen adam geri dönmedi. Baraj tarafına doğru döndü, köprüyü geçti ve yaya yürüyerek gözden kayıp oldu. 

Yapılacak hiçbir şey yok. Zorla ille “müracaat ver” diyecek halimiz yok ya. Hatta vah yazık deyip adamın kızının kaçırılması olayının derdine de ortak bile olduyduk. Biraz da sinirlendim ama ne yapalım adam gitti, Ben de yarım kalan müracaatını daktilodan çıkartıp öylece karbon takılı olarak sümen altına koyup sakladım. Çünkü yarın şikayet konusu filan olabilirdi.

Karakolun yerleşim düzeni, merdivenlerden yukarı çıkınca sağ tarafta amir makam odası, sol tarafta memurlar odası ve arka tarafta da nezarethane ve bekleme odaları bulunuyordu. Gece Karakol Amiri Başkomiser bulunmadığı için ben nöbetçi olduğum zaman odasının ışıklarını yaktırmazdım. Kapısı açık fakat ışıkları sönük olarak dururdu ve kesinlikle hiç kimse içeri girmezlerdi. Memurların odasının ışığı ise devamlı olarak yanardı. 

Saat 02.30 sıralarında, İhtiyat olan arkadaşım Yahya arka oda da biraz uyku kestirirken, bende bazı eski ifadelere bakıp kendime göre bir şeyler ile uğraşıyor hem de bazı bilmeğim uygulamaları öğrenmeğe çalışıyordum. Bekçi Fahrettin Hoca yanıma gelerek gizli kulağıma ‘bir adamın Başkomiserin odasında makam koltuğunda, karanlıkta oturduğunu’ söyledi. Aha...bizlerden başka kimse yoktu, kim olabilirdi ve biz görmeden içeri nasıl girebilirdi?

Karanlık olan Karakol Amirinin odasına tabanca elimde birden girerek ışıkları yaktım. Aaa akşamdan gelip te 'Kızımı kaçırdılar, şikayetim var.' diyen ve sonra müracaat etmeden çekip giden o adam. Başkomiserin makam koltuğunda karanlıkta yalnız başına oturuyordu. Ben içeri girer girmez hemen hızla ayağa kalktığını gördüm. Silahımı kendisine doğrulttum ve “Kaldır ellerini.” Diye bağırdım. Bu saatte o odaya kim girebilirdi? Adam ellerini kaldırdı ve bir şeyler konuşarak geri geri kaçmağa başladı. Masanın etrafında bir dolandıktan sonra dışarı fırladı. Bekçi Fahrettin de zaten arkamdaydı.

İkimizin de elinden sıyrılırken bir şeyler anlatmak istiyor fakat fırsat bulup anlatamıyor, bir an önce bizden kurtulup kaçmağa çalışıyordu. Adama bir iki tekme salladım fakat tekme de vuramadım. Adam yola atladı ve baraj yoluna doğru koşarak kaçarken köprünün yanına kadar peşinden koştuk, yakalayamadık. İlk gittiği zaman ki yolu takip ederek kaçtı gitti. Yakalayamadığım da çok iyi olmuş, çünkü yakalasam dövecektim. Sadece merdivenlerin altında başında ki çiftçi kasketini ancak kapabildim ve kasket bende kaldı. Biz daha karakoldan uzaklaşamadık geri döndük. Karakolun içinde her tarafı aradık, taradık şüpheli bir durum bulamadık.

Demek kı bir fırsatını bularak gizlice odaya girmiş ve oradan bizi izliyordu veya uyuyordu. Bekçi arkadaş bana "Sen duymadın mı ağabey adam Emniyet Müdürü mü ne imiş? Sen dövmeğe çalışırken öyle bir şeyler söylüyordu." dedi. Ben sinirimden sahiden hiçbir şey duymamıştım. “Hadi canım. Emniyet müdürü şalvar ve kasket ile ve at arabası ile ne işi olabilir?” dedim fakat biraz da korktum. 

Gayet normal gece görevim bitti. Sabah Karakol Amiri Yavuz Bey'i bekledim, olayı anlattım ve evime giderek tek odalı bekar evimde yattım. Hiç bir ses seda yok. Demek ki müdür değilmiş. Eğer müdür olsa, ohoo beni çoktan ne yapacaklarsa yapmışlardı. Aradan bir kaç gün daha geçti, hiç bir arayan soran yok. İyi rahatladım.

Bu arada bu konu dallanmış, budaklanmış, Adana da duymayan kalmamıştı. Beş altı gün sonra, tekrar geceye geçtiğimin ilk günü, öğlen üzeri karakolun arabası Willys Jip kapıma gelmiş, Şoför Rıza Dayı açık olan odamın camına 'tık-tık-tık' diye vurup beni yüksek sesle çağırıken uyandım. “Kalk seni çağırıyorlar.” Dedi. Karakola gittim. Başkomiser Yavuz Bey "Yeni gelen Müdür Yardımcısı Selim Bey seni çağırıyor. Belki de o geçen ki olaydandır. Sakın ileri geri konuşma" dedi. Bana biraz akıl ve cesaret verdikten sonra birlikte Karakolun jipi ile Müdüriyete gittik. Personel Şube İdari Büroda bir Komiser beni bekliyordu. Bir iki yere girip çıktıktan sonra üst katta sol tarafta ‘MÜDÜR YARDIMCISI’ yazıyordu. İçeri girdi çıktı ve bana gir diyerek kendisi çekti gitti. 

Kapıyı çaldım. Biraz bekledim. Cevap gelmeyince içeri girdim. Başımla bir selam verdim. Adam başını kaldırdı ki, tanıdım; bir kaç gün önce at arabasıyla Karakola gelen ve benim kovaladığım o şalvarlı, kasketli adam. Fakat şimdi şalvar yok, kasketi zaten bende kalmıştı. Grant tuvalet giyinmiş yakışıklı bir adam. “Hani şapkamı getirmedin mi Lazoğli?" Dedi. “Sizin yanınıza geleceğimi söylemediler Sayın Müdürüm.” Dedim. “Ula Lazoğlı kaç yıllık polissen?” dedi. Ben de göğsümü gere gere “Üç haftalık.” Dedim. “Tutabilseydin beni dövecek miydin?” dedi. Hiç ses etmedim, başım önüme eğildi. Valiliğe bir yazı yazdırır ve benim kimliğimi, tabancamı alarak anında açığa aldırabilirdi.

O akşam karakola şalvarlı kasketli olarak at arabasıyla gelen şahıs kimmiş biliyor musunuz? Nerden bilesiniz. Ben sanki bildim mi ki? Emniyet Müdürü, 'TİLKİ' lakaplı Selim Ayşıl Bey, yanı Tilki Selim. İstanbul kadrosundan Adana'ya Müdür Yardımcısı olarak atanmış. Kadro kendisini tanımadığı için bu şekilde kadroyu kontrol edip kötüleri tespit ediyormuş. Osmanlı Padişahları gibi tebdili kıyafet dolaşmış Adana da. On beş günlük meyil izni bile yapmamış. Tespit ettiği kötü muamelede bulunan yedi-sekiz polise soruşturma açtırdı. İki üç Trafikçiyi da açığa aldırdı. Görevine başladıktan sonra da beni çağırtmış.

Yine merak edersiniz söyleyim. Bana da bu olaydan takdirname verdirdi. Başıma bir şey gelse hemen yanına koşardım. Zaten başka da güvenebileceğim hiç bir kimsem yoktu. Allah razı olsun. Daha sonra ki sene 20 gün hakkım olan senelik iznimi Personel Şubeden alarak imzalaması için yanına gittiğim zaman; "Sen bir yıllık polissin 20 gün izin alıyorsun. Ben 20 yıllık polisim daha bir arada 10 gün izin kullanmadım." dedi ve izin yazımı çizip üstüne ‘on gün’ diye yazdıydı. 

'Kadroyu çok sıkıyor' diye mi bilmem, sonraları Baş Müdür Nihat Bey ona pek faal görevler vermedi. Emniyet Müdürlüğü çevresinde Hidayet isimli bir polis memuruyla inşaat ve çevre düzenlemesi işlerine bakıyordu. Saygılarımı sunuyorum ve kendisini yad ediyorum.