SAYFALAR

4 Şubat 2014 Salı

KONUŞAMADI

1982 yılı Adana Cinayet Masası, İlk Bahar ayları. Türkiye de darbe olmuş, ben İsveç Büyükelçi Koruma görevinden yeni dönmüş ve yine Adana Cinayet Bürosunda göreve başlamıştım. 

Adana ya geldiğim zaman tamamen hayal kırıklığına uğradım. Çünkü ben giderken bıraktığım Adana kayıp olmuş, yerine Başka bir Adana gelmişti. Başta Güvenlik güçleri olmak üzere hiç kimse sokağa çıkamıyor. Çıkanlar da geri evlerine döneceklerine garanti veremiyorlardı. Büyük bir kargaşa ile birlikte tam bir belirsizlik vardı. Terör her şeye hakim olmuş teröristler şehirde istedikleri gibi at oynatıyorlardı.

Ben yurtdışından yeni döndüğüm için neler olup bittiğine alışmağa çalışıyordum. Bize yeni tayın olan Komiser Ali Özdemir, Polis Memuru Sadullah Teymur ile Kanal semtinde bir gecekondu evi için gelen ihbarı değerlendirip suçluyu yakalamak için o belirtilen adrese gittik. Böyle konularda isimsiz ihbar mektupları çok gelir, genelde vatandaşlar kavga edip te bir şey yapamadıkları insanları, bu şekilde polise bildirip göz altına aldırmak ve cezalandırmak isterlerdi. Veya polisleri tuzağa çekip öldürürlerdi. Biz üç kişi de tedbirli bir şekilde bahse konu adrese baktık. İhbar asılsız.

Yurt dışı görevimden yeni döndüğüm için arkadaşlarımı yeteri kadar tanımıyor ne yapıda olduklarını bilmiyordum. Hele o zamanlar siyasi suçlulardan sebep polisler de birbirlerine silah çekip taraf tuttukları için herkes arkadaşlarına karşı temkinli davranıyor, kimse kimseye güvenemiyordu. Genelde Bürolar temiz, bu tür olaylar Çevikkuvvet Şube Müdürlüğnde ki polisler arasında çok oluyordu. Aslında olması gereken eğer bir suç işlenmişse sanık kim olursa olsun mutlaka yakalanıp cezasını çekmesi gerekirdi. Her insanın kafasında bir fikir olabilir, fakat o fikri görevini etkilememeliydi, ama herkes aynı düşünmüyor. Bazı polisler örgüt arkadaşları ile bir olup polisin evini taradığı olaylarda vardı. Polis Memuru Emir Aybı, Komiser İbrahim Tepebaşi'yı Dev-Yol militanı ile nezarette görüştürmediği için, 3-4 gün sonra Polis Memurunun evi kurşun yağmuruna tutulmuş, çatışma uzun süre devam etmiş. Olay çözülüp anlaşıldıktan sonra Polis Memuru başka yere tayın edilmiş. Komser suçlu olduğu anlaşılınca firar etmişti.

O zamanlar polisliğin bir zor tarafı daha vardı. Sağcıyı yakalarsan "Bu polis solcudur." Solcuyu yakalarsan. "Bak bu polis sağcıdır." derlerdi. Hiç sağcı solcu olmayanlarda kendini siyasetçi gösterirlerdi. Bazı gazeteleri okumak ve taşımak ta onlara göre çok büyük suçtu. Bazen elinde ki gazeteye göre adam öldürdükleri de olurdu. Bizlerde kimseye kulak asmaz kim suç işlerse onu yakalardık.

Tam kuşluk zamanlarıydı, ihbar asılsız olunca geri Kısma gitmek için yolda bıraktığımız arabamızın yanına giderken Sadullah "Firari sanık Osman B.'in evi buralardadır. Gelmişken bir bakalım mı?" dedi. Maşallah kod adlı firari sanık Osman B. çok tehlikeli, çok kişiler öldürmüş, bir çok baskınlarda polisin elinden kaçarak kurtulmuş sağcı bir terörist. Kendisini yakalamağa giden jandarmalarla girdiği çatışmada ellerinden kaçmış. Sadullah bu şekilde bizi bilgilendirdikten sonra ümitsiz bir ihtimal olsa bile Komiserimiz "Bakalım." dedi ve arabalarımızın yanına gitmekten vaz geçip, geri döndük. Bahçelerin içinden aksi istikamete doğru, bir taraftan da tarlada topladığımız marulları yiyerek on-onbeş dakika kadar yürüyerek gittik.

Daha gideceğimiz eve varmadan ilerde bahçenin ortasında tek katlı yerde öyle külüstür başkasına ait bir gecekondu ev vardı. Biz o evin yanından geçip esas suçlunun evine gidecektik. O evin yanına doğru giderken arka balkon demir korkuluğu üstünde oturan bir gencin, oturduğu yerden atlayarak evin içine doğru kaçtığını gördük. Biz üçümüz de o tarafa doğru koştuk. 

Evin kapısı bize göre arka tarafta kalıyormuş. Biz bilmediğimiz için arkadaşlarım evin arkasına doğru, yanı ön tarafına kapı olduğu yere doğru koşarak gittiler. Ben de o gencin yaptığı gibi balkon demirinin üzerinden atlayıp, bir odaya ve odadan da geçerek evin içinden evin kapısına geldim ve kötü bir manzara ile karşılaştım. 

Giriş kapısının tam önünde, kapının iç tarafında duran genç bir delikanlı, elinde ki 14 lü tabancayı Ali Bey'in göğsüne dayamış. Komiser Ali Bey bir elinde telsız, iki elini de havaya kaldırmış, tabancası da yerde, öyle duruyorlardı. Benim arkadan yaklaştığımı Ali Bey gördü, elinde silahı olan o genç göremedi. Arkadan tabancamı gencin kafasına dayadım ve sol elimle elinde ki silahını havaya doğru kaldırıp alırken, "Delikanlı buraya kadar. Direnme, teslim ol artık." dedim. Hiç direnmedi. Hemen koluna kelepçeyi vurdum.

Sadullah ta geldi. Ali Bey bağlanmış hala daha ağzında ki ısırdığı marul ile hareketsiz, kaskatı duruyordu. Meğer bizim evine bakacağımız terörist komşusunun evine gelmiş. Hiç kaçmasa biz kendisini tanımayıp evine bakıp yok diye çekip gidecektik. Kaçınca şüphelendik ve yakaladık. Birlikte evlerine gittik. Annesi ve küçük kardeşleri vardı. Hiç taşkınlık etmediler. Kötü söz de söylemediler. Annesi ağlıyordu ve bize söyleniyordu; "Benim çocuğumu yaktılar evlatlarım. Şimdi de önce Allaha sonra sizlere emanet ediyorum." diyordu. Evinde arama yaptık bir kutu tabanca fişeğinden başka bir şey yoktu. Ben annesinin durumuna ve söylediklerine çok üzüldüm..

Keşke kimse suç işlemese de bizler de peşlerinden koşturup yakalamasak diye düşündüm. Kelepçe vurduktan sonra dördümüz birlikte yola arabamızın yanına kadar yürürken "Ya ağabey siz sadece üç kişi misiniz? Ben kaç defa bir alay askerin elinden kaçtım." dedi. "Sağcı mısın, solcu musun?" diye sordum. Onlarda o zamanki polisin durumunu anlamışlar, güvenemediği için neci olduğunu ilk etapta söylemeğe çekiniyordu. 20 kişi den fazla adam öldürmüş bir sağ teröristti. 

Arabada biz biraz gaz verince; "Ben Ülkücüyüm. Ağabey" dedi. Ve dediklerine göre de silahla parayı havada vururmuş. Ben tabi o para vurma işine inanmam da. İstese bizim Komiser Ali Beyi kesin vururdu. Fakat Allah razı olsun vurmadı. Bizim Ali Beyin ölü rengi bir saatte ancak normale döndü fakat dili tutulmuştu. Tam altı saat konuşamadı. İşaretle anlaştık.   

  

3 Şubat 2014 Pazartesi

KAÇUN

Bizim komşu köyde, Sulakta bir usta varmış. Allah ganı ganı rahmet etsin. Hasan Usta eski zamanlarda yaşamış ben de tanımadım sadece anlatılanları duydum. Çok meşhur bir taş ustası olduğu için Onu tanımayan yokmuş. O zamanlar tuğla, briket gibi malzemeler bulunmadığından kırma taşlar birbirine uydurulur, kireçten yapılan harc ile düz duvar yaparlarmış. Bütün eski evlerin ahır kısmları ve bazı yerler bu şekilde yapılmıştır. Hala daha kullanılan bu duvarlar biraz kalın fakat çok dayanıklıdırlar. Bu duvarlar yapılırken en az iki kişi çalışırlar. Biri duvarı yaparken, çırak denen diğeri de yerdeki taşları ve harcı ona verir. Buna da el verme denir. Bu kadarını bildikten sonra gelelim Hasan Ustaya. O kadar çabuk çalışarak duvar yaparmış ki, Rahmetli Hasan Usta'nın yanında sekiz çırak çalışırmış. Yanı Hasan Ustaya sekiz kişi birlikte yerden taş ve harc el verirlermiş. Yinede malzeme yetiştiremezlermiş.  Hasan Usta sabahtan duvar yapmağa başlar, duvarın üzerinden el veren bu sekiz çırağa ha bire bağırırmış: "Taş verun, harc verun. Taş verun, harc verun."  Duvar biraz yükselince "Duvar gelii Uşaklar, KAÇUN" diye bağırır, kendisi de yıkılan duvarın üzerinden atlar gidermiş. 

1 Şubat 2014 Cumartesi

PAPAZI DÖVDÜRTMEK

Osmanlı döneminde bir İngiliz Tekirdağ taraflarında büyük bir arazi satın alır ve oraya yerleşir. Çünkü bir üzüm bağı kurup üzüm yetiştirecek ve Trakya topraklarında büyük bir şarap malikanesi kurup, buradan  dünyaya şarap satacakmış. Bu vesileyle çok bakımlı ve iyi verimli bir üzüm bağı yapar.

Bir Ermeni Papaz, bir Türk ve bir Kürt, üç arkadaş birlikte bir yere giderlerken tesadüfen bu İngiliz'e ait üzüm bağının önüne gelirler.
İyice yorulup acıken üç arkadaş bağda olgunlaşmış üzümleri görünce canları çeker, ağızlarının suyu akar ve bağa girip bu üzümlerden toplayıp yemeğe başlarlar.
Bu sırada bağın sahibi İngiliz uzaktan bağına üç kişiyi görür ve bir hışımla koşarak yanlarına gelir. Bu adamlara fena halde kafası bozulur fakat üçüne birden gözü kesmez, ses çıkaramaz.

İngiliz üzüm bağına giren bu üç kişiyi biraz konuşturduktan sonra Türk, Kürt ve Ermeni Papaz olduklarını az zamanda anlar.
Önce Ermeni Papaz’a

"Bu adamlar Müslüman biz Hristiyaniz ama, ben Müslümanları daha çok severim. Üstelik bir de Türkiye de yaşıyorum. Yesinler, Türk ve Kürt'e helali hoş olsun. Sen üstelik papazsın, nasıl olurda bir din kardeşinin malını çalarsın" der ve Ermeni Papaza girişerek döver komaya sokar.

Kürt ile Türk'ün hoşlarına gider. İki Hristiyan birbirlerine düştüler diye gizli gizli de gülerler, hiç seslerini çıkarmazlar. Hatta hareket ve bakışları ile adeta İngiliz e yardım ederler.
Biraz sonra İngiliz, Ermeni Papazı yerde uzatır ve Türk'e döner.

"Kürt yedi ise benim dostumdur, kardeş sayılırız. Ona helal olsun, yesin. Sen kim oluyorsun da benim üzümümü yiyorsun? Hem Müslümanlıkta çalmak günah değil mi?" der ve Türk'ü de aynı Ermeni Papaz gibi döverek komaya sokar onun yanına uzatır.
Bu durum bu sefer Kürt'ün hoşuna gider, yine için için de güler.

Türk’ün işi de bittikten sonra bağ sahibi İngiliz, Kürt'e döner:
"Sana dostum dediysem ‘sen benim bağıma gir, üzümümü ye’ demedim. Bir de pis pis sırıtıp duruyorsun ve arkadaşlarını da satıyorsun." der ve Kürt'e de vurur. Kürt te yere Türk ve Ermeni Papaz'ın yanına düşer. İngiliz her üçünü de yerde boylu boyunca uzatır, yanda oturup piposunu dumanlamağa başlar. O sırada Papaz ın yanında yerde yatan ve aklı biraz başına gelen Türk kendinde konuşma gücü bulur ve Kürt'e alçak sesle seslenir:

"Yaaa.. Kürt kardeş.. Biz baştan yanlış yaptık. Papazı dövdürtmeyecektik." der.
Ey Türkiyeli, düşmanın sözüne uyup ta, kendi vatanında acı ve tatlı günleri, yıllarca birlikte yaşadığın, savaşlar kazandığın, aynı örf ve adetleri paylaştığın komşularını, kader arkadaşlarını sakın satma. Eğer satarsan er geç pişman olacaksın fakat iş işten geçmiş olacak.