SAYFALAR

27 Temmuz 2015 Pazartesi

ÖZLÜ SÖZLER

1- İnsanın önünde iki yol vardır. Biri YAŞAM, diğeri ÖLÜM. Herkes kendine uygun olanı seçer.
2- Hayatta 'BELAYA' açılan kapı çok geniş ve girilmesi çok kolaydır. 'HAYIRA' açılan kapı çok dar ve zorluklarla dolu olduğundan girilmesi pek zordur.
3- Üç çeşit insan vardır. Bazı insanlar gerçeği anlar. Bazı insanlar gerçeği anlamaz. Bazı insanlarda gerçeği anlamak istemez, ikisinden birine takılıp giderler.
4- Dünya sürprizlerle doludur ve yaşamak istiyorsak hazırlıklı olmalıyız.
5- İnsanlar dediklerinizi, yaptıklarınızı, hatta yazdıklarınızı bile unuturlar, ama onlarda bıraktığınız duygu ve imajları unutamazlar.
6- Her şey yapılana kadar imkansız mış gibi görünür.
7- Kazanmak bir şey değildir. Kazanmağı istemek önemli bir şey dir.
8- Eğer peşinden koşabilirseniz, kurduğunuz tüm hayalleriniz gerçek olur.
9- Ülkenin veya devletin sizin için ne yapabileceği değil, sizlerin ülke için neler yapabileceğiniz çok önemlidir ve icabında kurtuluşunuzdur.
10-Bir öğretmen, bir kitap, bir defter ve kalem dünyada her şeyi değiştirebilir.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

VAZ GEÇSEN


1952 yılları idi. Ben 5-6 yaşlarında çocuktum. Bizim evimizden Amcam Hüsnü'nün evine yaya bir saat kadar yürüdükten sonra gidilirdi.

Eskiden Dedem Sulak köyü ve Ihlamurlu Köylerinde çok büyük araziler açıp imar etmiş. Babam ile Amcam ayrıldıkları zaman Sulak Köyün de ki araziyi Babam küçüğü olduğu için zorluk çekmesin diye komple Amcama vermiş. Babam ile amcam iki kız kardeşi almışlar ve dolayısıyla amcamın hanımı teyzem olurdu. Annem ile birlikte evlerine gittiğimiz zaman geri yollamazlar bir kaç gün Amcam ın evinde kalırdık. Annemle Teyzem kız kardeş oldukları için sabahlara kadar yatmaz gizli gizli konuşurlardı.

Evleri Lazların içinde ve cıvarlarında hiç hemşenli yoktu. Amcamın kalabalık ailesi vardı. Şayıste Teyzem hanımı, Fadime Abla büyük kızı, Ali Paşa Ağabeyim, Neziye Abla, Saadet Abla, Fazilet Abla, Tacettin Ağabey ve Orhan Ağabey de çok güzel Lazca konuşurlardı. Bende oralara gitmeği çok severdim. Çünkü Laz çocukları ile çok daha güzel anlaşır ve oynardık. Yalnız daha ziyade ben büyük adamların muhabbetini çok sever, onların yanlarında oturur, konuştuklarını kelimesi kelimesine büyük bir hazla dinlerdim. Onların da muhabbet ve şakaları çok güzel olurdu.

Bir akşam Hüsnü Amcamın evine gittiğimde evde yalnızdı ve bana "Güli gel Nezmi'nun evine bir gidelum. 'Geçmiş olsun' diyelum" dedi. Nezmi hemen evinin alt tarafında ki Laz komşusu idi ve o bölgenin tanınmış en iyi ev ustalarından birisiydi. Sehender yaparken çatısından düşmüş, ağır yaralanmıştı.

Evine gittik. Evin içi toprak fakat çok temizdi. Ateşin yanında bir sedir gibi bir şey yapılmış Nezmi Amca bu sedir üzerine serilmiş yatakta yatıyordu. Tavandan açık ateşın üzerine zincir asılmış ve zincire takılmış lahana kazanı kaynıyordu. Evde ben tanımadığım bir kaç başka misafirler de vardı. Yan tarafta tekne içerisinde misafirlere ikram için yeni toplanmış incir ve üzümler görünüyordu.

Amcam selam verdi ve yanda ki iskemleyi çekip oturduk. Nezmi Amca Amcama yırtık pantolonu için bir kaç şaka yapıp takıldıktan sonra hepsi birlikte gülüştüler. Hazır cevaplı lığı ile tanınan Amcam da "Ya Nezmi sen çok tedbirli her şeyi bilen bir ustasın, nasıl oldu da oradan düştün?" diye sordu. "Hiç sorma Hüsnü, Sehenderin çatısını yapıyordum. Birden başım döndü ve ayağım kaydı. Anladım ki düşeceğim bana zarar vermesin diye elimde ki biçkiyi bir tarafa, öbür elimde ki keser ve tahtaları da öbür tarafa doğru fırlattım attım. Aşağı baktım ki düşeceğim yer çok yüksek. Hasretimi almak için döndüm son bir defa daha öyle köye doğru bir baktım ve sonra yere düştüm. Kolum bacağım kırıldı, ucuz atlattım." dedi.

Amcam da hazır cevaptı ya "Ee Nezmi o kadar ki zor oluyordu, vaz geçsen, düşmeseydin da.." dedi. Orada en az bir saat kadar millet gülme krızine girdi ve hasta Nezmi Amca da hastalığını unutup ayağa kalktıydı. Millet konuşma aralarında gülüp gülüp tekrar kendi mevzularını anlatmağa devam ediyorlardı. Hepsine Allahtan bol bol rahmet diliyorum.  

21 Temmuz 2015 Salı

NURİ KİLLİGİL (NURİ PAŞA)

Daha önce bende anlatmıştım, fakat sayın Murat Bardakçı benden daha iyi anlatmıştır.

Hiç bilinmeyen ve hiç kimsenin bahsetmediği en büyük Türk kahramanlarından

Enver Paşa, Babası Ahmet Bey ve
 kardeşi Nuri Killigil 

NURİ KİLLİGİL

New York'taki İkiz Kuleler'e yapılan ve hem Amerikan politikasını, hem de dünya dengelerini değiştiren 11 Eylül saldırısının üzerinden tam on yıl geçti ve hafta boyunca bu olayı hatırladık. İstanbul'da bundan 62 sene önce artık çoktan unuttuğumuz benzer bir facia yaşanmış ama sebebi ve sorumluları bulunamamıştı...

İSTANBUL, 1949'un 2 Mart'ında, öğleden sonra saat beşi on geçe, ardarda gelen büyük patlamalarla sarsıldı.
Haliç'te, Sütlüce sahilindeki bazı binalar havaya uçmuştu... Önce çok şiddetli olan patlamalar sanki bir deprem yaşanıyormuşçasına sonraki iki gün boyunca azalarak devam etti.
Havaya uçan bina bir silâh fabrikası, sahibi de Osmanlı İmparatorluğu'nun son senelerindeki en güçlü adamı olan Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın sekiz yaş küçük kardeşi Nuri Killigil idi.
Nuri Killigil, "Nuri Paşa" yahut "Bakü fâtihi" diye bilinirdi ve film gibi maceralı bir hayat sürmüştü...
İngilizler, Rus ordusuna yardımcı olmak maksadıyla Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Azerbaycan'a birlik göndermiş, onların varlığından destek alan Ermeniler de Azeriler'e karşı katliama başlamış ve binlerce Azerî katledilmişti.
Başkumandan Vekili Enver Paşa, Azerbaycan'daki durumun kontrol altına alınması için kardeşi Nuri Paşa'yı vazifelendirdi. Nuri Paşa bölgedeki bazı küçük ve dağınık birlikleri "Kafkas İslâm Ordusu" adı altında biraraya getirdi. Sayıca az olan askeri ile Ermeniler'i ve Ruslar'ı püskürtünce yerli halk da Paşa'ya katıldı ve ordunun mevcudu gittikçe arttı.
Nuri Paşa, haftalarca devam eden çarpışmalardan sonra, 15 Eylül 1918'de Azeriler'in çok büyük sevgi gösterileri arasında Bakü'ye girdi. Adına destanlar yazılan, şarkılarla marşlar bestelenen Paşa o günden sonra Azerbaycan'da kahraman olarak tanınacak ve "Bakü fâtihi" diye bilinecekti.
BERLİN TEMASLARI
O sırada, sadece 29 yaşındaydı...
Ama, fethettiği topraklarda fazla kalamadı. Bakü'ye girmesinden bir buçuk ay sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1918'in 30 Ekim'inde Mondros Mütarekesi'ni imzalayıp yenilgiyi kabul etmesi üzerine Azerbaycan'ı boşaltma emri aldı ve birliklerini geri çekti. Savaştan sonra Almanya'ya gitti, uzun seneler orada yaşadı ve Türkiye'ye 1930'ların sonuna doğru, İkinci Dünya Savaşı'nın öncesinde döndü.
Askerliğe seneler önce veda etmişti ve yeni bir iş yapması gerekiyordu...
Paşa, fabrikatör olmaya karar verdi. Zeytinburnu'ndaki büyük bir kömür atelyesini satın alıp "madenî eşya fabrikası" haline getirdi, fabrikasını daha sonra Sütlüce sahiline taşıdı ve daha da büyüttü.
Resmî olarak madenî eşya imal ediyordu ama asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı'nın verdiği izinle yapılan silâh üzerine idi ve fabrikada tabanca, tüfek ve hattâ havan topu mermisinin yanısıra gaz maskesi ile başka askerî malzemeler de yapılıyordu. Paşa fabrikasının ürünlerini orduya da satıyordu ama daha sonra fiyat konusunda anlaşmazlık yaşanması üzerine imal ettiği askerî malzemenin çoğunu yurtdışına, talep eden memleketlere göndermeye başladı.
İkinci Dünya Savaşı'nın patlaması ve Alman birliklerinin önce Avrupa'da, ardından da Rusya içlerinde ilerlemeye başlaması üzerine, Nuri Paşa silâh işinin yanısıra başka bir alanda daha faaliyet göstermeye başladı: Almanlar'ın desteği ile Kafkaslar'da, özellikle de Azerbaycan'da Türk kökenli askerlerden ve Sovyet ordusunda savaşırken Almanlar'a esir düşen Tatarlar ile Azerîler'den meydana gelecek yepyeni bir ordu kurmak, bu ordu ile Sovyet birliklerine karşı savaşmak, askerî faaliyeti daha sonra Orta Asya'ya doğru genişletip oralarda oluşturulacak yeni birlikler sayesinde bütün Türk boylarını birleştirmek, yani "Turan"a giden ilk adımı atmak...
Hayâlini hayata geçirebilmek için birkaç defa Berlin'e gidip Alman yetkililerle görüştü ve değişik Türk boylarına mensup askerlerden meydana gelen ilk "Türkistan Alayları"nın kurulmasını sağladı. Nuri Paşa böylelikle Birinci Dünya Savaşı'nda yarım bıraktığı işi yapmak, yani öncelikle Azerbaycan'ı bağımsız hâle getirmek istiyordu. Ama hayalleri Almanlar'ın yenilmesi üzerine son buldu ve Paşa, artık sadece fabrikası ile alâkadar olmaya başladı...
ÖRTBAS MI EDİLDİ?
1949'a gelindiğinde, bazı Arap ülkelerinden ve Pakistan'dan siparişler almaya başladı. O günlerde yeni kurulmuş olan İsrail ile savaş halinde olan Mısır, Suriye ve İngiliz hâkimiyetinin sona ermesi ile Hindistan'dan ayrılıp devlet olarak ortaya çıkan Pakistan silâh bulmaya uğraşıyor ve Sütlüce'deki fabrika siparişleri karşılayabilmek için gece gündüz çalışıyordu. BM Güvenlik Konseyi, Mısır ile Suriye'ye silâh satışını yasaklamıştı ama sevkiyat yasağa rağmen devam etti...
2 Mart 1949'da, öğleden sonra saat beşi on geçe, Sütlüce'deki fabrikada ardarda patlamalar meydana geldi ve neredeyse tamamı havaya uçtu. İlk patlama atelyede olmuş, daha sonra cephane deposu da yokolmuştu ve patlamalar iki gün boyunca devam etti.
Nuri Paşa da o sırada fabrikada idi...
Ceset parçaları Sütlüce'nin yüzlerce metre ilerisine yayılmıştı ama günlerce aranmasına rağmen Nuri Paşa'nın cesedine ait hiçbirşey bulunamadı. Kaç kişinin can verdiği bile belirlenemedi, ölü sayısı resmî raporlara "27" olarak geçti ve Nuri Paşa'nın yerine sembolik olarak boş bir tabut defnedildi.
Soruşturmanın ardından hazırlanan raporda patlamalara laboratuvardaki bazı maddelere sıçrayan elektrik kıvılcımının sebep olduğu yazılıydı ama ortada çeşit çeşit söylenti vardı. Halk, Nuri Paşa'nın Mısır ile Suriye'ye silâh satması yüzünden, fabrikanın bu memleketlerin düşmanları tarafından hazırlanan bir sabotaja uğradığına inanıyordu. Konu daha sonra Meclis'e de intikal etti ve görüşmeler sırasında bazı milletvekilleri de "hadisenin örtbas edildiğini" söylediler.
Tarihimizin en büyük yenilgilerinden birine uğrayarak çıktığımız Birinci Dünya Savaşı'ndaki birkaç zaferimizden birinin kumandanı olan Nuri Paşa'yı merak ettiğiniz takdirde sadece birkaç satırlık bilgi bulabilirsiniz, o kadar... Azerbaycan'da kahraman olarak kabul edilen Paşa'dan bizdeki ansiklopedilerde bile pek bahsedilmez ve adına sadece bazı ihtisas kitaplarında rastlanır, o kadar...
İşte sebebini ve sorumlularını 62 seneden buyana bir türlü ortaya çıkaramadığımız, üstelik artık unuttuğumuz "bizim" 11 Eylül'ümüzün hikâyesi...

Modelini bizzat çizip imal ettiği tabancaya kendi adını vermişti
SÜTLÜCE'deki kömür deposunu seri üretim yapabilen bir silâh ve mühimmat fabrikası haline getiren Nuri Paşa, fabrikasında kendi adını verdiği ve patenti kendisine ait olan tabancalar da imal etmişti.
9 milimetre çapında ve "Nuri Paşa Tabancası" diye bilinen silâhın modeli, Paşa tarafından bizzat çizilmişti.
Nuri Paşa'nın ağabeyi Enver Paşa'nın torunu olan Osman Mayatepek tabancanın hiç kullanılmamış bir örneğini yedek şarjörleri, mermileri ve namluyu temizlemeye yarayan
harbisi ile bundan birkaç sene önce 'İstanbul'daki Askerî Müze'ye bağışladı. Silâh, şimdi müzede sergileniyor.

Nuri Paşa'dan sürgündeki yeğenine hasret mektubu
MISIR prenseslerinden İffet Hasan ile evli olan Nuri Paşa, çocuksuzdu. Ağabeyi Enver Paşa ise Sultan Abdülmecid'in torunlarından Naciye Sultan ile evlenmiş ve üç çocuğu olmuştu.
Enver Paşa 1922 Ağustos'unda Tacikistan'da Rus birlikleri ile çarpışırken şehid düştü, hanımı Naciye Sultan ile çocukları ise 1924'te hilâfetin kaldırılması ile, Osmanlı Hanedanı'nın diğer bütün mensupları ile beraber Türkiye'den sınırdışı edilip sürgüne gönderildiler.
Naciye Sultan, sürgün senelerinde kayınbiraderi ile, yani Enver Paşa'nın kardeşi Kâmil Bey ile evlendi ve ondan da bir kızı oldu.

HERŞEYİ SAKLADI
1939'da, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanı olmasından hemen sonra çıkartılan bir kanunla Enver Paşa'nın çocuklarının Türkiye gelmelerine izin verildi.
Ağabeyinin hanımı ve çocukları sürgünde iken, Türkiye'de kalan diğer aile mensuplarının bakımını artık askerliği bırakıp iş hayatına atılmış olan ve maddî sıkıntı çekmeyen Nuri Paşa üstlendi. Bir önemli iş daha yapan Nuri Paşa ağabeyinin özel eşyalarını, silâhlarını ve bütün arşivini de titizlikle muhafaza etti ve Enver Paşa'ya ait herşeyi, sürgünden dönmelerinden sonra yeğenlerine teslim etti.
Enver Paşa'nın evrakının dağılmaması, bugün tamamının elimizde olması ve bir Osmanlı devlet adamına ait en geniş arşiv olma özelliği taşıması, Nuri Paşa sayesindedir. Aşağıda, Nuri Paşa'nın 21 Şubat 1929'da Enver Paşa'nın o sırada 12 yaşında olan ve Güney Fransa'da annesi ve kardeşleri ile beraber sürgünde yaşayan büyük kızı Mahpeyker'e Ankara'dan yazdığı bir mektup yeralıyor.
"Nuri Paşa" antetli kâğıda yazılmış olan mektup, bir amcanın sürgündeki küçük yeğenine karşı hissettiği sevgi ifadeleri ile doludur:
"Kızım, sevimli güzel Maypeyker'im,
İki sahifelik mektubunu alarak çok sevindim. Hele mektebe muntazaman gittiğine ve derslerinden daima mükâfat aldığına memnun oldum. Türkân'dan da mektup aldım, iyi çalışıyormuş. Tabii, ikiniz de sınıflarınızın en uslu ve en çalışkanısınız. Yalnız,
kendinize iyi bakmalısınız, üşürseniz sonra hasta olursunuz. Senin hastalığın hafif geçti değil mi? Her halde bana yaz e mi? Babaannen hep seni ve kardeşlerini sorar, gözlerinizden öper.
Babababan da (deden de) gözlerinizden öper. Ben de senin ve kardeşlerinin gözlerinizden ve annenizin ellerinden öper, dadılarınıza selâm ederim.
Madam Lorando'nun da ellerinden öperim sevimli kızım.
Amcan
Nuri"