SAYFALAR

18 Ağustos 2022 Perşembe

ŞEYH SAİD

Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında bir başka dertle uğraşıyordu; Şeyh Said ayaklanması ile. Genç cumhuriyeti milletlerarası alanda meşrulaştıran Lozan Antlaşması imzalanalı daha birkaç ay olmuş ama Musul'la Kerkük'ü kimin alacağına karar verilememiş, meselenin çözümü sonraya bırakılmış ve bütün gözler petrol bölgelerinin geleceğine çevrilmişti. 

Türkiye'yle o zamanların Musul'unu kontrolü altında tutan İngiltere arasında diplomatik bir mücadele yaşanıyordu ve işte tam o günlerde, 1925 Şubat'ında güneydoğuda bir ayaklanma patlayıverdi. Palu lu Nakşibendi şeyhi Şeyh Said şeriat iddiasıyla bayrak açtı, kuvvetleri bir ara Diyarbakır'a girdi ve üç buçuk ay içinde binlerce kişi can verdi. Ayaklanmanın liderleri sonra tek tek yakalanıp İstiklal Mahkemesi'nin karşısına çıkartıldılar.

Şeyh Said 1925'in 26 Mayıs günü verdiği ilk ifadesinde ‘‘Bu işlerde ne öndeyim, ne de arkadayım. Belki ortada bulunmuştum. Bizzat kumanda etmedim. Harbi ne uzaktan, ne yakından görmedim’’ dedi. Sonra harekete hakim olamadığını iddia etti ve ‘‘Aşiretler kendi akıllarıyla hareket ediyordu, kimse kimsenin sözüyle hareket etmiyordu’’ diye yakındı. Savcı Ahmet Süreyya Bey (Özgeevren) ‘‘Neden isyan ettiniz?’’ diye sorunca, cevabı ‘‘şeriat için’’ oldu. Sonra ‘‘Amacımız din hükümlerinin uygulanmasını rica yoluyla hükümete arz etmekti. Böyle zannediyorduk, inşallah kabul buyurulur’’ dedi. Dinsizlikle suçlayıp isyan ettiği cumhuriyetin ‘‘Müslüman olduğunu’’ söyleyiverdi: ‘‘Anayasada 'Türkiye Cumhuriyeti'nin dini İslamdır' diye yazılıdır. Din hükümlerinin yerine getirilmesi de yazılıdır. Maksadımız da buydu. Allah'a hamdolsun, Türkiye'nin yöneticileri Müslümandır’’.

Bir ay devam eden mahkeme, 46 kişinin idamına karar verdi. Belgeler ayaklanmanın arkasında İngiltere'nin bulunduğunu, maksadın Türkiye'nin başına böyle bir dert açıp Musul'u oldu-bittiye getirmek olduğunu gösteriyordu. Neticede Musul Türkiye'den koptu, önce İngiliz himayesine girdi, sonra da Irak'a verildi.

1925 isyanının lideri Şeyh Said de ‘Hatalarımız oldu’ demiş, mahkûm olunca ‘‘Hani ya doğruyu söylersem kurtaracaktınız?’’ diye sormuş, son sözü ‘‘Fena yaptık, bundan sonra iyi olur inşallah’’ olmuştu.

5 Mayıs 1925 gününün öğleden sonrasında Diyarbakır'da, hükümet konağının önünde Kolordu komutanı Mürsel Paşa'yla Şeyh Said arasında geçmişti. İşte, bu konuşmanın bazı cümleleri:

Mürsel Paşa: Hoş geldiniz. Yolda çok rahatsız oldunuz mu? Seyahatiniz nasıl geçti?

Şeyh Said: Sefer zahmettir.

Mürsel Paşa: Hastaydınız, nasıl oldunuz?

Şeyh Said: Şimdi iyiceyim.

Mürsel Paşa: Yemek yemeye başladınız mı?

Şeyh Said: Hayır, daha korkuyorum.

Mürsel Paşa: O halde sizi daha tedavi etsinler. Doktorlar bakıyorlar mı?

Şeyh Said: Allah hepsinden razı olsun.

Şeyh Said ayaklanmasının liderlerinden Şeyh Şemseddin yakalanıp 11 Mayıs'ta Diyarbakır'a getirilecek ve vilayet konağında ‘‘Hamdolsun hükümetimiz sayesinde rahat geldim. Bir eksiğim yoktur. Cenáb-ı hak cumhuriyeti başımızdan eksik etmesin’’ diye dua edecek, mahkemedeki ifadesinde ‘‘Peygamberimiz ölürken cumhuriyeti emretmişlerdir. Bugünkü idare şeklimiz de peygamberin emrine uygundur’’ diyecekti.

SON SÖZÜ: ‘HANİ BERABER KUZU YİYECEKTİK?’

Şeyh Said'in Diyarbakır'da 1925'in 26 Mayıs sabahı bir sinema salonunda başlayan mahkemesi bir ay devam etti ve karar 28 Haziran'da açıklandı. Şeyh Said'le adamlarından 46'sı idama mahkum olmuştu.

Kararlar ertesi gün sabaha karşı infaz edildi. Şeyh Said hücresinden alınıp sehpaya götürüldüğü sırada kendisini mahkum eden hakimlerden Ali Saip Bey'e (Ursavaş) döndü ve ‘‘Saip Bey’’ dedi. ‘‘Hani ya doğruyu söylersem kurtaracaktın?’’

Hakimin cevabı ‘‘Ne yapalım Said Efendi’’ oldu. ‘‘Seninle Hınıs'ta kuzu yiyemedik’’.

Şeyh idama mahkum olmazsa, herkese kuzu ziyafeti vermeyi vadetmişti.

Bundan sonra, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Şeyh efendi, bundan daha hafif ceza olur mu?

- Bundan daha ağırını söyle bakalım Saib Bey! Artık kuzu filan kalmadı. Ne olurdu Edirne'de yüz bir sene verseydiniz?

Şeyh Said ‘‘Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar’’ dedi, sehpaya çıktı ve son sözü ‘‘Fena yaptık, bundan sonra iyi olur inşallah’’ oldu. 

(İttihad ve Terakki'nin liderlerinden Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın küçük oğlu Behçet Cemal'in 1955'te yayınladığı ‘‘Şeyh Said İsyanı’’ isimli kitaptan)

12 Ağustos 2022 Cuma

HAN DUVARLARI

Faruk Nafiz Çamlıbel’in ünlü “Han Duvarları” şiirinde ki aşağıda yazılan üç kıta aslında kendisi tarafından yazılmamış, sadece kaleme alınmıştır. 

Şiirdeki o satırların esas sahibi, ömrünü cepheden cepheye koşup, savaşlarla geçiren ama savaşırken şehit olmayıp tam anne babasına kavuşacakken bir handa mola verdiği sırada ölüp, köyüne varamayan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış tarafından yazılmış gerçek kendi hayat hikayesidir. Ülkemizde kim bilir böyle hala daha meydana çıkmamış, bilinmeyen nice kahramanlar mevcuttur?
 
Sarıkamış’tan sağ dönen bir askerdir Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış. Yemen cephesinden Sarıkamış cephesine sevk edilen askerlerden olduğu için, üzerinde kışlık elbisesi bile yoktur ve savaş bittikten sonra köyüne, anne babasına kavuşmak için yola çıkar. Ancak o zaman ki kötü şartlarda vereme yakalanır ve Niğde Ulukışla'ya kadar ancak gidebilir.

Niğde Ulukışla’da geceyi geçirmek için kaldığı bir handa, köyüne ulaşamadan ölür. Ölmeden önce de hanın bir duvarına işte bu üç dörtlük şiiri karalar.

1922 yılının soğuk bir Mart ayında Kayseri Lisesi'ne atanan genç Edebiyat Öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel bir yaylı arabayla atandığı okula giderken aynı handa kalır ve Şeyhoğlu Satılmış'ın ölmeden önce duvara yazdığı o meşhur dörtlüklere rastlar ve kayıt altına alır. Yazdığı şiirin adını ‘HAN DUVARLARI’ koyar.

İşte han duvarlarında rastladığı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın yazdığı şiir;

On yıl var ayrıyım kına dağından,
Baba ocağından yar kucağından,
Bir çiçek dermeden sevgi bağından,
Huduttan hududa atılmışım ben.

Gönlümü çekse de yarın hayali,
Aşmaya kudretim yetmez cibali,
Yolcuyum bir kuru yaprak misali,
Rüzgârın önüne katılmışım ben.

Garibim namıma Kerem diyorlar,
Aslımı el almış harem diyorlar,
Hastayım derdime verem diyorlar,
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben.          
Cibali: Dağ


6 Ağustos 2022 Cumartesi

DERVİŞ TOPAL MOLLA

1919 yılında Afganistan devlet yönetimini İngilizlerden Ravalpindi savaşı ile alan Emanullah Han, 1923’de kendisini Afgan Emiri ilan eder ve Afganistan'ı yönetmeğe başlar.

Atatürk, Afganistan Asya’nın ortasında olduğunu belirterek, Büyükelçimiz Yusuf Hikmet Bayur'la Emanullah Han'a çok dikkatli ve çok temkinli olması yönünde mesaj göndererek uyarır.

Afgan Kralı Emanullah Han Atatürk'ten aldığı ilhamla ülkesinde reformlar yapmaya yönelir. Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk ziyaret eden devlet başkanı Afganistan Kralı Emanullah Han olur. Kral, batılı ülkelerin Başkent nasıl olsa İstanbul'a taşınır, düşüncesiyle büyükelçilik bile açmakta isteksiz davrandıkları Ankara'ya eşiyle birlikte gelir ve bir hafta boyunca Atatürk'ün konuğu olur.

Yeni Türkiye'de yapılanlardan etkilenen Emanullah Han ile Türkiye-Afgan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalanır. Ziyaret sırasında Türkiye ile Afganistan'ın, elçiliklerini karşılıklı olarak büyükelçilik düzeyine çıkarması kararlaştırılır. Böylece Kabil, o sırada Türkiye'nin dünyada büyükelçi bulundurduğu 26 ülkeden biri olur.

Emanullah Han, kurtuluş savaşımız esnasında Türkiye’ye büyük maddi yardımda bulunmuş, O’nun teşviki ile Afgan kadınlar da altın takılarını göndermişti. Emanullah Han Atatürk hayranıydı ve O’nu örnek alıyordu. Bu durum İngilizleri rahatsız etti ve meşhur İngiliz üç kağıtları, dalavereleri başladı.

Bütün bu olumlu gelişmelerden önce 1920 yılında, Afganistan'da Topal Molla lâkabıyla tanınan bir zat ortaya çıkar ve bu zat önce bir tekke kurar. Hemen ardından kendi adamlarını Afganistan’ın dört bir yanına salarak ‘şöyle büyük bir evliya, böyle büyük bir ulema, böyle bir din adamı daha dünyaya gelmedi.’ şeklinde kendi reklamını yaptırır. Üç yıl gibi çok kısa bir zaman içinde Topal Molla'nın müritlerinin sayısı 200 bine ulaşır ve 1925 yılında daha da artarak 400 bini aşar.

Atatürk'ün Afgan Kralı Emanullah Han'ı uyarısından bir süre sonra Topal Molla, istediği sayıya ulaşınca Krala karşı ayaklanma başlatır. Gerekçe; eğitim için Türkiye'ye gönderilmek üzere seçilen 15-20 kişilik kız öğrenci grubu için ‘Dinsiz Kral Emanullah kızlarımızı kâfirlere peşkeş çekecek, din elden gitti!’ diye çıkarılan söylentilerdir. Güney'deki aşiretler ayaklanırlar. İsyancılar Kabil'e doğru yürümeye başlarlar. Bir yıl içinde büyük katliamlar yapılarak oluk oluk kan akıtırlar.

O sırada Afgan ordusunu ıslah etmek üzere Kabil'de bulunan General Kazım Orbay başkanlığındaki Türk askeri heyeti, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü imzasıyla gönderilen yazılı talimatla, Kral Emanullah Han'ı Türk vatanını müdafaa eder gibi, hayatlarını ortaya koyarak korumakla görevlendirir ve Atatürk Kral'ın huzurunda açılacak özel bir telgrafta Emanullah Han'a şu mesajı gönderir:

-Son günlerde Zatı Şahanenizi muztarip eden bazı ahval ve hadisattan haberdar oldum. Eğer vaki ise öz kardeş bildiğim sizin, ıstırabınızı tahfife medar olacak noktai nazarlarımı bildirmek üzere beni hakikatten haberdar ediniz. Orada bulunan ve yolda emrinize iltihak etmek üzere olan bilcümle Türk ümera ve zabitanı sizin için fedayi hayat emrini almışlardır. Büyük alaka ile cevabınızı intizar ederim kardaşım.

Atatürk'ün bu mesajı sunulamadan isyancı Derviş Topal Molla adamlarıyla Kabil'e girer. Kral Emanullah Han, Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle; 'bir çaduriye bürünerek' kadın kılığında Kabil'den kaçar ve Roma'ya gider, yerleşir. Zaman zaman Türkiye'ye gelerek Atatürk'le de görüşür.

Kaçmaktan başka çaresi kalmayan Afgan Kralı Emanullah vatanından ayrılmak için hava alanına geldiğinde, aniden yanına esrarengiz bir kişi yaklaşır ve kendisine;

-Beni tanıdınız mı, ben o meşhur Topal Mollayım. Afganistan’ı karıştırmakla görevliydim, görevimi başarıyla bitirdim ve şimdi İngiltere’ye dönüyorum.” der.

Afgan Kralı Emanullah acı acı iç çektikten sonra, İngiliz ajanı Topal Mollaya der ki;
- Ben senin İngiliz ajanı olduğunu ve hangi görevle Afganistan’a gönderildiğini çok iyi biliyordum. Sen, halkımı öylesine etkilemiştin ve onların gönüllerine girmiştin ki, senin İngiliz casusu olduğunu onları inandırmak imkansızdı.

İngiliz ajanı Topal Molla, sarığını, fesini atmış, uzun sakallarını kesmiş, başında İngiliz fötr şapkası, boğazında gayet kibar kravatıyla, kazandığı zaferin mağrurluğu için de İngiltere’ye doğru yola çıkmıştı.

Atatürk, Emanullah Han'dan sonra Afgan tahtına oturan Mehmet Nadir Han'a biraz mesafeli durur. Ancak Mehmet Nadir Han da Türkiye'ye hayranlığını bildirir. Yeniden doğan sıcak hava üzerine Kabil Büyükelçisi Yusuf Hikmet Bayur 24 Haziran 1930'da Mehmet Nadir Han'a güven mektubunu sunduktan sonra görüşmeyi Ankara'ya şöyle bildirir:

'24 Haziran'da itimatnamemi verdim. Kral mükamele (karşılıklı konuşma) esnasında ezcümle şöyle dedi, "kâffemiz (cümlemiz) Reisicumhur Hazretleri Atatürk’ü başımız tanırız."

Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayın tıpkı benzerini, daha önce Osmanlı, bugün de Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. DERVİŞ VAMBERY, TOPAL MOLLA, HUMEYNİ, KÜRT SAİD ve FETHULLAH GÜLEN gibi ve daha bir çok hainleri, ajanları görüyor, tanıyor ama maalesef kimseyi inandıramıyor, bir şey yapamıyoruz. Şu anda Türkiye de yüzlerce 'TOPAL MOLLA' lar var. Bunlar hem İslam dinini yıkmak, hem de Türkiye'yi yıkmak için bütün güçleri ile uğraşıyorlar.. BİLGİLERİNİZE