SAYFALAR

31 Aralık 2023 Pazar

ATATÜRKE İHANET EDEN SİLAH ARKADAŞLARI

Ulu Önder’in Nutuk’ta da yazmağa en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını hissettiği bölümdü. Lozan günleriydi. İsmet Paşa ve Türk Heyeti Lozan'a hareket etmişti.

Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizler'e sığınmış, Malaya zırhlısıyla Malta'ya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.!

Bir gün, O'nu akşam yemeğine davet ettiler. Gazi Paşa, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler. Henüz yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi'ye döndü; “Kemal” dedi.

-Davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz".

Gelişkin hisleri O'nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. “Buyurun, konuşalım!” dedi. Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı:

-Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor.”

Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı ”Neyimden korkuyorlarmış?” deyiverdi.

Rauf Bey konuya doğrudan girdi:

-Senin Cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!”

Gazi donup kalmıştı.

Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye devam etti:

-Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik"

-Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre “emaneti sahibine” iade etmenin zamanı geldi". İşte O an Gazi, yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.

-Peki, Rauf Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye konuşan o kişiye sordu. Rauf Bey ise:

-Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok"

-Üstelik madem sordun söyleyeyim: Padişah, bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dini terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi, dünyalık olmayan makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil.

-Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, Cumhuriyet değil”. Gazi'nin yüz hatları gerilmişti. Bu sefer de ev sahibi Refet Paşa'ya döndü;

"Peki, ya sen ne düşünüyorsun Refet?" diye sordu. O da "Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!" deyip kestirip attı. Gazi, bu sefer de masadaki üçüncü kişi olan Fuat Paşa'ya "Peki, ya senin görüşün Fuat?" diye sordu.

Fuat Paşa Gazi'nin Harbiye'den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi yani… işte o Fuat;

-Paşam, biliyorsunuz uzun süredir Moskova'dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm" dedi ve o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!  diyemedi yani.

Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum'daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu…

Beşinci kişiyse, kendisiydi. Anadolu'ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.

“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi.

-Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey. Gazi:

-Bana bir kâğıt verin…” dedi. Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla şunu yazdı:

-Günü geldiğinde padişahla ilgili kararı en yüce icrai organ olan TBMM verecektir.” bunu yüksek sesle okudu ve sordu:

-Bu sizi ve Meclis'i tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?

Onlar da “Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!..” dediler. Rauf Bey, O Meclis'ten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı ve bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar da rahatladılar.

Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu. O günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu.

Nutuk'tan Doç. Dr. Orhan Çekiç'in yazdığına göre Meclis'le ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.

1921 Anayasası'na göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920'de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis'ten kurtuluyor gibiydi. Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!” Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemal'i Meclis'e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasası'nı değiştirmeye karar verdiler. Tanıdık geldi mi sevgili Canlar.

Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar. Buna göre:

1. “Bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Milli sınırları içinde olsun!..” dediler. Böylece Selanik dışarıda bırakılmıştı.

2. “Milletvekili adayı, adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!” Mustafa Kemal o cephe senin, bu cephe benim, hayatı boyu koşturmaktan ötürü, değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay bile oturamamıştı ki…

Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz:

-Doğum yerim Selanik, Misak-ı Milli sınırları dışında kalırken, önceki devlet ise Selaniği tek kurşun atmadan Yunan'a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne'de savaşıyordum.”

-Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım eğer, o zaman Bingazi'de, Derne'de, Sina'da, Filistin'de olamazdım. Çanakkale'de, Kafkaslar'da, Sakarya'da olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Milli sınırları dışında kalırdı”

-Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor peki ?

Hayır, elbette millet, onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal, Ankara'nın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis”e girdi. Cumhuriyeti de kurdu fakat Gazi bu olayı hiç unutmadı. Sefter Hesenli

30 Aralık 2023 Cumartesi

EVİMDEN HIRSIZLIK

Eskiden hırsızlık olur, malın çalınır, dolandırıcılık olur, failleri yakalayabilmek için, polis olarak en küçük ihtimalleri, hesaplar, her türlü ihbarları değerlendirir, vatandaşın zararını asgariye indirmek için elden ne geliyorsa o yapılırdı. Şimdi Polis, jandarma niçin var? Kanun niçin var? Kimler faydalanır? Ben anlamıyorum.

Hırsız yakalanır, çalınan mallar çıkartılır ve sahiplerine teslim edilir, sahipsiz mallar Adli Emanete gönderilirdi.

Şimdi nasıl?
Eylül 2014 yılında ben memlekette iken Ankara da evime hırsız girdi. Gece saat 00.30 sıralarında komşum telefonla bildirdi. Bin kilometrelik yolu, yanı Rize den Ankara ya yedi saatte geldim. Baktım o güne kadar ki birikimim gitmiş. Karakola giderek müracaatta bulundum. 4-5 ayrı sivil, resmi polis ekipleri geldiler. Her türlü incelemeleri yaptılar. Komşular da görünce "Sen polissin, senin evine giren hırsız hemen bulunur." diyorlardı. Pencereye tırmanıp tornavida ile pencere kanadını açmak suretiyle girilmiş ve ev altı üstüne getirilmiş. Ne hikmetse kamera kayıtları da yok. Ertesi gün iki polis gelmiş, güya başka bir olay için kamera kayıtlarını incelemiş.

Ankara Polisi sadece o çalışmaları ile beklemede kaldılar. Onlara da hak veriyorum. Çünkü bir olayı çözmek ve hırsızlık olayını açığa çıkarmak parmak izi yoksa çok zordur. Benim eve girenlerde eldiven kullanmış, parmak izi yok.

Mesleğimin verdiği bilgi ve tecrübelere dayanarak, iki ay kadar sonra evimden çalınan altın kol satım ve çakmağımı başka bir ilde bir antikacı tarafından satışa çıkarıldığını tespit ettim ve fotokopi kayıtlarıyla delillendirdim. Bir dilekçe ekleyerek eski emekli olduğum yer, Asayiş Şubede ilgili birimlere verdim. Evimden çalınan saat benim olduğu belli. Satışa çıkarılan dükkan başka bir ilde belli. Satışa çıkaran adam da antikacı belli.

Dört ay kadar geçti hiç ses çıkmadı. Telefon açtım cevap alamadım. Bir dilekçe daha yazdım ve o elde ettiğim delil evraklarımı da tekrar eklemek suretiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına verdim. Sağ olsunlar dilekçemi bir Savcıya havale ettiler. Savcı beni dinledi. “Git dosyanı çıkart al gel.” Dedi. Koşarak gittim. Dosyamı getirdim. Tekrar ifadelerimi aldılar, dosyama eklediler ve "biz sana haber veririz." dediler.

Aradan bir sene geçti, haber yok. Tekrar adliyeye gittim. Cumhuriyet Başsavcılığına bir dilekçe daha verdim. Dilekçem tekrar bir savcıya havale edildi. Savcı tekrar "git dosyanı çıkart al gel" dedi. Tekrar koşarak gittim. O gün akşama kadar uğraştım, aradık, benim hırsızlık olayı dosyam yerinde yok, bulamadık. Ertesi gün bulduk. Takipten kaldırmışlar. Savcı da şaştı. Bu nasıl olur filan gibi laflar etti. Ne ise ben yanlarındayım ya benim tekrar ifademi aldılar. Tekrar "Biz sana haber veririz git" dediler.

Bir yıl kadar daha geçti. Bir haber çıkmayınca b
ir dilekçe daha yazdım ve tekrar Ankara Adliyesine gidip verdim. Bu sefer bende biraz ağırlaştırdım güya, dilekçeme ‘İhmali bulunan yetkililer hakkında yasal işlem yapılması’ diye de yazdım. Tekrar ifademi alıp dosyaya eklediler.

Aradan bir yıldan daha fazla zaman geçti, bir netice çıkmayınca, o zaman BİMER vardı, Başbakanlık İletişim Merkezi. Aynı belgelerle internetten oraya baş vurdum. Sağ olsun o zaman ki Başbakanımız Sayın Binalı Yıldırım Bey’den, yine internet yoluyla beş ay kadar sonra bir yanıt aldım; “Senin evine giren hırsızları Yenimahalle Polis Müdürlüğü yakalayacak.” diye yazıyordu.

2018 yılı Aralık ayında, yanı olaydan tam dört yıl kadar sonra Adliye Postacısı vasıtasıyla bir Cumhuriyet Savcısı bana tebliğ ederek bildirdi. "Evinden çalınan saatin satışa çıkarıldığı dükkan antika dükkanı olduğundan, dükkan sahibi saati kimden aldığını, ne zaman aldığını, nasıl aldığını, hatırlamadığını beyan etmiş, isnat edilen suçların hiç birini de kabul etmemiş, bu nedenle de senin hırsızın yakalanamamıştır." Ve bende evime giren hırsızla tanışamadım.

Yine Ekim 2020 de de evime hırsız girdi. İki üç gün önce bir araba satmıştım. Oğlumla telefonla konuşurken "Baba, sen biraz delisin, parayı yanında saklama, bankaya yatır. Başına bir şey gelir." demişti. Ben de kim yaklaşabilir? Para evde koltuğun altında duruyor. Başka araba alacağım." dedim ve üç gün kadar sonra hastanede mideden ameliyat oldum. Yoğun bakımda yatarken sabahtan site görevlisi telefonla aradı. "Ağabey zilini çalıyorum açmıyorsun. Evde değil misin? Senin pencerenin sinekliği düşmüş, yerde duruyor. Penceren de açık. Yan odanın lambası da yanıyor." dedi. He anladım ki hırsız yine uğrayıvermiş benim eve. Hanım gitti baktı ki ohoo, misafir odasında koltuklar tersine çevrilmiş. Telefonda dedim ya ki 'koltuğun altındadır!'
Bu sefer de kabadayılık bende kalsın dedim, polise hiç bildirmedim.

Bu üçüncü, Mayıs 2023 te bir adam +90 534 362 89 14 numaralı telefondan aradı ve "Ben Asayiş Ekipler Amiri Atilla Güven, sen şu kimlik numaralı filanca oğlu filancı, falan yerde oturmuyor musun" dedi. Allah Allah "evet ama sen bunları ne biliyor sun" dedim. Biz konuşurken arada sırada, telsiz sesleri de geliyordu yanlardan. "Kimliğin dün yakalanan bir adamın üzerinden çıktı" dedi. Anlaşıldı ki tüm kimlik bilgilerim adamın elinde. Ev adresimde elinde. Ne yapacağım? Hemen polise koştum. "Cürüm oluşmamış, biz işlem yapamayız, adam sizi dolandırsa veya bir eylem gerçekleşse işlem yapardık." dediler ve bu seferde dolandırıcımla tanışamadım.

En azından, adam benim kimlik bilgilerimi nasıl elde ettiğini öğrenebilirdik. Ondan da havamızı aldık.

Ve bir daha anladım ki yasalar herkes için değildir! Ve gösterilen o operasyonlar filan hepsi göz boyama, hikaye!

Yaşasın ADALET! Saygılarımla....


28 Aralık 2023 Perşembe

SİZ HİÇ ŞEHİT GÖTÜRDÜNÜZ MÜ

Belki tanırsınız, belki tanımazsınız; Bir komutan yazmış bu notu:

Siz oğlu şehit olan aileye acı haberi vermeye gittiniz mi hiç? Hayır mı? Dinleyin o halde;

Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bi emir düşer önünüze ‘Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür. Yarabbim dersin, dağa çıksam üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem.. Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola.

Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa, bir eve ateşin düştüğünü.. Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin.

İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar.. Neyse varırsın köye. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun.. Bütün köy donmuştur adeta.. Herkes büyülenmiş gibi izler seni!

Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı.. Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün.

Ayakların geri geri gider. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar. Bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa.. Öyle bir vurur ki yere, zelzele oluyor sanırsın.. Konu komşu yığılır. Bin feryat bin figana karışır. Dersin ki kıyamet budur… 

Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar. “Yaralı değil mi komutan?” der. Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin. Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın.. Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile.. Baba.. Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar.. Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya gark olmuş bir gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun! Şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın.

Kimi içine akıtır gözyaşlarını, kimi de donar kalır.. Kimi günlerce konuşamaz,

Kimi dua eder, kimi beddua.. Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar. Ne şapka kalır başınızda, ne rütbe omuzlarınızda, söker atar..

Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar. Gerçekle yüzleşme günüdür.. Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye. Tören mören hak getire.. Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen.. Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der, görmek istemez naaşını…

Kimi de ille de “Göreceğim” der. Gösteremezsin ki. Ya yüzü yoktur ya bacağı..

Yanımızdaki bi üsteğmen ya da yüzbaşı elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur, “Kanı yerde kalmayacak” diyerek, bitirir konuşmayı..

Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, kardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz.

Sonuç olarak; Orada bir şehit mezarı, bir bayrak, bir ana, bir de baba kalır.. Alıntı