SAYFALAR

16 Şubat 2020 Pazar

BU KUŞ

İlkbahar aylarından biriydi. Üç veya dört yaşlarında küçük çocuktum. Eski evimiz çubukla dokunmuş, üzeri toprakla sıvanmış, Büyük Dedem Yakup tarafından ilk defa köye gelip yerleştikleri zaman yapılan kerpiç bir evdi. Hatta ‘Ğayat’ dediğimiz salon kısmına geçerken kapının her iki yanlarında yerden tavana kadar küçük dolap gözleri vardı. Evin üst kısmına da ‘Onçğone’ derdik.

Ben gündüz evde yalnız kaldığım veya her fırsat bulduğum zaman o dolap gözlerine basarak ta evin çatı katına çıkar, eskiden kalma bir şeyler arardım. Orası biraz karanlık ve açık ateş yandığı için 'Çola' dedikleri kurumla kaplı olduğundan, mutlaka yüzüm gözüm simsiyah kurum olur fakat mutlaka da hoşuma giden bir şeyler bulurdum.

Bir seferinde bir tabanca kılıfı ile bir de namlusu ve el kundağı kesilmiş tabanca şekline getirilmiş tek fişek atan, bir tüfek bulmuştum ve çok sevinmiştim. Çocukluğumdan beri silahları çok sever, hatta şemsiye demirlerinden kendim bile ‘evzalı’ dedikleri silahlar yapar, barutla doldurur, düğünlerde patlatırdım. O bulduğum tüfeğin yayları çürümüş çalışır durumda olmadığı halde ben büyüyünceye kadar saklamıştım. Çok sonraları anladım ki o tüfek İngiliz yapımı Hanry Martini marka Levir Ekşin şeklinde çalışan bir tüfekti. Demek oluyor ki Dedem Ali veya Babası yanı büyük Dedem Yakup bu tüfeği keserek belde tabanca gibi taşınır hale getirmiş ve öyle kullanıyormuş.

Daha sonraları bu eski evi onarmak için, Babam Lazlardan Mutinoğlu Hilmi Amca’yı usta olarak getirdi. Bu evimizin üst kısmını tamamen yıktılar ve biraz daha büyüterek taş dolma ev yaptırdı. O esnada odaların hepsini de donattırdı. Taş dolmaları derede sert taşlardan ustalar kırdılar ve onları dik dörtgen şekline getirip, imece usulü ile kapımıza komşularla hep birlikte taşıdılar. Ev üzerinde daha önceden hazırlanan yerlerine ustamız olan Hilmi Amca yerleştirdi. Bu dolma taşların çevresini de beyaz kireç harcı ile sıvayıp beyaz görünmesini sağladı. 

İç kısımda da salon kısmına geçmek için kullanılan kapıyı çift kanat kapı yaptırdı. Hilmi Amca oralarda çalışırken ben de her yaptıklarına dikkat ediyor, peşlerine dolanıp duruyordum. “Bana bir çift çorap vermezseniz bu kapıyı çivi ile çakacağım ve salona giremeyeceksiniz.” Diyordu. Ben de ağlıyordum. Babam duyunca “Çocuğu korkutup ağlatma.” Diye uyarmıştı Hilmi Amca’yı. Sonra O da beni sevmiş ve kandırdığını söylemişti. Sonraları köyün camisine gittiğim zaman gördüm, Hilmi Amca camide imamlık ta yapıyordu.


Tabi bizim evde usta çalışırken işlerini bitiren veya evde işlerinden kaytarmak isteyen komşularda gelir, ustanın yanında toplanırlar, her türlü muhabbeti ederler, eğlenirlerdi. Bir taraftan da bazen Babama yardım ederler, bir kişi yüksek tezgahın üstüne çıkıp üstten, bir kişi de alttan çeker hızar biçerler, evde kullanmak için tomrukları tahta ederlerdi. Oturdukları zaman ettikleri muhabbetleri dinlemek benim çok hoşuma gittiğinden bende tabi hiç birini kaçırmaz, her söyleneni can kulağıyla dinler, her yaptıklarını da takip ederdim.

Bir akşam üzeri evleri hemen evimizin yakınında olan komşumuz Yusuf Amca geldi. Ona Hafızın Yusuf derlerdi. İyi bilmiyorum fakat Dedesi filan hafızlık yapmış olabilir. O gün ustalık yapan Hilmi Amca gelmemişti. Usta olmayınca Yusuf Amca da pek eğleşmedi. Ben kendisine bir iskemle verdim, hemen evin önünde bir ot bardisinin yanında biraz oturdu. Babamı bekledi fakat Babam da gelmeyince kalktı gitti. O zamanlar güz aylarında evin yakınlarına kazıklar dikilir, kışın hayvanlara vermek için, toplanan otlar bu kazıklara sarılır, uzun süre bekletilirdi. Buna ‘bardi’ derlerdi. Otlar bardi yapılarak öylece İlkbaharlara kadar saklanırdı çünkü yağmur suları bardinin içine giremez, otlar çürümeden uzun süre kalırlardı ve lazım olduğu zaman bardiden bağ bağ alınır hayvanlara verilirdi. Bu nedenle evimizin yakın çevresinde ot ve hayvanların altlarına sermek için eğrelti otu bardileri de bulunurdu.



Ertesi gün aynı saatlerde Yusuf Amca tekrar geldi. Akşam olmuş, usta sofrada yemeğini yiyordu. Israr etmelerine rağmen Yusuf Amca sofraya oturmadı. Kapıda ki o bardilerin yanında düzlükte oturan diğer adamların yanına gitti ve selam verdikten sonra oturdu.

Oturanlardan bazıları babamın kaçak tütününden sardıkları sigarayı içiyorlardı. Yusuf Amca sigara içmezdi. Babamın da kocaman tütün tabakası ve kav çakmağı düzde bir iskemlenin üzerinde dururdu. Her gelen eline alır, açar, tabakanın kapağını sol elinde dört parmakları arasında tutar. Baş parmağı ile işaret parmağı arasına içinde bulunan beyaz küçük sigara kağıtlarından bir tane alır. İçine tütün koyar. Kağıdı kıvırıp tütüne sardıktan sonra üstte kalan kısmını dili ile ıslatır ve alt kısmına yapıştırır, bir sigara sarardı. Tabakayı kapatıp tekrar eski yerine iskemlenin üstüne atarlardı. Sardığı sigarayı ağzına götürür, iki dudaklarının arasında tutar. Sonra yerden ‘Kav Çakmağı’ nı alırdı. 

Kav Çakmağı, Yün ipliğinden örülmüş bir kesede olurdu. İçinde ki malzemelerin dökülmemesi için uzunca bir parçası ve ipi olurdu. Kullanacakları zaman bu ipi çözer, kesenin örme kapağını geri çevirirler. İçinde bir parça kav, sert bir küçük taş parçası ve demirden özel yapılmış ‘B’ harfine benzer küçükçe bir demir bulunurdu. Kopardıkları küçük kav parçasını o küçük çakmak taşının üzerine koyup sol elleri ile tutarlar ve sağ elleriyle o demir parçasını taşa kuvvetli bir şekilde yukarıdan aşağı doğru vurarak, çıkan kıvılcımların kavı tutuşturmasını sağlarlardı. Kav tutuştuğu zaman etrafa çok tatlı bir koku yayılırdı.

Tutuşan kavı sigaranın ucuna koyarlar ve yanmasını sağlayıp sigaralarını içerlerdi. Hemen Yusuf Amcadan başka orada olanların hepsi bu şekilde birer sigara sarıp kav çakmağı ile yaktılar. O zamanlar çay içmek yoktu. Çayı hiç kimseler bilmezdi. Hatta çay tohumu bile yoktu. Gelen misafirlere meyve ikram edilirdi. Babaannem üzüm pekmezi şerbeti etti ve getirip herkese verdi. Hatta ben misafirlere yetişmez diye önce almak istemedim fakat Babaannem beni çok sever ve büyük adamlardan hiç ayırmazdı. Bu da benim çok hoşuma giderdi. Bana da almam için ısrar edince ben de aldım ve o büyük adamlarla birlikte içtim.

Şerbeti içerken Yusuf Amca anlatmağa başladı. Babamın ismini vererek orada bulunanlara anlatıyordu. “Çe Veyis, dün akşam ben yine geldim de sizler yoktunuz. Tam akşam üzeriydi. Aynı bu yerde bardinin yanında tek başıma biraz oturup sizleri bekledim de, o zaman ha bu taraftan, ha böyle bir kuş geldi. Az kalsın yüzüme çarpacaktı. Ben kafamı ha böyle yana kaçırdım, çarpamadı. Yakalamak için elimi bir iki defa uzattım fakat yakalayamadım. Şu tarafa doğru çok hızlıca uçtu gitti.” Dedi. Orada olan herkes yüksek sesle gülüştüler. Bizim oralarda adettendir bir şey anlatılırken erkeklere 'Çe', kadınlara 'Ka' diye hitap ederlerdi.

Yusuf Amca ömrünün çoğunu İstanbullarda geçirmiş, çok maceralar yaşamış bir insandı, onun için anlattıklarına pek inanmazlar ‘ilaveli konuşuyor’ derlerdi. Hilmi Amca hemen söze karıştı ve “Yahu Yusuf ha böyle olur olmaz konuşuyorsun da, senin için ‘yalancıdur’ diyorlar. Hiç öyle bir şey olur mu? Kuş havadan uçarak gelip te yerde ki insana çarpar mı? Veya havada uçan kuş hiç el ile yakalanır mı?” dedi.

Daha sözünü bitirmişti veya bitirmemişti ki, kimsenin konuşmasına fırsat kalmadan bir mucize oldu. Havadan o kuyruğu dikine olan, bizim oralarda ‘çurça kuşu’ dediğimiz çalıkuşu, orada oturanların arasından geçerek hızla tam Yusuf Amca’nın önüne geldi. Yusuf Amca birden sağ elini havaya kaldırdı ve hemen önlerinde ki bardinin tarafına doğru bir kez salladı. Hiç kimse ne olduğunu anlamadan, sol elini de getirerek, sihirbazların yaptığı gibi, sağ el avucundan sol eline küçük tüylü bir şey aldı. Gülerek orada oturanlara uzattı ve; “Aha işte bu kuş idi da.” Dedi. Sol elinin içinde kurtulmak için çırpınan ve çeşitli sesler çıkaran küçük bir kuş vardı. Yusuf Amca o bir gün evvel aynı yerde gördüm dediği kuşu havada eliyle yakalamıştı galiba.

Herkes hayretler içinde şoke oldular ve bir iki dakika hiç sessiz Yusuf Amca ya bakarlarken, Yusuf Amca yine sessizliği bozdu. Elinde ki yakaladığı o kuşu Hilmi Usta'ya uzatarak “Hilmi sen anlarsın, al buna bir bak, bir incele ki gerçek kuş mıdur? Yoksa değil midur?” dedi. Kuşu elden ele gezdirdiler ve orada bulunanların hepsi baktılar. Gerçek çalıkuşu. O zavallı hayvanda hala canlı ellerinde çırpınıyor, kıyametler koparıyor, kurtulup serbest kalmak istiyor, kalbi küt küt atıyordu. 

Kuşu serbest bıraktılar. Bağıra bağıra uçarken havada birde pisledi ve hemen yandaki armut ağacının dalına kondu. Uzaklaşmadı. Hem zor sesle bağırıyor, hem de dönmüş orada oturan bizlere bakıyordu. Kendisi gibi başka bir kuş daha geldi. Bizler oradan gidinceye kadar bağırıp durdular. Hilmi Amca ayağa kalktı ve Yusuf Amca'nın boynuna sarılarak “Senden çok özür dilerim, Yusuf.” Dedi. Diğerleri ise “Yusuf sen bir numara yaptın. Yoksa böyle bir şey olamaz.” Diyorlardı ve bir türlü inanamıyorlardı. Karanlık olunca da herkes kalkıp evlerine gittiler.

Ben ve ben den beş yaş kadar büyük olan İrfan Ağabeyim ertesi gün akşam o saatlerde yine o ot bardisini gözlüyorduk. Çünkü bu olanları o küçük aklımızla çok merak ediyorduk. Aynı saatlerde aynı kuş tekrar geldi. Yan tarafta ince bir erik dalına kondu. Kafasını ve kuyruğunu sallayarak sağa sola bakıp etrafı gözledikten sonra birden bardinin içine girdi. Arkasından biz de o girdiği yerin önüne gittik. Bardide ki ot bağlarını usulca aralayınca mesele anlaşıldı.

Orada kuşun yuvası vardı. Yanında kendi gibi başka bir kuş daha vardı. Sarılmış yatıyorlardı. Bizden ürkmüş olacaklar ki kuşlar uçtu gitti. Yuvada üç tane tüylenmemiş yavruları vardı. Onlar orada kaldı. Kuşlarda uçup uzaklara gitmediler. Hemen yakında ki daldan dallara konup kıyametleri kopardılar. Nerdeyse bağıra bağıra kafalarımıza çarpacaklardı. Demek ki dün bu kuşlardan biri yuvasına gelirken bu anlattığım olaya sebep olmuştu.

Yorumlar:

Ayşe Şimşek
Ellerine emeğine sağlık harika anılar Recep abi çok güzel olmuş heyecanla sonuna kadar okudum süper siz bu güzel anılarını zi bir kitapta toplayın ben ce
Mustafa Münir Atagün
Teşekkürler, Recep
Hepimizin yaşadıklarını ne güzel yazıyorsun. Cengizin Ablası Hadiye ablanın düğününde bizim evin ğayat’i çöktü, millet ağer’in üstüne düştü.
Kuşların evcilleştirilebileceğini ben de yaşadım. Yıllar önce Ankara da pencereye gelen güvercini eve alıp besledim. Git diye gagasına vuruyordum, gitmiyordu.
Hanım kirletiyor diye kızıyordu.
Halime Gülten Çepni
Hocam sen yazar olmalıymişin çok gğzel yaziyorsun bir kitap yazssana çok zevkle okuruz çocukluğumuzu yaşiyoruz okurken elşne sağlık
TC Mehmet Telci
HERZAMANKİ GİBİ MUHTEŞEM AĞABI YÜREĞİNE SAĞLIK
Hediye Akkaya Ergüven
Gene hikaye tadında bizlerin de yaşadığımız şanslı o canım eski anıları okuduk..
O3xone..xayat ( cumba) şimdiki. Ya o hepimizin saklandığı ve bazan yarsmazlukla yaktıgimiz bardi..Çocukluğumuzun güzel anıları canlandı. Yüreğine sağlık abi 🖒
Recep Öztürk
Geçen sefer yeni yazacağımı merakla beklediğinizi yazmıştınız. Takdirleriniz için çok teşekkür ederim. Güzel kardeşim. Her şey gönlünüzce olsun.
Ahmet Akyaşar
Teşekkürler,çok güzel.Heyecanla ve zevkle okudum.
Mustafa Emiroglu
bardıyı biliyörüm,hatırladım,
Yıldız Gülten Akdeniz
Recep ali abi ağzına ,kalemine sağlık çok güzel yazmışsın. Selam ve sevgiler.
Nejla Aslan
Çok güzeldı çocukluğumu bir kez daha yaşadım
Hanife Çamlıca
Çok güzel.çocukluğum aklıma geldi.nerde o günler.nerde o yaşantılar.buldukça şımardık.dostluklar,akrabalıklar,komşuluk da kalktı.şimdi de evde oturuyoruz.rabbim en kısa zamanda normal yaşantımıza dönüştürsün inşallah.
Avni Ertaş
Çurça....bir hikaye dinlemiştim.. babam anlatırdı.. örnekleme tadında...
Allah ceza olsun diye bu kuşu yanına çağırmış veee...bana bir dal parçası getir..ne uzun...ne kısa ne de orta boy olsun... demiş..... işte o gün bu gündür.... sürekli çalılık larda gezinir durmuş....
Namık Kemal Bayraktar
Çocukluğumuzun köy yaşantısı için çok değerli bilgiler içeren yazınızı ilgiyle okudum,kaleminize sağlık.Komşu köyden olduğu için Hilmi ustayı çok iyi hatırlıyorum.Sevilen bir insandı.Hepsine Rahmet diliyorum.
Namık Kemal Bayraktar
Recep bey teşekkür ederim.Yazmaya devam edln.Umarım iyi günlerde yeniden görüşürüz.Selam ve sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder