SAYFALAR

21 Şubat 2020 Cuma

ÇOCUKTUM

Ihlamurlu Köyünde ki bazı aileler her yıl Mart Ayında, köyde ki evlerinden, Okura da ki 'merze' dediğimiz, mezra evlerine hayvanlarıyla birlikte göç ederlerdi. Okuraya Köyden gitmek için bir saatten çok yürümek gerekirdi. Araba yolu filan yoktu. O zamanlar Fındıklı Çarşısından Köyümüze de araba yolu yoktu ve çok uzaktaydı. 

Çarşıdan Çınarlı Köyüne kadar elle yapılmış çok kötü ve dar bir araba yolu vardı fakat bu yolda gidecek arabada yoktu. Kasabaya da yaya gidilir ve gelinirdi. Köyden çarşıya inmek için bir buçuk saatten çok zaman geçerdi.

Biz de her yıl köydeki işeri bitirip tarlalar sürülüp kazıldıktan sonra köy evimizi kapatır, gider mezra evimize yerleşir, Mart tan itibaren Okurada kalırdık. Temmuz Ayı başlarında ise hayvanlarımızla birlikte yaylalara çıkar, yaz boyunca bir veya iki kişi hayvanlarla birlikte yaylada kalır, diğerleri geri mezra evine inerek orada kalırlar ve kış hazırlıkları için çalışırlardı. Güz Ayları Ekim, Kasım da da esas köy evimize gider, kışı orada geçirirdik.


Ben ilk okula başladığım zaman Köyümüzün Okulunda bir tek öğretmen vardı Hakkı Bey. Sonra O gitti Artvinli Nurettin Bey geldi. Onlardan önce Sami Bey isminde bir eğitmen vardı fakat ben onun zamanında hiç okula gitmedim. Zaten hiç okula gitmekte istemiyor, korkuyordum. Önceki yıllarda dört beş yaşlarında iken birkaç gün kayıtsız okula gitmiş öğrenci arkadaşlarımla oynarken Sami Eğitmeni görmüştüm. Okulun bahçe tarafında alçak pencereli 'Öğretmenler Odası' vardı. İçeride genelde Sami Eğitmen olurdu ve çocuklar pencere camını kırdığı zaman, sandalyenin üzerinde uyuyorsa da cam sesine uyanır, başını kaldırır ve “Eni boyu kırk” diye bağırırdı. Böylece kırılan camın ebatını bildirirdi. 

Yine böyle bir zamanda çocuklar koşuyor, pencere çıkıntısı üzerine ellerini koyup, yukarı doğru atlayıp içeri bakıyorlar ve kaçıyorlardı. Bende onlara bakarak koştum ellerimi pencere kenarına koydum ve yukarı doğru sıçrayıp içeri bakmak isterken arkamdan kız ve erkek çocukların elleri ile beni göstererek bana yüksek sesle güldüklerini gördüm. Anlaşılan benim görülmemesi gereken bir yerim görünmüştü galiba. Çok utanmıştım. Oradan kaçıp doğruca eve geldim ve bir daha da okula hiç gitmedim.

Bir kaç yıl sonra okula kayıt olmama rağmen bir türlü gitmek istemiyordum. Öğretmen ile Babam kandırdılar ve sezon sonlarına doğru okula gittim. Sami Eğitmenden önce Babam Veyis te bu okulda uzun süre eğitmenlik yapmış, onun için babamı çok severlerdi fakat o zamanlar ben daha doğmamışım. İlk zamanlar ilk okul üçüncü sınıfa kadarmış. Üçüncü sınıfı geçen ilk okul mezunu sayılırmış. Sonra beşinci sınıf olmuş.

Köyümüzün Okulu iki sınıflı bir okuldu. 1-2-3. Sınıflar bir arada, 4-5. Sınıflar bir arada eğitim görürlerdi. Bir de öğretmenler odası vardı. Tek öğretmenimiz vardı ve her beş sınıfa da derse girer, eğitim yapardı. Ben öğretmenimi çok severdim. Çünkü kendisi bir yere gideceği zaman beni kendi yerine bırakır, diğer çocuklara ders anlatırdım. Ayrıca erken okuma yazma öğrendiğim için beni ikinci sınıfta olmam gerekirken üçüncü sınıfa atlatmıştı.

Okulumuzda 40-45 öğrenci vardı. Ben Köyümüzün çocuklarını hepsini de çok severdim. Hepsi arkadaşlarımdı. Zaten birbirimizi yaylalardan da tanırdık. Kız arkadaşlarımda vardı. Ama ben kız arkadaşlarımdan çok utanır, yanlarına gidemezdim. Samimi olduğum arkadaşlarım Mollaloğlu Rasim. O hocaydı. Sonraları camide müezzinlikte ederdi. Hocoğlu Osman. Onunla çok iyi arkadaştık. Aynı masada oturur hatta bulduğumuz bir fındığı bile böler birlikte yerdik. Teneffüslerde 'keşaf veya esir almaca' dediğimiz bir oyunu oynar koşturur dururduk. Osman'ı pek yakalayamazdık O rüzgar gibi koşardı. Bazen öğlen onun Lazlıkta ki evine gider, annesi yumurta kırar birlikte yerdik. Annesi bazen Lazca bir şeyler söyler ben anlamazdım, Osman bana sonra anlatırdı. Bir seferinde bizim evde yemek yerken pekmez şerbetini dökebilmiş, Babaanneme karşı çok mahcup olmuştu Osman.

Bir seferde öğleden sonra öğretmenimiz derste ders anlatırken ve bizde dersi dinlerken birden ‘tak tak tak’ diye sınıfın kapısı bir kaç defa çalındı. Öğretmen kapıya doğru döndü ve “gel” diye bağırdı. Beyaz renkte, boynunda kırmızı bez bağlı olan bir koyun içeri girdi. Bizlerin önünde biraz durakladıktan sonra sağa sola baktı ve bir iki defa “Behhee, behhe” diye bağırdı. Öğretmenimiz ve 25-30 öğrenci neler olduğunu anlamak için sessizce koyunu gözlerimizle takip ediyorduk. O bir kaç defa daha bağırıp doğruca yanımda oturan Osman’ın yanına gelmiş ve ona sürünüyordu. Herkes yüksek sesle gülmeğe başladılar. O zaman anladık ki o koyun Osman’ın koyunuymuş. Ta Lazlıkta evlerinden kaçmış, yalnız başına okula gelmiş, derste Osman’ı bulmuştu. Koyun akşam tatiline kadar okulda kaldı ve evlerine Osman ile birlikte gittiler. Hepimiz hayretler içinde kalmış, koyunu da çok sevmiştik.

Birkaç gün sonra Osman benden sırt çevirmiş, konuşmuyor, hatta masada yanımda oturduğu yerden arka sırada başkasının yanına taşınmıştı. Ben oynamak için yanına gidiyordum fakat o benden uzaklaşıyordu. Artık anladım. Osman beni sevmiyordu. Birkaç gün hiç konuşmadık. Ben hep konuşsak istiyordum. O benimle konuşmuyordu. Bir gün peşinden koştum. Yakaladım ve ilerde birlikte bahçeye düştük. Daha bırakmadım kaçamadı. “Benle konuşmayışının sebebini söyleyeceksin.” Dedim. “Rüyamda seninle oynarken düştüm ve 'çatmaya' saplandım. Onun için bundan sonra seninle daha hiç oynamayacağım ve konuşmayacağım.” dedi. Aradan bir zaman geçtikten sonra rüyasını unuttu mu bilmem, yine yanıma geldi, masamda oturdu ve yine can ciğer arkadaş olduk. ‘Çatma’ çeper yapmak için dikine dikilen kazıklara derler.

Mezraya göç ettiğimiz zamanlarda okula gitmek için sabahtan erken kalkar, bezden diktiğimiz çantanın içine kitaplarımızı, defter ve kalemlerimizi koyar, bir parça da mısır ekmeği alır, çantayı ipinden boynumuza asar, o küçük bacaklarımızla üç-dört arkadaş birlikte dere içlerinden bir saatten çok yürüyerek, köprüler geçerek okula giderdik. Bazen üst yoldan Hamitlerin kapısı dediğimiz yoldan gider, bazen de orta yoldan Civeleklerin kapılarından giderek, oralarda oturan arkadaşlarımızla buluşur, hep beraber toplu olarak neşeli bir şekilde okula giderdik. Okul paydos olduktan sonra da aynı şekilde geri Okura da ki evlerimize giderdik.

Bir yıl Mezramız Okura da ki evimizde kalırken Mart Ayında çok kar yağdı. Ben üçüncü sınıfta okuyordum ve sekiz yaşlarındaydım. Karda Okura dan okula bir kaç gün velilerimiz götürüp getirdiler. Çünkü karda iz açıp yürümek çok zordur. Hele yokuş yukarı hiç yürünmez. Bir Perşembe günü arkadaşlarımdan kimse okula gelmediler. Ben evden çıktığım için bir daha geri dönmedim ve o uzak yollardan tek başıma karda okula gittim. Okulda iken kar yağışı daha da devam etti ve yollar tamamen kapandı. Nurettin öğretmen bana akşam olmadan izin verdi. Okuraya gitmek için yola düştüm. Dere içinden yürüyerek mezramız Okura da ki evimize gidiyordum.

Dere yolunda evi olan Şükru Amca yolda rastladı. Evinde kalmam için ısrar etti fakat ben istemedim. Hala daha öyleyim, başkasının evinde rahat edemem. Uzuna göl dediğimiz yerin üstüne yanı Gülinin Düzüne geldiğim zaman annemin sesini duydum. O bana sadece ‘Ali’ derdi. Üç-dört defa arkamda ki ırmak tarafından çok net olarak beni çağırdı. Geri dönerek üzerine oturan karların eğdiği ağaç dallarının aralarından yol boyu bakmağa çalıştım fakat kimseler yoktu. Annemi göremedim. Bir iki dakika bekledim. Arkamdan geliyorsa yetişsin diye ayak astım. Gelmedi. Yavaş yavaş karların içinde yoluma devam ettim. Kar artık belime kadar geliyor ve zor yürüyordum. Mandermosa geldiğim zaman tamamen ümidimi kestim. Oradan yukarı yolun tamamı yokuştu çıkmam imkansızdı. Gittikçe kar zaten çoğalıyordu. Yırtık pırtık olan elbiselerim tamamen ıslanmış karda yürümemi de engelliyordu. Oralarda kalacak veya eğlenilecek hiçbir yer de yoktu. Her taraf ıssız, sessiz, sadece karların arasından akan derenin sesinden başka hiçbir ses te duyulmuyor, o ses te insana ürperti veriyordu ve en önemlisi de artık akşam olmuş karanlık başlamıştı.

Orada, dereyi karşıya geçmem gerekirdi. Çok uzun ve geniş, tek parça bir ağaç yontulmuş, arkası delinmiş ve dere götürmemesi için kalın zincirle büyük kayaya bağlanmış, yüksek taşın üzerinden karşı taraftaki taşın üzerine atılmış korkuluksuz bir köprü vardı. Bazen yağmur yağınca dereler taştığı zaman su alır götürür, karşı tarafa geçilmezdi. Onun için zincirle bağlamışlardı. Köprünün üstü kalın kar tabakasıyla örtülmüştü, karşıya geçmeğe cesaret edemedim. O köprünün ayağında biraz oturdum. Hala daha Annem gelir diye ümidim vardı. Çok uykum geliyordu. Uykum gelince korktum. Orada uyuya kalırsam yabanı hayvanlar parçalayabilir diye düşündüm. Hem alttan akan dereye de düşebilirdim. ‘Donmak’ hiç aklıma gelmedi veya bilmiyordum. Yerimden kalktım. Yavaşça ayak izleri yaparak köprüden karşıya geçtim. Yavaş yavaş boyum kadar karların içinde sonuna kadar devam etmek istedim.

Tam o sırada ‘Ohoooo’ diye bir ses duydum arkamda. Geri dönünce gördüm komşumuz Ethem Amca köprünün üstünden geliyordu. İşleri varmış, çarşıya inmiş ve geri geliyormuş. Onu görünce çok sevindim ve hemen Annemi sordum. Hiç kimse olmadığını sadece bazı yerlerde kapanmış benim ayak izlerimin olduğunu söyledi ve bana bu havada yola düşülür mü diye çok kızdı. Eğer O gelmese benim işim bitikti. Önüme geçti. Gidemediğim yerlerde beni omuzuna alarak düşe kalka Pehlül Amca nın kapısına kadar çıktık.

Onlar daha mezraya gelmemiş evleri boştu. Oradan da devam ederek Ethem Amca’nın evlerine kadar geldik. Ethem Amca da artık tamamen bitmişti. O evlerinde kaldı. Hanımı Saniye Hala benim süt annem olur. "Güli bu çocuk daha yaşamaz ölmüş." diye ağlaya ağlaya sayim sayıp benim üzerimde ki elbiselerimi soydu. Çobanların yağmurdan korunmak için kullandıkları, 'kabalağ' dedikleri su geçirmeyen yünden yapılmış kalın keçeye sardı. Ben konuşamıyor, devamlı tır tır titriyor, dişlerim bir birine vuruyor ve ‘tak tak tak tak’ diye sesler çıkarıyordu. Sonra sırtına aldı, gece karın aydınlığı ile kendi evlerinin önünde ki tepeye kadar götürdü.

Annem yatmamış beni bekliyor, elinden de bir şey gelmiyor, arada bir kapının üstünden karanlığa doğru ‘Aliiii’m, nerdesin’ diye bağırıyordu. Evde olduğuna göre demek ki yolda beni çağıran Annem değilmiş. Saniye Hala Annemin sesini duyunca yirmi otuz metre mesafeden bizim eve, anneme seslendi “Köpeği bağlayın. Beni ısırmasın. Ali iyidir. Yanımdadır.” dedi. Annem ile Ablam düşe kalka ağlayarak karşı geldiler ve beni aldılar. Saniye Hala oradan geri döndü evine gitti.

Beni o gece keçenin içinden hiç çıkarmadılar. O gece Ablam ile birlikte Annem beni yorganlara da sardılar ve büyük açık ateşin yanında yatırarak ısıttılar. Kendiler de sabaha kadar ağladılar hiç uyumadılar. Benim en çok üzüldüğüm daha sonraları da anneme benim hiç bir faydam olmadığıdır. Umarım annem beni af eder, Allah da bağışlar !

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder