SAYFALAR

27 Şubat 2020 Perşembe

EFSANE OLDULAR

Bizim her şeyimiz olacaktı ve hem de en iyisi olacaktı. Çocuk olmama rağmen anlıyordum. Babamın birinci prensibi buydu. Her şeyimiz en iyisi olacak. Ondan iyi hiç kimsede aynı şeyden bir tane daha olmayacaktı. Öyle istediğimizden mi bilmem, hakikaten sahip olduğumuz her şey kendiliğinden en iyisi olurlardı. Cansızlardan tutun da canlılara kadar sahip olduğumuz her şey.

Bir horozumuz vardı, öttüğü zaman çok uzaklardan sesi duyulur ve çok uzun süreli tutturdu mu sesini uzatırdı. Sonunda da nefesini geri çekerken de sesini sürdürür, hatta yerlere düştüğü bile olur herkes onu konuşurdu. Kırmızı renkli, çok yüksek ve iri yapılı bir hayvandı. Başının üstünde kıpkırmızı kocaman ibikleri vardı. Namını duyan meraklı hiç tanımadığımız insanlar ta uzaklardan gelir o horozu Babam dan almak isterlerdi. Babam da vermez onu çok iyi beslerdi. O zamanlar bende üç veya dört yaşlarındaydım. Kapıda oynarken, o horoz kanatlarını çırparak üzerime atladı. Pençeleri ile beni tuttu ve yüzüme bir, kaç defa gagası ile vurdu. Ben tabi ağlayarak takla attım. Burnumun bir tarafını delmiş, kanlar akıyordu. Babam "İyi ki çocuğun gözünü çıkarmadı." diyordu ve hemen o horozu kesti.

Öküzümüz vardı, Adı keribal. Kırmızı beyaz alaca renkli, hilal boynuzlu. Alnın ortasında beyaz yerinde devamlı siyah bir muska asılırdı. İnsanı gördüğü zaman ta uzaklardan koşturur, onu vurmağa çalışırdı fakat fırsatı olmasına rağmen hiç kimseyi de vurduğu görülmemişti. Öyle boşboğaz bir şeydi. Gelir önünde durur kafasını boşa sallar, adamın yüzüne bakardı. Kovalardı fakat vurmazdı. Tek Annemi ve beni kovalamazdı. Ben küçük olduğum için adam yerine saymazdı. Annem ise onu besler, yalnız kaldıkları zaman da onunla insan gibi konuşur, dertleşirdi. O da başını kaldırır sağa sola sallar annemin söylediklerini tasdik ederdi. Komşular çok uyarırlardı. ‘Birisini vurup öldürecekte başınız belaya girecek’ derlerdi fakat biz kıyıp ta kayıp edemezdik. 

Yazın yaylalara çıkarken başka öküzlerle dövüşür, o hepsini yenerdi. Bazı öküzler zaten yanına geldikleri zaman hiç dövüşmez kaçarlardı. 

İlk Baharda ‘çift’ derlerdi bahçeleri koşardık. Bizim öküzün eşi Şükrü Amcaların öküzüydü, adı Altun. Onlar hiç dövüşmezlerdi. İkisini birlikte boyunduruğa bağlar. Kara sabanın ucunu da boyunduruğa takarlar ve Şükrü Amca veya oğlu Niyazi sabanın sapından sol eliyle tutar, sağ eline de bir çubuk alır “Hah” der sürerdi. Çubuğu bazen öküzlerin sırtının üstünde sallar fakat asla kendilerine vurmazdı. Öküzler de önden geviş getire getire sabanı çekerlerdi. Bir kişi de arkalarından kazılan toprağa tohum atar bahçelere mısır ekerlerdi. Saban sürülürken, başkasının hududuna geldikleri zaman Şükrü Amca “Dööön geri, gel üstüne.” Der ve oradan öküzlerle birlikte geri dönerler, geriye doğru tarla bitene kadar saban sürmeğe devam ederlerdi

Bizim köydeki bütün bahçeleri sürer, başka köylere de gider, bu şekilde tohum ekerlerdi. Uzun yıllar sonra yaşlandığı için sattık. İki kişi geldi bağından tuttu ve aldı götürdüler. O deli öküz onları vurmağa hiç kalkışmadı. Sadece satıldığını anlamıştı galiba ki, bize kırılmış, öyle uysal uysal o tanımadığı adamların arasında yavaş yavaş giderken, gözlerinden de damla damla yaşlar akıyordu. Biraz gittikten sonra bize sitemlerini bildirmek için evimizin ilerisinde ki patika yol virajında durmuş, bir kaç kez geri bizim eve bakmış, yedi sekiz ağız bağırmış, son kez köyü inletmiş ve öyle terk etmiş gitmişti. Öyle yapardı. Kederlendiği veya sevindiği zamanlar bir kaç kez bağırır, varlığını belli eder, köyde duyanlar da hemen sesinden tanır "Keribal bağırıyor." derlerdi. Bu sefer ama kederinden, daha etkili bağırmıştı. Annem sesini duyunca ağlamış, geri almak için arkasından koşmuş gitmiş ama, onlara yetişememişti.

Köpeğimiz de vardı kangal cinsi. Yattığı zaman ön patilerini uzatır, başını üzerine koyar ve öyle gözleri açık uyurdu. Babam enikken almış, onu yetiştirmiş, sütle besleyerek büyütmüştü. O köpekte canı pahasına bizim aileyi korurdu. Uzun zaman görmezse, hasret kalır, gördüğü zaman, arka ayaklarının üzerine kalkar, ön ayaklarını omuzumuza koyar, bizlere adam gibi sağlı sollu sarılır, yüzümüz gözümüzü yalardı. Babam öldüğü zaman üç dört gün hiç yemek yememiş, sabahlara kadar mezarı başında ulumuş, sesi kesilmişti. Her gittiğimiz zaman onu mezarın başında gözleri yaşlı otururken bulurduk.

Başka insanlara çok saldırır, sürünün yanında olmadığı zamanlar daima bağda taşırdık. Çok uzun süre yanımızda olmasına rağmen hiç kimseyi ısırmadı. Zaten ısırsa veya kötü niyetli olsa insanı kesin boğar öldürürdü. Ara sıra ben canını sıktığım zaman bir şey demez başını sağa sola sallar, boşa bir iki havlar, yanımdan gider, sonra yine yanıma gelirdi. Başka köpekler eğer kendisine veya bize saldırırsa hiç af etmez onları tutar yere vururdu. Saldırmayan köpekleri de hiç ellemezdi. Bir kaç köpek birden saldırsa yine onlara da hepsine birden kafa tutardı. Arkasını sağlam bir yere yaslar, patisi ile o köpeklere vurur, ağzıyla da boynundan tuttuğu gibi yerlere yıkar, hayvanın vücudundan parça koparabilmek için sağa sola sallar, hatta ağaçlara taşlara vururdu. Bırakması için bağırdığımız zaman genelde itiraz etmez hemen bırakırdı. Bazen çok sinirlenmişse bırakmazdı. Kuyruğundan tutar çekerdik. O zaman bırakır fakat geri döner bize de saldırırdı. Bizi ısırmaz korkuturdu.

Kaptan çok güçlü, kuvvetli, akıllı ve hiçbir varlıktan korkmayan çok efsane bir köpekti. Sinirlendiği zaman sırtında ki tüyleri şişirir ve çok daha korkunç, heybetli görünürdü. Kendinden büyük köpeklere de saldırır ve onları da yere yıkar yenerdi. Yakınlarımızda insan görürse hemen koşar, biz ikaz etmezsek ona göğsüyle vurur, yere yıkar ve iki ön bacaklarının arasında adamı teslim alır, öyle beklerdi. Bize haber vermek için de ara sıra tek tek, kesik kesik adamın yüzüne doğru havlar, ağzından salyalar dökerdi. O bir tehlikeye kaldığımızda, yanımızda olamasa da, bir yerlerden haber alır, çoğu zaman çıkagelir, bizleri zor durumlardan kurtarırdı.

Ben sekiz dokuz yaşlarındayken yaylada, otlak yeri Pilonçutun deresinde hem keçilere çobanlık edip, hem de sakız toplamağa çalışırken başımdan bir kaza geçti. Öğleden sonra evlerimizin olduğu tarafa, yukarı Kilise düzüne doğru çıkarken, yan tarafına bastığım çok büyük bir kaya yan döndü, devrildi ve benim sağ ayağımı altına alarak başka bir taşa yaslanıp, orada durdu. Ayağımı o taşın altından çıkarabilmem veya kurtulmam imkansızdı. Çok uğraştım. Taş çok ağır yerinden oynatmam da imkansızdı. Ben tek başıma değil başka birileri de olsa o taşı yerinden oynatamazlardı. Elimde ki 'nacak' dediğimiz küçük balta da uzağa atılmış, taşların arasında sapını görüyordum fakat ulaşıp alamıyordum. Keçilerim oraları çoktan geçmiş eve doğru gitmişlerdi. Ben orada yalnız başıma bağlı kalmıştım. Ayağım başka bir kayanın boşluğuna gelmiş, kırılmamıştı. Öyle görünen bir yara da olmamıştı. Kan filan akmıyordu, oynatabiliyordum fakat bir türlü dizimi olduğu yerden çıkartıp kurtaramıyordum.

İki saatten çok zaman geçti. Benden başka hiç kimse kalmadı ve oralar çok tenhalaştı. Gün dönmüş, akşam güneşi karşı kayalara vurmuş, arada bir yayla kuşlarının uzadıkça uzayan sesleri, yankılandıktan sonra yok oluyorlardı. Vanak dediğimiz evlerimizin olduğu yer yokuştan yukarı tarafta kalmış ve bir saatten daha uzak mesafedeydi. Beni arasalar da oralara kimse bakmaz ve bulmaları da imkansız gibi bir şeydi. Çünkü benim oralara gittiğimi bilen hiç kimse yoktu.

Kayanın devrilmesi için biraz uğraştımsa da deviremedim. Ben uğraştıkça kaya tamamen yerine oturdu ve hiç oynamaz oldu. Oradan kurtulmam çok büyük bir mucizeydi artık. Tamamen ümidimi kestim. Öyle olduğum yerde oturdum ve düşünmeğe başladım. Nasıl kurtulabilirdim. Ayağım taşın altında biraz şişmiş ve morarmağa başlamıştı. Oralar otlak yerleridir. Hiç kimsenin gelip te rastlaması da imkansız. Ancak ertesi gün keçiler tekrar gelebilirlerdi. Onların da bana bir faydası olmazdı. Belki duyan olur diye bir kaç defa olduğum yerde yüksek sesle bağırdım. Hayladım. Ama nafile. Hiçbir tarafta ses seda yok, sadece benim sesim karşı kayalara vuruyor ve yankıları geri bana dönüyordu.

Artık akşam olmak üzereydi. Yukarıdan taşların arasından bir çatırtı ve ‘Heh, heh, heh’ diye bir nefes alıp verme sesi duydum. Elime yerden bir kaya parçası alarak, önümdeki taşı kendime siper ettim ve o ses geldiği tarafa doğru dönmeğe çalıştım. O saatte oralarda insan olamazdı. İnsan olsa en azından bana ses verirdi. Hayvan da olamazdı. Hayvanlar sağılmak için çoktan pere girmiş olmaları gerekirdi. Her ikisi de değildi. Dikkatle ses geldiği tarafa doğru bakarken bir kaç metre uzağımdan ve kayaların arasından, yukarıdan aşağı, bana doğru gelen, bir gölge silüet 
gördüm. Yabanı hayvan olabilirdi. Ayı veya kurt bizim hayvanların kokusunu almış, oralarda dolaşıyor olabilirlerdi. Ama hayır. O bir yabanı hayvan değildi. Onu bir kaç metre uzaktan gördüm ve tanıdım, Köpeğim Kaptan.

İki adım kadar yukarımda durdu. Ağzı açık, dili bir karış dışarıda ve sık sık nefes alıp veriyordu. Belli ki koşarak gelmişti. İki kesik kulaklarını kaldırdı. Bana iyice dikkatli baktı. İki veya üç defa öyle kesik kesik havladı. Ya bana geldiğini, korkmamamı, beni kurtaracağını söylüyor veya neden dikkat etmeyip te bu hale düştün diye beni azarlıyordu. Yanıma geldi. Oh. Bırakın kurtulmağı, ben dünyalar benim olmuş gibi sevindim. Kurtulamasam da o artık beni daha bırakmaz ve yanıma da canlı yaklaştırmazdı. Önce yanaklarımı yüzümü boynumu, her tarafımı inleyerek yaladı. Sonra ‘ıh, ıh’ diye yine inledi. "Kaptan, ben burada tutuldum kaldım. Nasıl kurtulacağım Oğlum?" dedim. 'Oğlum' demek çok hoşuna giderdi. 

Ön ayakları ve burnunu ayağımla taş arasında ki boşluktan sokarak, biraz uğraştı. Hiçbir şey değişmedi. Az yukarıda ki başka bir yüksek taşın üstüne çıktı ve uzun uzadıya ulumağa başladı. Belki de birilerinden yardım istiyordu. Tekrar yanıma geldi. ‘Iıh, ııh’ diye inleyip duruyordu. İki elimle kesik olan kulaklarından tuttum. Kavga esnasında başka köpekler koparmasın diye daha enikken Babam her iki kulağını da kesmişti. Kendime doğru çektim. Yanaklarından, çenesinin altından, burnunun tüysüz yerinden defalarca öptüm ve ağlamağa başladım. Korktuğumdan değil, o köpeğin dostluk anlayışından, sadakatinden, vefakarlığından duygulandım ve yüksek sesle ağladım.

Kaptan ayağımın üstünde ki o büyük kayanın etrafında dolaşmağa başladı. Burnunu yerlere sürüyor. Bazı küçük taşları burnu ve patisi ile dayanarak çıkartmağa çalışıyor. Ayakları ile kayanın altında ki yerleri eşiyor, bir şeyler yapmak istiyor, beni kurtarmak için çareler arıyordu. Parmağımla gösterdim ve “Kaptan, şu baltamı bana getir.” Dedim. Sapını destek eder belki kayayı devirebilirdim. Kuyruğunu asarak baltanın yanına gitti. Ağzı ile sapından tuttu. Çekip çıkarmak için biraz uğraştı fakat demir kısmı taşların arasında galiba sıkışmıştı ki çıkaramadı. Tekrar yanıma geldi. “Ğağu, ğağu” diye bana bir şeyler anlattı. Sonra o ayağımın üstünde ki kayanın üzerine çıktı. Sıçramağa başladı. Bir kaç kez sıçramıştı ki benim önümde duran ve ayağımı altına alan o büyük kaya yerinden oynadı ve oradan aşağı yürüdü. Kaptan kendini yan tarafa doğru atarak taşın altına almasından son anda kurtuldu. Ben zaten sol tarafta ve kayadan biraz yukarıda kalmıştım.

Ayağımın üzerinde ki o koca kaya oraları yıka yıka, vurduğu diğer taşlardan dumanlar çıkartarak, çarptığı ağaçları kırarak, yokuştan aşağı büyük bir gürültü ile yuvarlanıyordu. Biraz gittikten sonra birkaç parçaya bölündü. Kaptan da iki kulağını dikmiş, arka ayaklarının üstüne kalkmış, yuvarlanan kayanın arkasından hayretle bakıyor ve hem de ara sıra havlıyordu. Biz artık daha göremiyor, sadece yuvarlanırken çıkardığı kıvılcımları görüyor, gürültüyü duyuyorduk. Olanları seyrederken ayağımı unutmuştum. Aklıma geldi, hemen yokladım. Ufak tefek sıyrıklar ve morluklar vardı. Dizim ağrıyordu fakat herhalde önemli bir şey yoktu. 

Yerimden kalktım. Kendimi tekrar yokladım, iyiyim. Yürüyebilirim. Baltamı elime aldım ve Kaptan önüme geçti, ben arkasında yokuş yukarı yavaş yavaş yürüdük. Kaya hala daha yuvarlanıyor, yamacın altlarından sesler geliyordu. Kaptan yolda giderken arada bir benden uzaklaşıp önden ilerliyor, sonra geri dönüp tekrar yanıma geliyor ve birlikte yürüyorduk. Gece eve gittik. Ertesi günlerde Annem köyden yumurta getirtti, beyazını birkaç defa ağrıyan yerlerime bağladı ve bir haftaya hiçbir şeyim kalmadı. İyileştim.

Kaptan hep bizimle birlikte acı tatlı günlerimizi beraber yaşadı. Ağladığımız zaman o da oturur insan gibi ağlardı. Keçilerimizi sattığımız zaman alan adam Kaptanı da almak istedi fakat biz de ondan kopup başkasına veremedik. Çünkü onu başkaları anlamaz kötü muamele ederlerdi. O öyle hakaret filan hiç kaldırmazdı. Adam gibi düşünür, sıkıntı ederdi. Biz kendisine kızsak ağırına gitmez, gelir ayaklarımıza sarılır, yalakalık eder bizi kandırırdı. Başkalarına ise hayatta yalvarmaz, asla boyun eğmezdi.

Biliyorduk ki o ailemizin bir parçası olmuş ve başkalarıyla yaşayamazdı. Onun için Kaptanı kimseye vermedik. Keçilerimiz satıldı gitti fakat Kaptan kapı da yalnız kalınca o çok üzüldü. Dert etti. Eski günleri aklına geldikçe, için için gözlerinden yaşlar döküldüğüne şahit olurduk. Çünkü o keçilerden hiç ayrılmamıştı. Yazın yine belki rahatlar diye yaylalara çıkardık ama o eski günlerini keçileri arar dururdu.

Bir ara keçileri olan bir adama verdik. Orada durmadı. Amcamın keçilerinin yanına verdik. Orada da durmadı. Bir iki ay sonra bıraktı onları kaçtı geri yanımıza geldi. Kapıda durur, üç günde bir babamın mezarlığını ziyaret eder, bizleri gördüğü zaman da bir şeyler söyleyecekmiş gibi hep gözlerimizin içine bakardı. Zaten kendisi de ihtiyarlamıştı.

Bir yıl kadar sonra, çok yağmur yağdığı ve seller olduğu bir akşam yemeğini bile yemedi. Gece yarılarına doğru bir kaç defa havladı. Sonra babamın mezarlığında uzun uzadıya bir kaç defa uludu, sesini duyduk. Ertesi sabah yemek vermek için aradık, kaptan yoktu. Yemek kabında akşam verdiğimiz yemeği duruyordu. O gece çekip gitmişti. Bir daha da geri dönmedi. Babamın mezarını da daha hiç ziyaret etmedi. Her tarafta aradık. Daha onu hiç gören de olmadı. Bulamadık. Belki de o gece olan sellere daldı, intihar etti. 

Kaptan ile ayrıldığımıza çok üzüldüm. O bana hayatta çok şeyler öğretti. Hala daha aklıma geldiği zaman onun için gözlerimde yaş düğümlenir.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder