SAYFALAR

29 Ocak 2021 Cuma

STALİN'İN TAVUKLARI

Sovyetler Birliğine Komünizm rejimini getiren Viladimir Lenin öldükten sonra, yerine yakın arkadaşlarından Polit Büro üyesi Sovyetler Birliği’nin ikinci devlet adamı, Avrupalı bazı siyasetçilerin 'Küçük Şeytan' dedikleri Jozef Stalin geçer. Bir çok cinayet olayları planlarını yaptığı çalışma salonunda bir kış gecesi, yakın dostları, arkadaşları ve Komünist Partisi ileri gelenlerini toplar, sohbet ederler.

Votka şişelerinin boşları gidip, doluları gelirken, kafalar iyice sarhoş olduğu zaman, başka ülkelerde de devlet büyüklerinin yaptığı gibi, söz döner dolaşır ülke yönetilmesi muhabbetine gelir. Halk nasıl yönetilir? Onu konuşmağa başlarlar.

'İNSANLAR NASİL YÖNETİLİR?'

Bir kaç tartışmalardan sonra içlerinden biri "Halkın yönetilmesi dünyanın en zor işlerinden biridir." der ve herkes fikirlerini anlatırken;

Stalin kan çanağına dönen gözlerini, etrafında dalkavukluk yarışına girmiş polit büro arkadaşlarına çevirerek elindeki çatalı önündeki votka şişesine birkaç defa vurur ve herkesi susturarak dikkatle kendisini dinlemeye davet ettikten sonra sesler kesilince sorar:

"Ey saçlarını devrim için, halk için, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış, çeşitli görevlerde emeği geçmiş, sevgili ve kıymetli dostlarım, söyleyin bakalım halkın yönetime kayıtsız şartsız baş eğmesi, itaat etmesi için yönetim nasıl olmalı? Yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalı?" der.

Her kafadan bir ses çıkar;

Kimisi adaletten, haktan, hukuktan söz eder, kimisi demokrasiden, kimisi sürgünden, zindandan, sehpadan, idamdan, hapisten bahsederler.

Kitlesel cinayetlerin pröfesyonel dehası, insan kasabı, "karşı devrimci, ajan, casus" diye suçlayıp binlerce sosyalistleri ve hatta en yakın arkadaşlarını bile öldürten Josef Stalin, adamlarını iyice dinleyip fikirlerini aldıktan sonra onların anlattıklarının hiç birini beğenmez. Onları eli ile işaret ederek yine susturur ve b
ir kadeh daha votkasından çekerek şöyle der;

"Halkın karşınızda baş eğip durması için, onları aptallaştırıp istediğinizi yaptırmak için, ne yapmanız gerektiğini hala öğrenememişsiniz. Durun da, sizin şu beyinsiz kafalarınıza ben çivi ile çakayım."

Hemen hizmetçilere çağırıp bağırır;

"Çabuk bana bir tavuk ile darı getirin!"

Aceleyle az zamanda bir tavuk ve bir çanak ta darı getirir hizmetçiler. Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde darı çanağını alır masanın üzerine koyar. Tavuğu da alır eline ve başlar canlı canlı tüylerini yolmağa! Cıyaklamalarına  hiç aldırış etmeden, elleri ile bütün tüy ve teleklerini yolup tamamen çırıl çıplak eder ve öylece salonun ortasına salıverir tavuğu.

"Şimdi bakın bakalım, neler olacak? Bu şaşkın tavuk neler yapacak?" der.

Koca salonda çıt yok. Bütün herkes izlemeğe devam ederler. Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan fırlar kendini salondan dışarı sokağa atar. Dışarısı Sibirya soğuğu eksi 30 derece ve canlı mahluk yoktur. Tavuk soğuktan tir tir titrer, geri döner tekrar salona girer. Salonda kendini duvardan duvara vurur, canı yanar. Tüysüz kanatları ve göğsü yara bere içinde kalır. Sobaya yaklaşır tüysüz derisi yanar kavrulur. Kendini çaresiz hisseden tüyleri yolunmuş tavuk, sonunda tüylerini yolan ve salonun ortasında 1.60 lık boyuyla bir kahraman gibi ayakta dimdik duran Stalin'in yanına koşar ve onun bacakları arasına girip, ona sığınır.

O zaman Stalin, yanda ki çanaktan bir avuç darı alır ve yolunmuş tavuğun önüne bir iki tane atar. Tavuk darıyı yer. Stalin salonun içinde yürümeğe başlar ve her adımda bir iki darı daha atar. Yürüyerek aralıklarla darı atmağa devam eder. Atılan darıları toplayıp yemlenen tavuk, yürümeğe devam eden Stalin'in peşinden yürür, onu takip eder, ikisi birlikte salonda dolanır dururlar. 

Stalin, bütün bunları seyreden ve ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakar, votkasından bir yudum daha alır ve keyflenip gülerek 
döner onlara şöyle der:

"Gördünüz mü? Halk dediğiniz insan topluluğu aynen bu tavuğa benzer. Tüylerini yolup al ve serbest bırak. O zaman yönetmek çok kolay olur. Çünkü onları artık bir avuç yemle kandırmak mümkündür."

Gerçekten insanları tavuklar gibi bir avuç yemle kandırıp kolayca yönetmiş. Diğer devlet adamları tarafından 'küçük şeytan' olarak vasıflandırılan Stalin, kendine ters düşen veya yönetemediği en az 20 milyon kişinin de kanına girerek hiç acımadan katletmiş. Sonunda bütün ailesi ve en yakın dostlarıyla da ters düşüp, kendisini terk eden kızından bile küs olarak, yalnız başına can vermiş. Hala daha o zaman ki halkının torunları kendisinden bahsederken 'diktatör' kabul eden de, Rusyayı 'kalkındırdı' diyen de var. Saygılarımla.



22 Ocak 2021 Cuma

MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Nuri Killigil Savunma Sanayi Fabrikası
Türk Milleti çok saftır. Herkes tarafından kandırılıyorlar. Bütün dünya milletleri de biliyor ve eskiden beri Türkiye de ki misyonerlik faaliyetlerini her zaman sürdürüp Türk halkını kandırıyorlar. Türk halkı her yanına yaklaşan ve yanlarında Cuma namazına giden insanları Müslüman sanıyorlar. 

Halbuki aç tarihini oku, incele ve öğren. Şimdiye kadar vatana ihanet eden bütün hainler faaliyetlerini Müslüman görünerek sürdürmüşler ve hatta şeyhülislam bile olarak bu ülkeyi yıkmak istemişlerdir. Tarihe bak incele, Rusya da din adamları, Rus milliyetçisidir. İngiltere de din adamları İngiliz milliyetçisidr. Almanya ve Fransa da da öyle, din adamları Alman veya Fransız milliyetçileridir. Ermenistan da ve Yunanistan da da din adamları Ermeni veya Yunan milliyetçileridir. Her ülkenin din adamları kendi ülkelerinin milliyetçileridir. Bir çok olay ve isyanları ülkelerinin lehine kendileri yönetmiştir. Sadece Türkiye de ki din adamlarının çoğu, Türk düşmanıdırlar. İşte Türkiyenin en büyük sorunu budur. Bu durumun düzelmesi lazım.

"Cemaat ve Tarıkatlar Yahudi ve hirıstiyanların İslamı çökertmek için Anadolu da kurdukları ileri karakollardır." demiş Fevzi Çakmak.

"Tarikat ve Cemaatleri İslam düşmanları oldukları için hepsini kapattım, İngilizler ayağa kalktı." demiş Gazi Mustafa Kemal. Bunlar artık su yüzüne çıkmış, bilinen gerçekler.

Atatürk’ün Erzurum kongresinden rahatsız olan Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri 11 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa ve Kuvvayı Milliye ileri gelenleri hakkında ölüm fetvası vermiş, bu fetvayı o tarihte Şeyhülislam olan Haydarizade İbrahim Efendi'ye onaylatmak istemişler fakat o imzalamayıp görevinden istifa edince, yerine yeni Şeyhülislam olan Dürrizade Abdullah Efendi imzalayarak, Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm fetvası kesinleşmiştir. Sonunda bu adamların İngiliz Misyonerleri, dış güçlerin ajanları oldukları anlaşılmış, İngiltere ve Yunanistan'a kaçmışlardır. Kaçmayıp ta Türkiye de kalanlar, işte şu anda Atatürk'ü sevmeyip ona düşman olanlar da onlardır.

Said Nursi, Şeyh Said, Said Molla, İskilipli Atif Hoca, en yakın zamanda da Fetullah Gülen Hoca Efendi ve cemaatların hepsi ve daha niceleri, bu vatanın düşmanlarıdırlar. Dini kullanarak vatanı yıkmak istiyorlar. Onun için kimin dost, kimin düşman olduklarını ve tarihimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Dindarmış gibi görünüp bir topluluk kuruyorlar hem Müslümanların paralarını yardım olarak alıp sömürüyorlar, hem Müslümanların çoluk çocuklarına tecavüz ediyorlar, hem ülkemizde krallar gibi yaşayıp, hem de yıkmağa çalışıyorlar. Görünen bütün bu olayları artık anlamak lazim. Çünkü şeytan bile insanı kandırmak için onunla birlik görünüp 'Allahü Ekber, Allahü Ekber' diye bağırıyor.
      
İNGİLİZ CASUS NASIL DERVİŞLİK YAPIP, ANADOLUDA TÜRKLERE NAMAZ KILDIRDI ?

Aslen Yahudi olan bu İngiliz adam 1860 yıllarında, önce Osmanlıca ve Arapçayı öğrendi. Sonra Osmanlı topraklarına geldi, kılık kıyafetini ve adını değiştirdi.

Adı Arminius Vambery idi, Türklerin arasına Şamlı Reşit Efendi ve Reşid Paşa uydurma adlarıyla karıştı, öyle tanındı.

Herkesin güvenini kazandı. Ardından Anadolu yu dolaştı ve

O BİR DERVİŞ OLDU

Hiç kimse ondan kuşkulanmadı.

Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü.

Ta ki, uzun yıllar sonra Londra'ya dönüp anılarını yazınca her şey deşifre oldu ve anlaşıldı.

Reşit Paşa takma adında ki, Arminius Vambery, O bir İngiliz casusuydu ve işte anılarında yazdıklarının bir bölümü;

"Derviş kimliğiyle aralarına girdim. Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesi'nin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı.

Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu Türk hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum.

Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine, hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.

Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler.

Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem.

Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor, bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı.

Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek, ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı.

Türklerin hepsi İslam'dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de sadece onu yaptım.” diyor.

Kaynak:
İngiliz Casusu Vambery'nin Günlükleri.
Mim Kemal Öke: İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery'nin Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul 198

Cemal Kutay: Sahte Derviş, Aksoy Yayıncılık, İstanbul 1998,

Ve bende 'birkaç yıl daha Osmanlı topraklarında kalsaydı, kesin Şeyhülislam bile olacaktı.' diyorum.

Önce şunu iyi bellemek gerekiyor. Din adamları ikiye ayrılırlar; 1) Allaha inanan din adamları. 2) Allaha inanmayan din adamları. En önemlisi Allahın vekili veya yardımcısı yok. O tektir. Ortağı filan da yoktur. Sadece Peygamber gönderiyor. O sadece çalışana ve kafasını çalıştırana veriyor. Cenabı Allah kendiliğinden bu dünyada hiçbir kimseye, hiçbir şey vermiyor. Bu dünya için çalışmak ve öteki dünya için ibadet etmek gerekir. ‘Ben ibadet ettim! Allah bana vatan verecek, para verecek, araba verecek, ev verecek!’ düşüncesi yanlıştır. 

Bir kere daha şunu söyleyelim ki Allah Müslümanlara değil sadece çok çalışana ve kafasını çalıştırana veriyor. Yani Allah herkesin Allahıdır. O taraf tutmaz. Dünyada ki bütün Müslümanlar 'ben namaz kıldım, oruç tuttum, Allah bana verecek' diye düşünüyorlar ve sefalet içinde yaşıyorlar. Allaha inanmayan din adamları da 'ben her şeyi biliyorum ve ben Allahın adamıyım, Ben ne dersem Allah onu yapar' diye cahil insanlara yutturuyorlar.

Dünyada ki bütün Müslümanların yaşayışlarına ve hallerine bakınız. Fakat ona da çözüm bulmuşlar. Ne diyorlar; "Allah müslümanları denemek için öyle fakir ve sefil yaşatıyormuş." Ya Allah kimin ne mal olduğunu bilmiyor da deneme mi yapıyor? Elin gavurunu refah içinde, hiç denemiyor, esas kendi öz kulunu yanı Müslümanları denemek için sefalet içinde mi yaşatıyor? 

Peki cemaat liderlerini Allah hiç niçin denemiyor? Onlar bir eli yağda bir eli balda yaşıyorlar. Buna da gülmek lazim. Bu durumları çok iyi bilen ve halkı kandıran cemaat liderleri insanların sırtlarından krallar gibi yaşayıp çocuklarını Avrupalarda okuturken esas Müslümanlar çocuklarını Arap Okullarında okutuyor, sadece kur'an okumağı öğreniyorlar ve cahil kalıyorlar. 

Gözlerinizi açınız ve dünyaya açık gözle bir bakınız. Müslümanlar cahil kaldıkları için her tarafta eziliyorlar ve ezilmeğe de devam edecekler. Bir birleriyle savaşacaklar. Akıllı ve bilgili adam olacakları önlemek için eski olaylardan ders alıp geleceği tayın etmeğe çalışır. Ülkeden ayrılan din adamları hepsi de ABD ve Avrupa ülkelerini tercih edip, yerleşiyorlar. Hiç birinin Arap Ülkelerine yerleştiklerini veya çocuklarını bu ülkelerde okuttuklarını gördünüz mü?

Osmanlı İmparatorluğu 600 sene dünyaya hükmetti. Hani hiçbir tane kurduğu fabrika var mı? İçinde ki yabancı misyoner güçler fabrika kurdurmadılar. Kalkınmalarını istemediler ve cahil kalmaları için çeşitli kisveler altında, onlara sadece medrese yaptırdılar. Ülkemizde ki fabrikaların hepsi Cumhuriyet döneminde Atatürk tarafından bir çok güçlüklerle kuruldu. Bu fabrikalar Atatürk ten sonra kapattırıldı veya yakılarak yok edildiler. Nuri Killigil ki 'Çırpınırdı Karadeniz türküsü' Bakü'yü kurtardığı zaman bu adam için yazılmıştır. 

Nuri Demirağ Türkiyede ilk Modern Savunma Sanayısını kurdu. Fabrikası kapattırıldı. Nuri Killigil kendisi de dahil olmak üzere, silah ve uçak fabrikası 24 mühendisiyle birlikte yandı veya yaktırıldı, yok oldular. Üstüne gidilmedi, olay faili meçhul kaldı. Şakir Zümre'nin kurduğu uçak ve silah fabrikası bir kaç yıl sonra kapattırıldı. Geçim sıkıntısı çeken ve işçilerin maaşlarını ödeyemeyen Şakir Zümre bu koca tesisi soba imalathanesine çevirdi. Zaman sonra soba imalathanesi de yerle yeksan oldu. Vecihi Hürkuş'un akibeti de onlardan farklı olmadı. İşte bütün bunların hepsi dış güçlerin Türkiyede ki oyunları çalışmaları neticesinde gerçekleştirilmiştir.

Daha yakın zamanda ki Tuzla Jeep Fabrikasında Milli Savunma ve Emniyet Teşkilatı için arazi vitesli araçlar tamamen yerli olarak üretiliyordu. İthal araçlarla karşılaştırılınca yerli araçların daha iyi oldukları anlaşılıyordu. ''Artık ihtiyaç yok'' denilerek bu fabrika kapatıldı. Ve bunlara benzer bir çoğu yok edildiler. Neden?

Daha dün 1993 yılında Aselsan bir cep telefonu üretti. 1919 marka adı verilen çok üstün vasıflara sahip bu telefonu dünyada ki bir çok istihbarat örgütleri tercih ettiler. Çünkü bu 30 mühendisin birleşerek yaptıkları telefon başkaları tarafından dinlenemiyordu ve aynı zamanda ilk titreşimli telefondu. Bu telefonlar İngiltere teknoloji fuarında birinci seçildiler. Bir çok yabancı ülkelere ihraç edildiler. Daha sonra Aselsan sahipsiz bırakıldı ve bu telefonların üretilmesi engellendi.
 
Emperyalist güçler nasıl oluşmuşlar? Aslında ona bakmak lazım. Nasıl oluşmuşlar? Yine ben söyleyim Akıllarıyla! Akıllarını kullanarak ilim üzerine çalışmışlar ve yine akıllarını kullanarak otoriteyi ellerinde tutmuşlar. Bir daha da bırakmıyorlar. Yoksa Allah hiç bir zaman onlara bir imtiyaz sağlamamıştır.

Dünyaya bakacak olursak ABD ve bütün Avrupa Ülkeleri hepsi de refah içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. İslam ülkeleri sefalet içinde. Sorsan da Allah Müslümanları ‘deneme yapıyormuş.’ öyle deyip kandırıyorlar. İran diken üstünde. Irak, Afganistan bölündü parçalandı, bir daha kendilerini toparlayamazlar. Suriye, Ürdün, Lübnan artık daha hayat bulamazlar. Diğerlerini de zamanla tamamen silip yok edecekler.

Silah fabrikası soba fabrikasına dönüştürüldü

Peki ne yapmalıyız?

Olup bitenlerden ders almak lazım. Öteki dünya için ibadet edip, bu dünya için de ilim yapmak, çağı yakalamak ve aklımızı kullanıp, asla dış güçlerin istediklerini yapmamak lazım.      Millet olarak ilk iş Arap kültürünü terk edip, kendi öz Türk Kültürüne dönmemiz lazım. Müslüman Türkler olarak yolumuza devam etmeliyiz. Bunu başarabilirsek sırtımızı yere getiremezler. İşte bundan korktukları için şimdi bütün gözler Türklerin üzerlerine çevrilmiş ve sonu yıkım olan Arap kültürü ile birleştirmek istiyorlar, ajanlar Türkiye de cirit atıyorlar.

Sağa, sola hele cemaatlerin hiç birine inanmamak gerekir. Gerçek İslam dinini öğrenip ona inanmalıyız ve Allah ile aramıza kimseyi sokmayıp, onun istediği yolda, Resuluna inanip yolumuza devam etmeliyiz. Gerçek İslam Dinini öğrenmek öyle zor bir şey değildir. Benden uyarması.

15 Ocak 2021 Cuma

TOLSTOY

Rusya da zengin bir aile çocuğuydu. Yanında bir çok adamı işçi olarak çalıştırırdı. Komünizm rejiminden önce bütün mal varlıklarını devrim uğruna işçilere ve fakir halka bağışlayıp, iş işten geçtikten sonra da aç ve sefil kaldı.

Vasiyetinde mezarına haç konulmasını istemedi. Ömrünün son günlerini İstanbul da geçirmek istedi. İstanbul'a gelirken Bulgaristan'da Astapovo tren garında bir köşede bankların üzerinde uyuduğu sırada, sefalet içinde ölmüş bulundu. 

Geride bir çok eserler bırakan ünlü Rus edebiyatçı ve yazar, Lev Nikolayeviç  Tolstoy’un işte hayat tecrübelerinden esinlenip söylediği insanı düşündüren ders verir nitelikte ki bazı sözleri;

1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. 

6. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

7. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

8. Şeytana kızana kadar, bir iyilik yap da, şeytan sana kızsın.

9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.

10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.

12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.

14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.

15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük olmadığını bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin çamur olacak.

17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.

18. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın ve unutma; ne yaşattıysan, mutlaka bir gün onu sen de yaşarsın.

19. Tanrıyı seviyorum deyip te kardeşinden nefret eden yalancıdır, çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen görmediği tanrıyı sevemez.


11 Ocak 2021 Pazartesi

BAŞKASI SENİ DÜŞÜNMEZ

Yıllar önce 31 Ağustos 1919 İstanbul; İngiliz, Fransa, Yunanistan ve Yeni Zelanda Devletlerinin işgal çizmeleri altında. Halk her türlü zulmü birebir yaşamakta, sokaklar düşman askerleri postal sesleriyle inim inim inlemektedir. Yerli halk dışarı çıkamamakta, sadece işten çıkanlar bir an evvel kazasız belasız evlerine gitmek için acele ile koşuşturmaktadırlar.

Polis Mehmet Cemil Efendi de daha beş altı aylık polistir ve İstanbul da 3. Şubede görev yapmaktadır. Yanı faal bir görevi yok, personel işleri ile ilgili görev yapmaktadır. Gece görevine yetişebilmek için o da akşam üzeri acele etmekte ve adeta koşar adımlarla görev yerine doğru gitmektedir. Tam o sırada altı sarhoş Fransız askerleri nara atmakta, sağa sola sataşmaktadırlar. Oradan geçmekte olan bir at arabasını durdurup ters çevirirler ve içinde ki iki bayana sokak ortasında tecavüz etmeğe kalkışırlar. Bunlara engel olmak isteyen bir Türk askeri, orada şerbet satan bir Arnavut ve bir de Arabacıyı süngü ile ağır şekilde yaralayarak pervasızca eylemlerine devam eder, Fransız askerleri. Halk galeyana gelip orada toplanmağa başlayınca olayı yatıştırmağa gelen düşman askerleri de mevzilenerek halkın üzerine ateş açarlar ve birkaç kişiyi de onlar yaralar.

Bütün bu olaylar göreve gitmekte olan Polis Mehmet Cemil Efendi nin gözleri önünde meydana gelir fakat tek başına olduğu için önce cesaret edip olaya karışamaz.

Tecavüz etmek isteyen altı Fransız askeri oradan ayrılır ve tecavüz edecekleri kadınları Gülhane Parkına doğru götürmeğe çalışırlar. Polis Mehmet Cemil Efendi bu askerleri biraz takip ettikten sonra arkadan yaklaşır ve bağırır; “Dur. Polis.” Diye. Gözü dönmüş askerler kasaturalarla Polis Mehmet Cemil Efendiye saldırırlar. Polis Mehmet Cemil Efendi de tabancası ile ateş açar ve iki Fransız askerini öldürür, bir askeri de yaralar. Orada ki diğer Fransız askerlerin elinden kurtularak kaçar, doğru görev yerine gelir, resmi elbiselerini giyerek görevini devralır. Sonra Müdürü Nurettin Bey’e çıkarak olayı olduğu gibi anlatır. Nurettin Bey de onu götürerek elleriyle Fransız Askerlerinin komutanına teslim eder. Türk kamu hizmetlerinde böyle densizlikler çok olmuştur. Maalesef üst makamlara yaranmak, iyi görünmek ve makam mevki kapabilmek için bu tür hareketler maalesef her zaman yapılmıştır.

İşgal Kuvvetleri, Polis Mehmet Cemil Efendi’yi teslim aldıktan sonra yargılarlar. On yıl kürek cezasına mahkum olur ve Marsilya ya götürerek onu '
Saint Pierre' zindanına atarlar. Oradan Marsilya nın kuzeyinde Provasisi hapisanesine, Mart 1921’de 450 kürek mahkumları ile birlikte Güney Amerika da Fransız Guyanası denen Şeytan Adasına, yani Cehennem adasına; Sonraları 'PAPILLON, (KELEBEK)’ filminin çekildiği, hiç akla gelmeyen işkencelerin uygulandığı zindanlara gönderirler. 12 gün süren zorlu bir yolculuk ve iki firar girişiminden sonra oraya vasıl olurlar. Film çevirmek için değil, cezasını çekmek için gönderirler. Artık Polis Mehmet Cemil yok 45090 no’lu bir mahkum vardır. Türlü işkencelerden sonra 1929 da Mustafa Kemal onu unutmamıştır ve onun girişimiyle serbest kalır, İstanbul’a geri döner. Polis Mehmet Cemil Efendi Galata rıhtımında bir kahraman olarak karşılanır.

Mehmet Cemil Efendi Eryürek soyadını alır ve tekrar polislik mesleğine başlar, ancak Şeytan adasında yaşadığı travmalar ağır izler bırakmıştır onun ruhunda. 

Anadolu’da çeşitli yerlerde nahiye müdürlüğü gibi çeşitli görevler yaptıktan sonra iki yıl kadar Bakırköy Akıl Hastanesinde tedavi görür ve 44 yaşında hayata veda eder. Eğer Polis Mehmet Cemil Efendi olayı Müdürüne anlatmasa bunların hiç biri başına gelmeyecek normal olarak paşa paşa görevine Türkiye de devam edecekti. Anlattığı için kendini ateşin içine attı ve bir daha da o ateşten çıkamadı. 

Gelelim 30 Ağustos 1983 tarihine. Yer Diyarbakır. 12 Eylül darbesinin üçüncü yılı. Polis Memurları Haydar Doğan, Metin Ersoy ve ben Cinayet Masası görevli ekibiyiz. 

Dağ Kapı tarafından garajlara doğru giderken, gece saat 02.00 sıralarında Orduevinin önünde bir askeri cemsenin yanında resmi ve sivil kalabalık bir insan topluluğu gördük. Bir an evvel yanlarına gidebilmek için kavşağa gitmeden tretuvar üzerinden karşı tarafa geçerek geri döndük. Baktım kalabalığın çoğunluğu asker, şoför Haydar’ın durmasını istemedim ve “Devam et Haydar.” Dediysem de, o durmuş oldu. Biz de arabadan aşağı inip, ne olduğunu anlamak için kalabalığın yanına doğru yürüyorduk.

Önümüzde ki askeri arabadan, başı gözü pansuman bezleriyle sarılı sarhoş sivil bir adam, inzibatların arasından aşağı atladı. Bize doğru koşarak geliyor, inzibatlar engel olamıyorlardı. Çeşitli küfürler ediyor ‘senin kafana 45 lık kolt mermilerini boşaltacağım’ diyordu. Yanımızda ki ekip arkadaşımız Metin Ersoy’a eli ile vurmağa çalışıyordu. Bir taraftan da “Beni döven o. ç. Polis budur. Binbaşım.” Diye bağırıyordu. Biz ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık.

Askeri inzibatlar o söven sarhoş sivil adamı bağıra bağıra oradan alıp tekrar askeri arabaya bindirdiler ve oradan uzaklaştırdılar. Ancak orada kalabalık resmi ve sivil askerler toplanmış ve gürültü had safhada devam ediyordu. Orduevinden pijamalı bir adam çıktı ve “Eşşek oğlu eşşek deyip kapıda ki sivil başka bir adamı habire dövmeğe başladı. Adam Albaymiş, yorgun gelmiş yatıyormuş, gürültüden rahatsız olunca Orduevi Komutanı da Yarbay mış, sivil orada duruyormuş, tanımadığı için onu dövüyordu. Orası bir anda birbirine karıştı. 

Bizi, üç polis memurunu hemen göz altına aldılar. İnzibat Binbaşı bizleri sorguya çekti ve olayla alakamız olmadığını anlayarak Sıkı Yönetim Komutanı Orgeneral Kemal Yamak’a bilgi verdikten sonra serbest bıraktı. Binbaşı Giresunlu hemşerimizdi ve “O size saldıran başçavuş zaten askeriyede çirkef bir adam olarak tanınıyor. Gayrı meşru yerlerden hiç çıkmıyor. Uyuşturucu bile kullanıyor. Geneleve girdiği sırada tartışmışlar ve bir polis memuru onu dövmüş, tabanca kabzasıyla kafasını, her tarafını kırmış. Sizin arkadaşınızı ona benzettiği için saldırdı. Siz görevinize devam edin. Gerekirse ben sizi çağırırım.” Dedi.

Allah Allah hiç yemeden içmeden bela derler ya geldi bizi buldu. Hemen Hançepek tarafına giderek bu olayı soruşturduk. O Başçavuş sivil ve sarhoş olarak geneleve girerken, Genelev kapısında ki Ahlak polisi Murat’a küfür etmiş ve Murat ta başçavuşu dövmüş, o hale getirmiş. Aksine o Murat ta bizim polis Metin’e hakikaten çok benziyor. Hem de ikisi de Karslı. Olaydan sonra Murat kaçmış gitmiş kabak bizim başımıza patlamış.

Bir saat kadar sonra Nöbetçi Emniyet Müdürü bize anons etti. “Yenişehir Karakoluna gelin.” Dedi. Gittik. Telsiz elinde kapıda volta atarak bizi bekliyordu, Emniyet Müdürü Hadi Bey. Biz arabadan inince yanımıza geldi, cadde üzerinde bizlerle beraber yürüyerek anlatmağa başladı; “Arkadaşlar, biz polisiz, birbirimizi tutmalıyız. Sakın yanlış bir şey yapmayın. Bana söyleyin. Zaten o Başçavuş çirkef bir adammış gibi sözler ettikten sonra siz o başçavuşu niçin dövdünüz? Sakın başkasına söylemeyin, bana tüm gerçeği anlatın bileyim ki, sordukları zaman sizi savunabileyim.” Gibi bayağı bizi korur mahiyette öyle bir şeyler akıl verdi ve bir şeyler de sordu. Güya aklınca bize polislik yapıp söyletecekti. Biz de o söylediklerinden o kadar etkilendik ki, dövmediğimiz halde nerdeyse biz dövdük diyecektik. 
Gerçekten biz dövmüş olsak zaten saklamaz, kendisine söylerdik. Yarım saat kadar ısrarlarına rağmen biz olayla bir alakamız olmadığını söyledik ve birlikte geri dönerek karakola girdik. Karakol asker ve polislerle doluydu, bu olayı araştırıyorlardı. Emniyet Nöbetçi Müdürü Hadi Bey yanımızda bastı telsizin mandalına ve Baş Müdüre “Efendim Başçavuşu döven polisleri tespit ettim şu anda Yenişehir Karakolundayız. Silahlarını alayım mı? Ne emir buyurursunuz?” diye anons etti. Yarım saat geçti Başmüdür Zafer Bey karakola geldi. Bizleri dinlediler ve o gece silahlarımızı alıp, tekrar göz altına aldılar. 

Haydaa, olay bizim üstümüze kaldı ve biz bildiğimiz halde Murat dövdüğünü söylemedik. Müdür Hadi Bey in anonsu üzerine ifadelerimiz sanık olarak alındı. Ertesi gün dayak yiyen başçavuş geldi. Sarhoşluğu da biraz geçmişti zaten. Bizleri başka polislerin arasında teşhis edemedi ve; “Her ne kadar akşam benzettiysem de beni döven polis bunların içinde yok, başkasıdır.” Diye ifade verdi. Bizler Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarıldık ve serbest bırakılıp, kurtulduk.

Eğer başçavuş “Beni döven bu polislerdi.” Deseydi belki bizleri Fransız Guyanası denen Şeytan Adasına yollamayacaklardı ama Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılayacaklardı. Ne ceza verirlerdi Allah bilir. Ne için? O Emniyet Müdürünün makam sevdası için. O Emniyet Müdürü Sıkı Yönetim Komutanına yaranmak için bizleri bile bile suçlu ilan edip ateşe attı. 

Onun için genç polis arkadaşlarıma tavsiyemdir; Kendi varlığının güvenliğini, kendi hayatını, başkasının tasarrufuna veya insafına hiçbir zaman, asla ve asla bırakmayınız ve ‘beni korur, kurtarır’ diye düşünmeyiniz. Kendi işinizi de kendiniz yapınız. Başkası 'benim bu işimi benim lehime yapar.' diye asla düşünmeyiniz, güvenmeyiniz.





8 Ocak 2021 Cuma

O DA BİLMİYOR

Karakolun kapısından altı yedi yaşlarında bir çocuk koşarak içeri girer; 

“Polis amca, polis amca yetişin! Babamı dövüyorlar!” diye yardım ister.

Polisler çocukla birlikte sokağa koşarlar. Gerçekten de sokakta dört kişi  tekme tokat dövüşüyorlar. 

Polis çocuğa sorar: 

“Hangisi senin baban?”

Çocuk cevap verir: 

“Bilmiyorum polis amca, zaten bu sebepten kavga ediyorlar!..” der.



1 Ocak 2021 Cuma

HEMŞİNCE SÖZLÜK

'Uzun hğargı aşurdum,
Dağdan suyi geturdum,
Ar ettum, ağlamağa,
Güldüm ömri biturdum..

''geliisen gel, gelmeisen hayde!'

'okut okut, bi da burnina kokut!'

'İki orak bir kazma, Allahım günah yazma!'

Hemşince sözlüğe eski bir Hemşin türküsü ve üç Hemşin deyimiyle başladım. 

Diğer Türk Boyları gibi Hemşinlilerin de kendilerine özgü konuşma şekilleri ve şive değişikliklerinden oluşan Hemşince kelimeler vardır. Aslında bu kelimeler Hopa Hemşincesiyle birebir aynıdır. Ancak Hopa Hemşinlileri aynı konuşma dillerini devam ettirmelerine rağmen, diğer Hemşinliler Hemşince konuşmamış, bazı kelimeleri esas Türkçe nin içinde kullanmışlardır. Bu kelimelerin anlamlarını bir araya toparlamağa çalıştım. Dikkat ederseniz eğer, bazı kelimeler 'YÖRÜK' lerin kullandıkları kelimeler ile birebir aynıdır. Bazı kelimeleri kullanan devletleri de tespit ettim. Bütün Hemşince kelimelerin özü Türk Boyları dilleri ile tam olarak örtüşmektedir.

Bazı kelimelerin anlamları, önce Hemşince-Türkçe ve sonra Türk Boyları tarafından kullanılan anlamları yazılmıştır.

                                                                 -A-

Afkurmak: Havlamak. Özbek Türkleri=Özür dilemek. Kazak, Tacik Türkleri=Afkurmak. Avar, Çeçen, Çuvaş, Yakut Türkleri=Kısa yol. Tatar Türkleri=Saklamak. Türkmence=Gurur duymak. Uygur Türkleri=Katlanmak. 

Adese: Bir üzüm çeşidi. Kışın bile dalında duran beyaz üzüm.

Agış: Ateşi karıştırmak için özel yapılmış ucu kanca şeklinde demir çubuk. Özbek, Kazak, Kırgız, Çuvaş, Avar, Azeri, Çeçen, Yakut, Tatar Türkleri=Akış. Türkmence=Aktarım. Tacik Türkleri=Izdırap. 

Ağıl: Hayvanların geçici olarak içine alındığı üstü açık, etrafı çevrili yer. Uygur, Türkmen, Tatar, Tacik, Özbek, Kazak, Kırgız, Azerice=Akıl. Avar, Çuvaş, Çeçen Türkleri=Ağ.

Ağhir: Hayvanların muhafaza edildiği evlerin alt bölümü.

Ağleş: Çürük, sağlam görünür fakat içi çürük.

Ağu: Zehir. 

Ağuli: Zehirli.

Akoşka: Pencere çerçevesi.

Alaf: Kışın hayvanların yemesi için ormanda yapılan yeşillik yem, karayemiş yaprakları. Avar, Çeçen Türkleri=Binlerce. 

Aleksi: Bir armut çeşidi.

Altıyanki: Aşağıda olan, Aşağıda ki.

Ana: Anne.

Ançot etmek: Yavaşlamak, yağan yağmurun yavaşlaması. Türkmence=İşte bu. Tacik, Özbek, Azerice=Çapa. Çuvaş, Avar, Çeçen Türkleri=Genişlik.  

Ander: Kötü şey, görmek istenmeyen şey. Geçmişte yaşanan iyi bir olayın hatırlanması.

Ardine düşmek: Peşinden gitmek, ne pahasına olursa olsun takip etmek, yakalamak.

Arka: Sırt, geri kısım.

Arkiri: Yan tarafa doğru dümdüz.

Aruk: Zayıf, çelimsiz, bakımsız.

Arukıran: Bir kuş çeşidi.

Atinor: Bir erik çeşidi.

Avli: Evin ilk girişi. Kapı önü.

Ayeng etmek: Eğlence etmek, türkü söylemek, kemençe ve tulumla horon oynamak. Avar, Çuvaş Türkleri SALLAMAK, Türkmenler IŞIK,

Ayu: Ayı.

Aykırı: Düz, yan tarafa doğru, dümdüz.

                                                             -B-

Baçğal: Kısa boylu, tombalak, şekilsiz.

Baçha kabak: Sert kabuklu kabak.

Bagen: Küçük barınak, gölgelenmek için yer, çocukların oynamak için yaptıkları küçük ev. Çuvaş, Avar, Çeçen, Yakutça=Parça. Kazak, Kırgız, Azeri, Tatar, Özbek, Tacik, Uygur Türkleri=Simit. Türkmence=Eğer.  

Bağçe: Bahçe, mısır fasulye gibi ekin ekilen yer, tarla. Yakut, Uygur, Tatar, Özbek, Kazak, Kırgız, Çuvas, Avar, Azeri, Çeçen, Tacik Türkleri=Bahçe.

Bakla: Fasulye.

Bakrac: İçlerine yiyecek koyup pişirilen bakırdan yapılmış çeşitli boylarda kap, alet.

Baluncak: Patlican. Avar, Çuvaş, Çeçen, Yakut Türkleri=Kel, Uygur Türkleri=Argo, Türkmence=Top, Azeri, Tatar, Özbek, Kazak, Kırgız, Tacik Türkleri=Baluncak, 

Bardak: Topraktan yapılmış küçük kap. Genelde içlerinde pekmez veya turşu saklanır.

Bardi: Kışın kullanılacak otların bir ağaca sarılarak dışarıda muhafaza edilmesi.

Bayır: Ormanlarda yetişen ince uzun ot. Hayvan yemi.

Bayyem: Bayram.

Bebung etmek: Ağlamadan önce dudakları buruşturmak. Avar, Çuvaş, Çeçen,  Özbek Türkleri=Olma, Yakutça=Şişme. Türkmence=Bebek.

Bedeğ: Parmak ucuyla bir tutam, çok az, az miktarda. Türkmence=Fiyat. Özbekçe=Özgür. Kırgızca=Yalvarmak. Azerice=Hediye. Uygurca=Teşekkürler. Tacik Türkleri=Yapma,

Bel: Bahçeyi kazıp mısır tohumu atmak için, ayak basarak kullanılan, demirden özel yapılmış, iki dişli, odun saplı alet.

Beri: Yakın. 

Beri gel: Yanıma gel, yakınıma gel.

Bihamla: Çok çabuk, acele, az zamanda, ivedi. Avar, Çeçen, Çuvaş, Yakutça=Boş. Türkmence=Tereddüt etme.  

Bobol: Küçük kurtçuk, Türkmence=Bu çılgınlık. Özbek, Tacik Türkleri=Bebek. 

Bocuk: Solucan. Çeçen, Çuvaşça=Piç. Azeri= Bir parça kek. Kırgız=Erkek çocuk. Özbekçe=Bebek. Türkmence=Bok. 

Boğda: Buğday.

Bolokuş: İnsanın çok yüksek sesle ağlayarak bağırması, öküzün bağırması. Türkmen, Uygur, Tatar Türkleri=Gelecek. 

Boyuk: Büyük, kocaman.

Buchek: Yaban arısı, eşek arısı.

Buçh: Kadın üreme organi.

Buldurin: Geçen yıl, önceki sene.

Bulig: Gözün iç kısmı, bebeği, iris. 

Burek: Börek, hamuru el ile açılıp yapılan sıkmalı tatlı.

Burgi: Ağaç delmek için alet, el yapımı matkap.

Burmak: Erkek hayvanları kısırlaştırmak,

Buyanki: Bu taraftaki, bu tarafta olan.

Buyurci: Alınan kararları uygulayan kimse, evin reisi, ailenin en yetkili kişisi. 

Buzav: Buzağı, inek yavrusu.

                                                       -C-

Cakı: Armut ağaçlarının üstünde oluşan, yeşil dallar ve beyaz boncuk şeklinde tohumları olan asalak bitki.

Cazi: Cadi. Küpe girip uzaklara giderek taze çocuk ciğeri çıkarıp yediğine inanılan yaşlı kadın.

Cemur: Sincap.

Cemuş: Mısır ekmeğini lahana veya yoğur içine doğrayıp iyice karıştırıp yemek.

Chağ: Kadınların örgü yapmak için kullandıkları, ince uzun metal çubuklar.

Cheloy: Gevşek, yumuşak, her şekle giren.

Chorcag: Ense, boynun arka kısmı. (Sen onu corcaguma anlat: İnandıramazsın manasında bir deyim.) 

Cibollamak: Cimciklamak.

Cicik: Meme, göğüs.

Cigara: Sigara.

Cinci: Gaipten haber veren, geleceği bilen, falcı.

Cucik: Civcivin biraz büyüğü.

Cucul: Erkek çocuk tenasül organı.

Cugal: İçlerine yiyecek koyup kullanılan saplı bakırdan yapılmış çeşitli boylarda kap, küçük kazan.

                                                            -Ç-

Çağçağan: Yüksekten akan su, çağlayan.

Çağel: Çakıl.

Çakı: Yaşlı armut ağacı dallarında oluşan ve yaz-kış duran asalak yeşillik.

Çala: Sulu, düz, verimli arazi.

Çalot: Çok uzun sopa, sırık.

Çana kuşu, cennet kuşu: Göğsü kırmızı bir kuş çeşidi.

Çançala: Vara yoğe konuşan, bilinçsiz konuşan kimse.

Çangol: Kedi, köpek tırnakları, kedilerin tırnaklamaları.

Çapuk: Çam ağacı veya fındık çubuğu soyularak örülmüş, küçük el sepeti.

Çapula: Bir çeşit elle yapılan ayakkabı.

Çarğana, tersina: Yengeç.

Çardak: Sebze ve meyvelerin yüksekte kalması için yapılan yerden yüksek düzenek.

Çatma: Çeper yapmak için yere dikilen kazıklar.

Çayengduş: Parçalanmak, en küçük parçalara ayrılmak, çok şiddetli ağlamak.

Çe: Erkeklere hitap ederken söylenir. (Çe Ali, Çe Memet, Çe Ğasan)

Çeç: Arı balının mumu, petek. 

Çekişmek: Kavga etmek.

Çeket: Ceket.

Çekli: Ucu iyice parçalanıp tutuşturulan ve gece fener gibi kullanılan uzun odun.

Çekupal: Su olduğu yerlerde yapılır. İçine su doldukça havaya kalkar ve su boşalınca geri düşerek ses çıkarır. Yabanı hayvanların kaçmasını sağlar.

Çepiç: Hiç doğurmamış, bir yıllık keçi.

Çereduş: Değirmen oluğunun gelen pisliklerle kapanması, suyun kesilmesi.

Çeruş olmak: İsal olmak.

Çhağ: İnce odun veya çubuk parçası, ateş yakmak için küçük parçalar.

Çhançh: Kötü olmak, üstünü başını pislemek, kendini madara etmek, lekelemek.

Çhamağ: Yaylalarda, suylak yerlerde yetişen bir ot.

Çheldeğ: Çiftleşmek isteyen ineğin çıkardığı sıvı.

Çhençğel: Uzun ip yumağının birbirine karışması, bağlanması.

Çhepluk: Çöplerin atılıp ta çürüdükten sonra gübre olduğu yer.

Çhertun: Su bir yere vurduktan sonra dağınık olarak uzağa atılması, değirmen oluğundan gelip, çarkına çarpan su.

Çheykuş: Parçalanmak, küçük parçalara bölünmek, Avar, Çuvaş Çeçen Türkleri YANAK KILI, Kazak Türkleri TAVUK, Azeri, Özbek Türkleri ŞAHİN, 

Çhiliğtiyar: Hamur yağda kızartılarak yapılan yiyecek, lokma.

Çhola: Ateş dumanının vurduğu yerde uzun zaman sonra biriken kurum, siyalık.

Çğili: Çorap örmek için kullanılan, aynı boyda beş adet şiş.

Çğoni: Yeni doğum yapan ineğin sütünden yapılan yiyecek.

Çiğmuş: Ezilmiş, çiğnenmiş.

Çiğula: İnce, zayıf, çok çelimsiz.

Çiki, ceğart: İri bir kuş çeşidi, ala karga.

Çikit: Çekirdek, meyvelerin çekirdeği.

Çiliğini çıkarmak: Ezmek, çok ezip tamamen kullanılmaz hale getirmek. 

Çincak: İneklerin ve koyunların boynuna takılan, sallandıkça ses çıkaran bir zil.

Çinçğoluş: Ufalanmak, birbirinden ayrılmadan parçalara ayrılmak.

Çipil: Civciv, tavuğun en küçük halı.

Çing: Yaylalarda bulunan ve hayvanları hasta eden sarı renkli zehirli ot.

Çintil: Tavuk pisliği.

Çise: İnce, görünmeyen, fakat ıslatan yağmur.

Çişkar: Etrafı çitle çevrilmiş tarla, bahçe gibi yerlerin açılıp kapanır giriş kapısı.

Çituş: Meyvelerin yere düşüp te zarar görmesi, zedelenmesi, içinin parçalanması.

Çollanmak: Bir şeyi gizlice çok yemek.

Çolo: Taze mısır. Ateşte veya suda pişirilmiş taze mısır.

Çonçi: Ağaçların kuruyup dökülen yaprakları, gazel..

Çonkoloz: Çok açık göz, her şeyi bilen.

Çortan: Çökelek veya peynirin, beze konularak asılıp, açık ateş üzerinde kurutulmuşu.

Çugal: Küçük kazan, içinde yoğurt yapılan kap.

Çuğa: Kaban, üst giysi.

Çul: Eski, yırtık, yamalı, üzerinde her çeşit yama bulunan elbise.

Çulağa: Kıymetli bir armut çeşidi.

Çurab: Çorap, elle dokunmuş yün veya kıl çorabı.

Çurça kuşu, mesuik kuşu: Çok küçük, bir kuş çeşidi. Çalı kuşu.

                                                           -D-

Dada: Çocukların sevdiği ve oynadığı süslü oyuncak.

Dağ: Orman.

Dalmak: Köpek veya adam için, saldırmak.

Daraba: Tahtadan yapılmış odaların iç yüzü.

Deçhi: Mahallebi, süt un ve şekerle yapılan yiyecek.

Degmek: Dokunmak.

Demin: Az önce.

Demokrat: Şişenin içine gaz yağı konarak, bezle kapatılıp, tepesini yakınca geceyi aydınlatan araç.

Denaz etmek: Birini alaya almak, konuşmasını anlaşılmaz bir şekilde tekrarlamak.

Derça: Mısır ağacının en tepesinde ki  püskül.

Derdig atmak: Hayvanların havaya sıçraması, sevinçten havaya atlamaları, atlamak, sıçramak, hoplamak.

Deremen: Değirmen.

Dibek: İçinde bir şeyler dövülen, taş oyularak yapılmış, büyük kollu alet.

Dişlemek: Isırmak.

Duder: Lahanayı yaprak yaprak pişirip büyük bir tekne içinde tüm aile ile birlikte yemek.

Duğdi: Balta ve keser gibi aletlerin arka tarafı. Ağzının arkasında bulunan demiri.

                                                             -E-

Ebe: Babaanne.

Eğmoig: Kör yılan.

Egri: Eğri, düz olmayan

Egri sap: Bir armut çeşidi.

Eksi: Ucu yanan ve yanmağa devam eden ateşteki uzun  közlü odun.

El: Yabancı, başkası.

Elmek: Ölmek, can vermek.

Encuna: Bir direk üzerine tahta uzatılarak iki kişinin inip kalkması, tahterevalli.

Enkse: Gerdan, boynun arka kısmı.

Esvap: Elbise.

Ereti: Eğrelti otu.

Etmek: Ekmek.

                                                                         -F-

Felamur: Ihlamur ağacı.

Ferağtı: Çeper, Korunacak tarlaların çevresine yapılır, hayvanlar giremez.

Foni: Tavuk yumurta etmesi için yuvasına bırakılan tek yumurta.

Forka: Entare, giysi, alt üst birlikte bayan giysisi.

Funduk: Fındık.

Furniş ekmek: Ateşte kurutulmuş mısır öğütüldükten sonra yapılan ekmek.

Fuşki: Eşek veya katır pisliği.

                                                        -G-

Gacboğ: Yanan odundan dağılan küçük köz parçaları.

Gaceik: Ateş böceği.

Gagal: Taşak.

Gechig: Top haline getirilmiş iplik yumağı.

Gechud: Kuşların gagası, gaganın uc kısmı.

Gegernak: Çok konuşan, değirmenin tane düştüğü yere konulan ve taş dönerken, taneleri iki taş arasına sürükleyen ip yumağı.

Geroç: Uzak dalları yakına çekmek için, ucu kancalı uzun sopa.

Gıcgıc gitmek: Bitişik ve hızlı gitmek.

Gobal: Çok kısa kesilmiş saç, tüysüz kafa.

Goc: Küp veya dikdörtgen şeklinde kesilmiş üzerine oturulan ağaç.

Godim: Derelerde taş kenarlarında kendiliğinden yetişen, küçük yapraklı, tere tadında bir ot.

Gogar: Uzak dalları yakına çekmek için, ucu kancalı uzun sopa

Goinç: Un ile bulamaç yaparken, suda açılmayıp katı kalan küçük top parçalar.

Gotol: Ucu kesik lahana sapları, bir kaç sap bir arada. Lahana gövdesinin soyulmuş iç kısmı.

Göreslanmak: Çok özlemek, hasret kalmak.

Gugum: İçine su koyup kullanılan, altı geniş üstü dar, bakırdan yapılmış saplı kap. Küçük olana 'kukma' büyüklerine 'gugum' denir.

Gudel: Çubuklardan sepet gibi fakat dar örülmüş. Üzüm filan toplarken kullanılır. İçinde meyveler ezilmez.

Gunç: Yosun.

Gurcumol dikeni: Bir diken çeşidi.

Gümlek: Gömlek, mintan.

Güli: Sevilen kişi, çok sevilen, daha çok küçük çocuklara hitap edilir.

                                                         -Ğ-

Ğalapa: Yeni toplanan taze cevizin yeşil etli dış kabukları, 

Ğala: Hala, babanın kız kardeşi.

Ğalat: Halat

Ğamçita: Pekmezi yapılan sulu bir armut çeşidi, eğri sap.

Ğampu: Olgunlaşmamış bir meyve veya acı sebzeler yenildiği zaman ağzın odunlaşması, buruşması.

Ğancuş: Bir şeyi açık ateşte az yakmak, sadece tüylerini yakıp temizlemek.

Ğançka: Kene.

Ğarduma: Çam, kestane ve gürgen ağaçları kütüklerinden ince yaprak şeklinde  yapılıp kiremit yerine evlerin üstüne örtülen ağaç parçaları.

Ğarağurda: Karışık, birbirine geçmiş.

Ğastaluk: Hastalık.

Ğase: Kadınların kenarları işlemeli veya boncuklu beyaz renkli baş örtüsü.

Ğaşil: Suyu kaynattıktan sonra karıştırılarak un katılır pişirilir ve ekmek yerine yenir. Genelde acil durumlarda yapılır.

Ğavlilik: Diken üzerinde olan, sarı renkli boncuğa benzer tohumlar.

Ğaviç: Kaymak ve un karıştırılıp yapılan yiyecek. Pişirildiği zaman yağ üstüne çıkar. Bir misafir geldiği zaman ikram edilecek en gözde yiyecektir. 

Ğayat: Eskiden açık ateşli toprak evlerde misafir geldiği zaman oturulan ve ayakkabı ile basılmayan tahta döşemeli yer, oturma salonu.

Ğeçeçul: Bir armut çeşidi.

Ğeçellemek: Kazıtmak, kesmez bıçakla soymağa çalışmak.

Ğedik: Karda yürümek için çubuklardan yapılmış ayağa takılan alet.

Ğeğ: Çürütülmüş peynirden pişirilerek yapılan krem peynir.

Ğeçhat: Kenarları kırılarak yapılmış, açık ateşte üstünde ekmek pişirilen düz taş.

Ğeloz: Kertenkele.

Ğençkel: Elde taşınan çubuktan örülmüş küçük kap.

Ğerdum olmak: Çok olmak, haddinden fazla olmak, yığılmak.

Ğerepan: Dökülmüş yaprakları bir araya toplamak için ağaçtan yapılmış tırmık.

Ğertlak: Boğaz.

Ğeri: Mısır ağacının sapları.

Ğertlak: Boğaz, yutak.

Ğharg: Ark, su yolu, elle yapılan ve uzak mesafelere giden su yatağı. 

Ğırlamak: Köpeğin saldırmadan önce dişlerini gösterip çıkardığı ses.

Ğinç: Burundan akan sumuk, akıntı.

Ğiyar: Salatalık.

Ğocika: Öküzün yeni doğmuşu, ineğin erkek yavrusu.

Ğoç: İnce uzun sağlam çubuk veya ince uzun odun parçası.

Ğoçka: Fasulye kazığı, uzun kazık, fasulye fidesine dikilen kazık. 

Ğoço: Ormanda yetişen meyvesiz bir ağaç türü.

Ğoçollamak: Elleri ile bir yeri kazıtmak, tırnaklamak.

Ğoğ: Boğazdan gelen balgam, tükürük.

Ğoğollanmak: Karşı gelmek, üzerine çullanmak, dövmeğe kalkmak.

Ğoncoğot: Tam yanmamış bazı yerleri siyahlanmış, yarım yanmış siyah odun.

Ğoncolduş: Endek, dönek, bir ağaç üzerini gelişigüzel yontmak.

Ğorği: Kayalık, bir araya toplanmış taş ve kaya parçaları.

Ğorlamak: Horlamak.

Ğortlak: Bir insan, özellikle kötü tanınan insanların öldükten sonra geri gelerek insanlara görünmesi.

Ğortlamak: Ölüp toprağa gömüldükten sonra geri gelmek.

Ğoşlanmak: Hoşuna gitmek, sevinmek, sevmek.

Ğotollamak: Parmakla kurcalamak, oynamak.

Ğuğ: Derme çatma geçici olarak yapılan ev.

Ğuçkul: Gırtlak .

Ğul: Şişlik, ödem, derinin altında bir ara yerin sertleşmesi.

Ğurtul: Boğazdan aşağı, beslenmek.

Ğus: Suya az un katıp karıştırdıktan sonra ki, bulanık halı.

Ğutubal: Kısa, küçük, alçak boylu, yerden yığma.

Ğuvarda: Horonu idare eden, oynatan kişi.

                                                           -H-

Hamloçh: Tavukların evi, kümes.

Hayde: Birlikte gitmek, aceleyle beraber gitmek, zorunlu olarak birlikte aynı yola gitmek.

Haylamak: Ekin tarlalarına yabanı hayvan girmemesi için gece uyanınca arada bir bağırmak.

Hğarg: Ark, toprağa yapılan su yolu.

Hekiya: Hikaye.

Hemail: Küçük muska, boyundan asılan eski yazı ile yazılmış muska.

Hers: Kızgınlık, sinir, öfke.

Herslenmek: Birine kızmak, sinirlenmek, öfkelenmek.

Heylemek: Önde yürüyüp arkadan gelen malın peşinden gelmesini sağlamak için seslenmek.

Hiş: Birini çağırırken hitap şekli.

Hov: Bir şeyi çok istemek, yapma isteği derecesi.

Hovini almak: İsteğini, ateşini düşürmek.

Huhul: Baykuş, gece kuşu.

                                                           -İ-

İgit: Erkek, yiğit.

İğ: Kirmen, tengirek te denir, yün eğirmek, iplik yapmak için kullanılır, ağaçtan yapılmış bir alet.

İdare lambası: Üzeri camsız aydınlatma aracı. Genelde altı takozlu uzun bir sırığın çivisine takılır, içine gaz yağı doldurularak ucunda ki fitil yakılır ve evin aydınlatılması sağlanır.

İlan: Yılan.

İlig: Yünü iplik etmek için kullanılan ortası şişko kenarları ince çubuk. Kemiklerin içinde bulunan yağ.

Irak: Uzak, uzakta.

İskan: Bardak. Su içilen cam kap.

İskandil olmak: Açılmak, güzel olmak, parlamak.

İşler yaş: İşler kötü.

İşmar: İşaret.

                                                                  -K-

Ka: Bayanlara hitap ederken söylenir. (Ka Aşşe, Ka Fadime, Ka Henife)

Kaban: Uçurum, gidilmesi çok zor olan yerler.

Kachamet: Kişiliksiz, herkesin alay ettiği insan.

Kaçuma: Evlerde çıkıntı, balkon.

Kafiçha: Kancalı iğne.

Kağan: Bahçeye mısır kazıldıktan biraz sonra toprağın kazmalarla inceltilmesi.

Kağhi: Bir kuş çeşidi.

Kakal: Tanelenmiş fındık.

Kakanuş etmek: Tavuğun bağırması, yumurta ettikten sonra bir süre bağırması.

Kalaş: Yel, serin esinti.

Kalun: Kalın. Çok iri.

Kalunsap: Bir armut çeşidi.

Kampara: Yüreği geniş bir ağaç çeşidi.

Kandğu: Kendiliğinden yetişen, ot cinsi, üzeri beş veya altı damarlı, yürek şeklinde bir yaprak. Çibanlara bağlayınca irin ve ceraatları temizler. Bir çok hastalık tedavisinde kullanılır.

Kandil olmak: Açılmak, iyiye dönmek.

Kançğana: Ormanda yetişen çalı şeklinde küçük ağaç. Siyah renkli meyveleri yenir.

Kankul: Perçem, güzellik, alından asılan saç telleri.

Kapiç:  Ağacın içi oyularak yapılmış kulplu un, fındık, mısır gibi şeylerin ölçülmesinde kullanılan kap, ölçüm aleti.

Karabasan: Gece gelip insanları boğmağa çalıştığına inanilir.

Karakat: Yaylaya yakın yerlerde kendiliğinden çalı şeklinde olur. Meyveleri yenir. Yaban mersini.

Karakuş: Kara tavuk, bir kuş çeşidi.

Karasaban: Boyunduruk ve sabandan oluşan, iki öküz tarafından çekilerek tarlaya mısır tohumu ekmeye yarayan alet. 

Karçi: Çok kartlaşmış, eski.

Karkala: Gözleri eğri, şaşi göz.

Kartopil: Patates.

Katımoğ: Hayvanların çok sevdiği bir ot cinsi.

Katuk: Ekmeğin yanında yiyecek peynir, v.s. şey.

Kazan: İçlerine yiyecek koyup pişirilen bakırdan yapılmış cugalın büyüğü kap.

Kemre: Hayvan gübresi.

Kençğun: Süt, yoğurt ve ayranın içine ekmek doğrayıp yenen yemek.

Kendir: Kenevir ağacı.

Kenef: Tuvalet, wc.

Kerğaç: Yaylada yetişen enli yapraklı bir ot.

Keregın: Dayının hanımı.

Kerğaç: Geniş yapraklı, dere kenarı yükseklerde yetişen ot.

Kerketa: Bir armut çeşidi.

Ketaman: Yün iplikle el ile örülmüş, uzun ipi olan ve boyuna asılan üçgen şeklinde kese. Genelde içine tuz konur ve sığırlar sağılırken o tuzdan sığır yalaması için bir azı beline dökülür. Sığır tuzu yalarken daha iyi süt verir. 

Keyinç: Ekmeğin kabuğu, pişkin yeri, dış yüzü.

Khapı: Kesilen kestane ağaçının, zamanla kök kısmında oluşan, kalın ve kurumuş, çürümeğe yüz tutmuş kalın kısmı. 

Khençğul: Gürgen ağaçlarının tohumu. Son güz toprağa dökülen, üçgen prizma şeklinde küçük tohumlar.

Kheçhi: Taze fındık çubukları uzunlamasına soyulur, kabuğu yontulur ve sepet yapmakta kullanılır.

Khemuli: Açık ateş üzerinde asılı duran ve ucuna kazan asılan kancalı kalın zincir.

Khera: Açık ateşin üst tarafına konan kare veya dikdörtgen şeklinde sağlam taş.

Kheregin: Dayının hanımı.

Kherkhel: Yuvarlak, simit.

Kheremit: Kiremit.

Khevi: Çok sağlam, muhkem, yıkılmaz ve bozulmaz.

Kıkıloç: Eğri buğru, düz değil, iki ucu bir arada. Kazak, Azerice=Gülmek. Avar, Çuvaş, Yakut, Çeçence=Bağırmak. Kırgız, Uygur, Özbekçe=Kıkırdamak. Türkmence=Şaka. 

Kınçğı: Kendirin lifleri alındıktan sonra sap kısmı, 

Kışşa: Tavuğu kovarken söylenir.

Kile: Tanelı yiyecekleri alırken verirken ölçü birimi. İki teneke dolusu bir kile.

Koçtaşak eriği: Bir erik çeşidi.

Kolakıt: Kapıyı içerden kilitlemek için mandal veya demir.

Kolig: Boynuzsuz, boynuzu olmayan ve kısa kulaklı keçi, 

Koliva: Mısır tarlalarının yanında geceleri içinde ateş yakıp beklenen yer.

Kopri: Baltanın daha değişik şekli. Tepesi eğri ve burunlu balta.

Koroğ: Bol közlü ateş, közlerin bir araya toplanarak üzeri külle örtülüp saklanması.

Koşat: Tekenin bir yıllığı

Koval ekmek: Çarşı ekmeği, fırın ekmeği.

Koyit: Keçinin  bir yıllığı.

Körse: Balta orak gibi ev aletlerini biletmek için yapılmış, saplı yuvarlak taş.

Kuçuk: Küçük.

Kud: Fes, başlık.

Kukma: Su taşımak ve içmek için kullanılır. Uzunca, altı geniş üstü dar, bakırdan yapılmış saplı kap. Küçüklerine 'kukma' büyüklerine 'gugum' denir.

Kuku: Guguk kuşu.

Kuma: İkinci kadın.

Kumar: Dağlarda yetişen ağaç, odunundan faydalanılır. Şans ve kader oyunları.

Kunçğul: Tepe, zirve, en yüksek.

Kupli: Asma kilit.

Kurdalamak: Bir şeyi incelemek, bakmak, el ile ayarlamak.

Kurka: Musır taneleri ayıklandıktan sonra geri kalan sap kısmı.

Kuta: Küçük köpek, köpek yavrusu.

Külfet: Aile çatısı altında yaşayan topluluk, ev halkının bütünü, çok iş.

Kümeç: Arının kara kovanda yaptığı, bal dolu petek gözleri, hiç bozulmamış arının yaptığı gibi duran petek içinde ki mum.

Küp,: Topraktan yapılmış büyük kap. Genelde içlerinde pekmez veya turşu saklanır. 

                                                             -L-

Laba: Çok kaygan madde.

Labalı: Suyun devamlı ıslatması sonucu, çok kaygan olan yer.

Lapa: Sert kabuklu kabaktan sütle yapılan yiyecek.

Lazut: Mısır.

Lec vermek: Uzun süre ortalıkta kalmak, kabak tadı vermek, çok fazla olup her yerde bulunmak.

Lecuş: Çok olmak, bozulacak şeylerin çok beklemesi.

Levanus: Kapların elle yıkanması sırasında oluşan bulaşık suyu. 

Lilig: Baş örtüsünün çevresine elle işlenen içi delik, parlayan ince boncuk.

Liser: Yün iplik apılırken kullanılan ilige takılan küçük daire şeklinde yapılmış ağaç parça.

Liva: Yerdeki karın sıcaktan yumuşayıp eriyecek duruma gelmesi, karın erimeğe yakın sulanması.

Livin dönmek: Aramak, bulmak için çok istekli aramak.

Lopoş: Çok şişko ve etleri sarkmış insan.

Longoz: Bataklık çamuru, içinde zor yürünen yapışkan çamur.

                                                              -M-

Macacğa: Kışın görülen ve eti yenen iri bir kuş çeşidi.

Madağ olmak: Her şeyiyle yardımcı olmak, onu çok sevmek, yardım etmek, esiri olmak. Kırgız, Türkmence=Övmek. Çuvaş, Avar, Çeçen, Yakutça=Dağ. Özbek, Kazakça=Teşekkürler. 

Mağol: Odun saplı, ince, uzun, ucu sivri demir veya ucu sivri küçük sert odun. Derileri dikerken delmeğe yarar. Bız.

Mal: Keçi sürürsü.

Malağure: İncir zamanı görülen ve eti yenen bir kuş.

Mandre: Evlerin yanında bulunan ve kullanılacak malzemelerin saklanması için yapılmış küçük ev.

Marça: Kışlık odunu bir araya toplayıp dercetmek.

Masti: Kancık sokak köpeği.

Mayanuş: Süt başka bir kaba aktarılırken, az bir su ile kabın altını ıslatıp süte katılması. 

Maymençuş: Çok üşümek, Soğuk içine işlemek, soğuktan ellerin uyuşması.

Mec: İmece, yardımlaşma, yardım etme.

Memsufa: Karyola yerine kullanılan, üzerine yatak serilen, divan şeklinde tahtadan yapılmış sabit karyola.

Mencuna: Tahta revalı veya Bir direk üzerine yerleştirilen, her iki ucu da eşit uzun, ağaç veya tahtanın iki ucuna iki kişinin oturarak sağa sola dönmesi.

Meregha: Maydanoz.

Mevale: Kapların yıkandıktan sonraki bulaşık suyu

Minci: Çökelek.

Mişluk: Ekmeğin iç kısmı, iki kabukları arasında kalan yumuşak yer.

Moci: Yanan odunun közleri sönmeğe yakın, üzerinde oluşan ve havaya uçan  duman renginde madde.

Moluş etmek: Bir yerin fazla yeşillikleri kesilerek temizlenmesi.

Monçe, moce: Kuluçka oturan tavuk.

Moşi: Geniş yapraklı yayla otu. Yunanca Yaşlı adam, Tacik Türkleri Fare,

Moy: Çilek.

Mudara: Çok basit yapılmış, dokununca bozulacak şey.

Muğlama: Tereyağını eritip içine peynir veya peynir ve un konularak yapılan yiyecek

Mukellit: Şakacı.

Muncur: Ağız ile burunun birleştiği yer. Burnun en uc kısmı.

                                                           -N-

Nacak: Küçük balta.

Nalin: Ağaçtan yapılmış ayağa giyilir, terlik.

Napir: Tarlada çalışırken yaptığın işin sırası. Peşinden.

Narden: Üzüm veya armuttan yapılmış pekmez.

Nayla: Her taraftan hava alan, kış  yiyeceklerinin içinde saklandığı, fare giremeyen, yüksek yapı.

Necuş etmek: İneğin öküz araması, çiftleşme isteği.

Nezovoy: İneklerin kızana gelmesi, çiftleşmek istemesi.

Noçilağ: Cevizin dövülüp, yağı çıkarıldıktan sonra geri kalan posası, tortusu.

Noğamisa: Yeni gelin, yeni evlenen kız. çok utangaç, saygılı.

                                                            -O-

Obergu: Mısr fidelerinin kazma ile ikinci defa toprağının eşelenmesi ve inceltilmesi.

Oche: Gök patladığı zaman yaşlı gürgen ağaçlarında çıkan mantar. Tazesi çok kıymetlidir.

Oçilan, gıdal: Uzak mesafelerde ki meyveleri toplamak için, uzun bir çatal çubuğa file takılarak yapılmış alet. 

Oçinağu: Kalın ağaç oyularak elle yapılmış, içinde üzüm, elma, armut gibi meyveleri ezerek pekmez yapmağa kullanılan ve iki üç adet tokmağı, kapağı ve uzun kolu bulunan bir alet. İçinde meyvelerin suyu çıkarılır.

Oge: Üvey, başkasından. (Oge kardaş: Üvey kardeş)

Ogluk: Hayvanların önüne özel yapılır ve içine yem konur, hayvanların yem yediği yer.

Oğvank: Çeşitli otlar karıştırılarak su ile kaynatılır ve hayvanlara yedirilir.

Oçinağu: Meyveleri içinde ezip suyunu çıkarmak için, kalın ağaç oyularak yapılmış özel alet.

Okuz: Öküz, erkek inek.

Olçek: İnce taneler veya unu, alıp verirken kullanılan ölçü birimi.

Onçğone: Evin oturulan yer tavanı ile, çatı arasında kalan yer.

Ongure: Eski evlerin, duvar üzerinden geçen tek parça, kalın, dört taban ağacından biri.

Onich: Saçta bulunan beyaz renkli bit yavrusu, sirke.

Ontula: Ateş yakarken baş tarafa uzatılan ve diğer odunların üzerine bırakıldığı odun.

Oşt: Saldıran köpeği kovmak için söylenir.

Oyanki: O tarafta olan, öbür tarafta ki.

                                                          -P-

Paçğa: Üstü örtülü kenarları açık küçük gölgelik yapı. Azerice, Türkmenler ÇAMUR-ÇİMEN, Avar, Çeçen, Çuvaş, Yakut Türkleri YAMA, Kırgız Türkleri ÖDEMEK, Kazak Türkleri CEP, Özbek Türkleri AYAK, Tatar Türkleri PARA, Tacik Türkleri, Yunanca, Ermenice SAYFA,  

Paçkar: Ormanda yetişen yaprağı dikenli bir ağaç türü.

Pag: Kapı kilidi, kapıya takılan anahtarlı el yapımı kilit.

Pagara: Meydanda yakılan büyük ateş. Türkmence=Ateş. Uygur, Tacik, Kazak, Kırgız, Avar, Çuvaş, Azeri, Çeçen, Yakutca=Ödemek. Özbekçe=Tava.

Palağ: Orman ve sulu yerlerde yetişen ot, hayvan yemi.

Pandeğ etmek: Yapılan el işi, meşgale, kadınların örgü işleri, çorap vesaire örmek.

Parzul vurmak: Boş konuşmak, palavra atmak.

Peçkuş etmek: Kabuğunu açmak, dış kabuğunu ayıklamak, tanelerini ayırmak.

Peduş etmek: Tüylerini koparmak, yolmak.

Pelit: Hamur ateşte veya közlü külün içinde pişirilerek, ekmek yerine yenir. Ekmek yoksa acele hallerde veya uzun yola gidilecekse yapılır.

Pelul etmek: Yeni doğan çocuğu iyice bezlere sarıp bağlamak, kundaklamak.

Pepe: Pislik, sulu dışkı.

Penço: Salyangoz, sümüklü böcek.

Per: Keçi veya koyun sürüsü sağılırken alındıkları kaçamayacakları gibi etrafı taşlarla çevrili yer, ağıl. Çeçen, Çuvaş, Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Tatar, Avar, Azeri, Türkmen, Uygurca=Başına.  

Pereska: Maydanoz.

Perengduş etmek: Ağlamaktan titremek, aksırmak, yaşı ve sümüğü birbirine karışmak

Pesoy: Sakız gibi olmayan, parça parça olan, birbirine yapışmayan, bayat.

Peşkır: Havlu.

Petek: İçinde arı beslenen kovan.

Petrak: Çok eski, el ile ezince dağılan odun.

Peynuş: Örülen yün çorabın en üst lastikli kısmı. Örgünün son kısmı.

Piçak: Biçak

Pileki: Açık ateşte içinde ekmek pişirilen, topraktan yapılmış, ısıya dayanıklı alet. 

Pilonç: Eğreltiye benzeyen ince yapraklı ot.

Pipiğ: Kirpik, göz kapaklarında ki tüyler.

Poçğoluş: Can havliyle bir yeri tırnaklamak, çıkış yolu için tırnakları ile yeri kazmağa çalışmak.

Pol: Sulu yerlerde kendiliğinden yetişen, yemeği yapılan ince uzun bir ot.

Pontol: Pantolon, alt giysi.

Porçuma: Ot, küçük yapraklı ve çiçekli ot.

Porfuş olmak: Sıcak günde çalışıp ta hararetlenmek, canı çok çekmek, istemek.

Postal: Çarığa benzer bir çeşit ayakabı.

Potin: Ayakkabı.

Poşği: Yaylada yetişen bir ot.

Pouş etmek: Bir yeri kazmak, çapa ile derin kazıp bir şeyler ekmek.

Puçak: Fındık meyvesinin, tanelenmemiş, ağaçta ki halı.

Puğar: Pınar suyu, su kaynağı, su gözü.

Puku pekan: Karın havada uçarak iştahlı yağış şekli.

Pulur: Anüs, göt.

Purmol: Kuş cinsi.

Purmuş: Kabarıklık, şişlik, darp veya çarpma neticesinde şişme.

Punagal: Tavukların yumurta yaptığı yer, folluk.

Punçkul: Püskül.

Pupu: Çiban.

Pupuli: Acıyan çıban, yara.

Purmuş olmak: Şişmiş olmak, çarpmadan dolayı sert şişme.

                                                                   -R-

Ruza: Kalın kumaştan dikilmiş, üst giysi, cepli mont.

                                                                   -S-

Sağan: İçinde yemek yenen, kenarları girinti çıkıntılı, kalaylı bakır kap, bakırdan yapılmış tabak.

Sandek: İplik yapılacak yünü düzeltmek için kullanılır, tarak, yün tarağı.

Sart: Örümcek.

Saymak etmek: Sevilen bir ölünün ardından, onun yaptıklarını makamlı bir şekilde, destan gibi sayıp ağlamak.

Segirtmek: Çok hızlı koşmak, at gibi dört nala gitmek.

Sehender: Her taraftan hava alan, kış  yiyeceklerinin içinde saklandığı, fare giremeyen yüksek yapı.

Sille: Tokat, şaplak.

Simat etmek: İşaret koymak, kendi anlayacağı gibi gizli işaret koymak.

Skemli: İskemle, alçak oturak.

Socuş: Dallı yapraklı bir çubuğun, bıçak kullanmadan, elle sıyırıp dal veya yapraklarını koparmak.

Sokak: Çöplerin atılıp ta çürüdükten sonra gübre olduğu yer.

Suler: Kenevir lifleri.

Sultu: Soyulmuş uzun ağaç kabuğu, kestane çubuklarından soyulan uzun kabuk. Bir şeyler örmekte kullanılır.

                                                                   -Ş-

Şaş: Yarım akıl, bir yolda, yan göz, işini seçemeyen kişi.

Şayak: Kalın yün kumaştan yapılmış giyecek.

Şerad: Süt ve yoğurt kesildikten sonra akan suyu.

Şilte: İçine ot doldurularak yapılmış yatak.

Şişek: Genç koyun.

Şortoğ: Yaylada yerde yetişen geniş yapraklı ot.

Şuşe: Bardak. Su içilen cam kap.

Şuşeli lamba: üstünde cam bulunan lamba, aydınlatma aracı.

                                                                   -T-

Tapiç: Ağaçtan yapılmış uzun saplı lahana döveceği. Mikser yerine kullanılır.

Tapuş: Mısır, bel veya karasabanla ekildikten sonra tarlada ki iri toprak parçalarını kırıp ufalamak.

Tangal: Keçilerin boynuna asılan ve yürüdükçe ses çıkaran, sürüyü bir arada tutan alet.

Tata: Çocukların iskemlesi, küçük oturak,

Tel: İplik.

Terek: Raf.

Teyçuş etmek: Suya koyup yumuşatmak, kendini koyvermek.

Tilifistirik: Çevresinde çeşitli yönlerde çok hızlı dolanmak.

Timya: Az bulunan şey, çok az, ilaçlık.

Tişkar: Bahçe çeperlerine yapılan kapı.

Titer: Kelebek, hafif.

Titer gibi: Çok hafif.

Toçi: Koç, erkek koyun.

Toğli: Bir yıllık koyun.             

Tolop: Bulaşan cıvık çamur.

Tolumçu üzüm: Bir üzüm çeşidi. Beyaz üzüm. 

Tormuş: Sert bir şeyin yumuşaması, gevşemesi, buruşması.                  

Tumşut: Kabarıklık, çıkıntı, şişkinlik.

Tunç: Hayvanların en uc kısmı, ağız ile burun olduğu yer.

Tusi vermek: Duman vermek, bir körükle bir yere duman yollamak.

Tuyli pağla: Soya fasulyesi.

                                                             -U-

Uduğpi: Çalı şeklinde ince ağaç.

Ufatmak: Mısırı tanelere ayırmak, Tane haline getirmek.

Uskut: Sessiz, sakin. 

Uskut ol: Sessiz, sakin ol.

Ustiyanki: Yukarıda ki.

Usuruk: Osuruk, yellenme.

Uşak: Erkek çocuk, erkek.

                                                             -V-

Vala: Eşarpların kenarlarına işlenen, çok küçük, ortası delik metal daire şeklinde parçalar.

Vaytevoy: Horon oynayıp türkü söylenen yer, eğlence yeri.

Veylul: Uçurum, çok korkunç yer, cehennemin en derin yeri.

Vojna: Herşey serbest, yasak yok.

Volina: Herkese serbest, sorgusuz, sualsız.

                                                            -Y-

Yabanı: Kurt.

Yal: Köpeklere özel pişirilen yemek, su ve mısır unu ile pişirilen köpek yemeği.

Yalağuz: Yalnız, tek başına.

Yanksılamak: Birini alaya almak, konuşmasını anlaşılmaz bir şekilde tekrarlamak.

Yapak: Koyunlardan kırkılan yün.

Yayım: Hayvanların otladığı ot, kışlık otlak.

Yayınlık etmek: Muhabbet etmek, eskilerden konuşmak.

Yazma: Kadınların kullandığı hafif ve desenli baş örtüsü, eşarp.

Yemurta: Yumurta.

Yenglik: Hafif, ağır olmayan.

Yessir olmak: Yalvarmak, esir olmak, onu çok sevdiğini söylemek.

Yirmak: Irmak.

Yitilamak: İteklemek, itmek.

Yunga: Ağacı yontarken, baltayı vurunca kopan parça, ağaç parçası. 

                                                                 -Z-

Zamb: Yaylalarda derelerin üstünü kapatan ve üzerinde yürünebilen eski kar.

Zangal: Kıldan örülmüş, ayak ile diz altına kadar baldırı kapatan giyecek. Kışın çobanlar giyer.

Zembil: Kestane ağacı kabuklarından örülmüş, omuza takılarak taşınan saplı çanta.

Zerpli: Hızlı, çok hızlı çarpmak.

Zibil: Süprüntü yığını, çok miktarda, yığınla.

Zifoz: Çok sisli, karanlık.

Zincir: Evin çatısından açık ateşin üzerine doğru asılmış, demir parçaları birbirlerine eklenerek yapılmış alet. Ucunda kancalar var ve ateşte kazan ile pişirilmek istenen şeyler asılır ve pişirilir.

Zırlamak: Çok konuşmak, lüzumsuz konuşmak, hoşa gitmeyecek şekilde konuşmak.

Zırza: Kapıyı içerden kapatmak için sürgü.

Zukân: Soğuk algınlığının çok ilerlemesi, şiddetli soğuk algınlığı.

Zulumat: Çok yoğun bir biçimde, çok hızlı, kuvvetli yağış.

Zurmeğ: Hayvanların çok sevdiği ormanda yetişen bir ot çeşidi, kokina bitkisi.