SAYFALAR

24 Eylül 2011 Cumartesi

şiir HEMŞEN TÜRKİLERİ

Fundukluğun başında bıraktum bahçe deyi,
Sen belki bilmeyisun herkes bize nedeyi.

Gördüm unutamadum sen nekadar güzelsun,
Mademki sevmeyidun peşume ne gezersun?

Kışın kaldum dışarda uşudi ayaklarum,
Saçundan ki vermiştun oni hala saklarum.

Derede raslamıştuk bakakaldum gerunden,
Madem almayacaktun neden tuttun elumden.

Evunuzun öninden geçer araba yoli,
Ben sana sevdalandum anlamadun mı oni.

O kaybana yollarda gidersun mani mani,
Bana sarılacaktun gelmedi mi zamanı?

Sakın beyduva etme zaten hiç gülmemişim,
Ben senun sebebune gurbetlere gelmişim.

Çıkmadun yaylalara yollar karlı miyidi,
Sevmedum dedun ama biraz sevmiştun gibi.

Ben seni çok özledum sanki bilmeyimisen,
Hala yalvariyirum bana gelmeyi misen.?

Ey kız eşarbun bende nezaman alacaksun?
Şansumdan korkayırum benum olmayacaksun.
                                               Recep Ali Öztürk

21 Eylül 2011 Çarşamba

OLA O NERDEN GEÇTİ

1960 lı yıllarda Ihlamurlu dan İstanbul'a gidip gelmek çok zordu. Köyümüz Ihlamurludan gurbet diye İstanbul'a gidenler güçlüklerle karşılaşırlar, gittiklerine pişman olurlardı. Fakat işin içinde aşk olunca bu zorluklar bayram havasında geçer ve biran önce kavuşmak için her müşkülat göze alınırdı.

İstanbul'daki nişanlısı köyümüze gelerek Muhittin isimli genci çok sevindirmiş, iki üç ay nişanlılar bir arada yaşamışlarsa da, tatlı günler çabuk geçer ya, o aylar da hemen geçmişti. Artık nişanlısı Nermin geri dönüyordu. Bir perşembe günü hepsi birlikte çarşıya, yanı Fındıklıya indiler. İstanbul dan gelenlerin günü bitmiş, biletleri alınmış, otobüse binip geri İstanbul'a gideceklerdi. Muhittin de nişanlısı Nermin ve ailesini yolcu ediyordu.

Öğleden sonra saat 16.00 yı gösterdiği sıralarda Ulusoy Otobüsü Hopa dan geldi ve Fındıklı da yazıhanede durdu. Önce bagaj eşyaları otobüse verildikten sonra iki aile İstanbul'a gitmek üzere yerlerine oturmadan uzun süre vedalaşmalar devam etti. Kiminin gözleri yaşlı hep alçak seslerle bir birlerine bir şeyler tembihliyorlardı. 

Muhittin gözlerini Nermin den hiç ayırmıyor, "Mektup yaz ha.. Gider gitmez telefon aç. Furunci Süleyman'a sağ salım gittiğinizi bildir, ben ondan öğrenirim." diyordu. Ve vakit geldi İstanbul yolcuları Ulusoy Otobüsü ile Fındıklı dan ayrılıp gittiler. Uzun süre yazıhanenin önünden ayrılmayıp, Muhittin otobüs o görünüşleri geçinceye kadar arkasından el sallayıp, ha bire göz yaşlarını sildi. Çünkü nişanlısından ayrılmış, bu ayrılığı bir türlü hazmedemiyordu. Artık nişanlısını bir sene daha göremeyecek demekti. 

Bu hüzünlü ayrılıktan sonra İstanbul'a giden Nermin'nin başından ne geçti bilemiyoruz fakat Fındıklı'da kalan Muhittin otobüs durağından zor bela ayrılmış, ağladığı için gözlerinden akan yaşları sile sile ve gözlerini eze eze göz kapakları kıpkırmızı olmuş, kendinden geçmiş vaziyette cadde üzerinde yalnız başına yürürken, bir taraftan da hala ağlıyordu.

Tam bu sırada arkasından bir kamyonet kendisini geçmek istiyor fakat Muhittin tam yolun ortasında olduğu için yolu kapatmış bir türlü geçemiyordu. Uzun süre Muhittin önde, kamyonet arkada korna çalarak birlikte gittiler. Sokak dar olduğu için kamyonet geçemiyor, devamlı korna çalarak ondan yol istiyor fakat Muhittin dertli ve dalgın olduğu için onu hiç duymuyor, kamyonun farkında bile değil, ona yol vermiyordu..

Bir ara kamyonet Muhittin'in sağ tarafından giriş yaparak, sağ tekerlekler ile yaya kaldırıma çıkıp, Muhittin'e hafif çarparak onu geçti. Tam geçerken Muhittin ile aynı hizaya geldikleri zaman kamyonetin içinden elini uzatıp Muhittin'e de bir yumruk vurdu ve öyle geçti, gitti. 

Muhittin de bir irkildi, kendine geldi ve hızla kaldırıma atladıktan sonra sağa sola baktı. Önünde gaza basan kamyoneti görünce anladı ve arkasından bakarak kendi kendine;
"Olaaa o nerden geçti?"dedi.


20 Eylül 2011 Salı

HALA BİZE DÜŞMAN


1970 yılında kendi köyümde Rize Fındıklı Ihlamurlu da öğretmenlik yapıyordum. Öğrenci durumlarını değerlendirmek için bir Cuma günü veli toplantısı yaptım.

Mevsim kış ve her tarafta kar vardı. Şimdi harabe olan köyümüzün ilk okulunda girişe göre sol tarafındaki oda öğretmenler odası, diğer iki oda sınıf olarak kullanılırdı. Büyük oda da 1. 2. ve 3. sınıflar bir arada, diğer tarafta da 4 ve 5. sınıflar öğrenim görürlerdi.

Öğretmenler odasına girişte tam karşıda bir masa, arkasında bir sandalye bulunur ve burası Okul Müdürünün makam masası idi, genelde okul müdürü başkası kapmamışsa buraya otururdu. Tam sandalyenin üst tarafında  elde yapılmış kalın gürgen ağacı çerçeveli yaklaşık 110cm x 80cm ebadında Atatürk’ün camlı resmi asılı dururdu. Bu Atatürk resmini kim yaptırdığını bilmem, ta öğrenciliğimden beri aynı şekilde asılı olduğunu hatırlıyorum. Elde yapıldığı için çok ağır camlı bir çerçeve idi.

Velilerin bir çoğu gelmiş içerde ve dışarıda karlar üzerinde kalabalık bekliyorlardı. Bu sırada köyün imamını aradım. Kendisi Ardeşen li çok genç ve sevecen bir tipti. Her gittiği yerde kendini sevdirirdi. İsmi Mahmut.

Mahmut Hocayı bulamadım ve öğretmenler odasına toplantıyı başlatmak için girdim. Odaya girişim biraz ani ve hızlı oldu. Aradığım Mahmut Hoca müdür masasında oturuyormuş. Beni görür görmez hemen ayağa fırladı fakat bir de gürültü koptu.

Hanı o yukarıda tavana yakın yerde duran Atatürk’ün ağır çerçeveli bir resmi asılıyordu ya, işte o ağır Atatürk çerçevesi yerinden koptuğu gibi o anda tam altında bulunan bizim İmam Mahmut'un kafasına vurduktan sonra, yine dik olarak yerde duvara yaslandı durdu. İmamın kafasında kocaman yara olmuş kanlar akıyordu. İmam kafasındaki yarayı eliyle tuttu, biraz sonra eline baktı ki kan sürünmüş, kafasından kan akıyor, döndü Atatürk'ün resmine doğru biraz baktıktan sonra

"Vay utanmaz sağlığında hep bizimle uğraştın, öldün gittin, hala daha bizimle uğraşıyorsun. Utan, utan" dedi ve kahkaha atarak koştu dışarı çıktı gitti.

Hocanın kafasını orda ki imkanlarla ecza dolabından ilaçları kullanarak pansuman edip bantladık. Atatürk resminin camı bile kırılmamıştı. Çerçevenin kopan ipini yenileyerek aynı yerine astım.