SAYFALAR

16 Ekim 2011 Pazar

GELİN GELİN

Dış ülke elçiliklerde görev yapanlar bilir, Büyükelçiler Elçiliklerinde başka ülke elçileri ile tanışmak ve birbirleriyle kaynaşmak için resepsiyon dedikleri kokteyl gibi aparat içki filan içtikleri bir gün tertip ederler ve bütün Elçileri 15-20 günde bir davet eder birlikte olurlar. Biz korumalar ve oto şoförleri içeri girmez Elçilik bahçesinde müsait bir yerde bekler, kendi aralarımızda diğer ülke insanları arasında iletişim kurmağa çalışır o anları birlikte geçirirdik.

Bizim şoförümüz Ündal Polis Akademisinden kovulmuş, birkaç yıl önce İsveç’e kaçak işçi olarak gitmiş 40-45 yaşlarında bir Ankara lı bir arkadaştı. Daha önceleri de yabancı ülkelerde kaldığı için hem İngilizce hem de İsveççeyi kusursuz konuşup anlıyordu. Böyle yerlerde lisan çok önemlidir. Ben İsveççe yi hiç bilmem, sadece ‘Hur mor du’ yu bilirdim, ‘Nasılsın’ demekti. İngilizceyi çat pat anlar ve konuşurdum. Bütün ülke koruma ve şoförleri İngilizceyi bilirler. Bir çoğu İsveççeyi de bilirlerdi. İsveççe içinde dünyanın her dilinden bir kelime olan öyle çok kaba bir lisandı.

Bu resepsiyonlarda biz Türklerin yanına diğer ülkelerin koruma veya şoförlerinden pek az gelenler olurdu. Gelen olursa onlarla konuşur vakit geçirirdik. Zaten pek öyle sevdikleri için yanımıza gelmezler. Bir ihtiyaçları varsa, sigara isteyeceklerse yanımıza gelirlerdi. Hem zaten gelseler de Yunan koruma ve şoförleri bir lobi oluşturmuşlar o yanımıza gelenlere baskı uygular, onları aşağılarlardı. Sadece Kore'li şoför ve korumalar yanımıza her zaman gelirler, bizimle şakalaşırlar en azından bizi sevdiklerini belli ederlerdi. Pakistan, Japonlar, Afganlar da ara sıra gelirlerdi.

Büyükelçi Mehmet Baydur ve eşini Amerikan Ülkelerinden birinin verdiği  resepsiyon için o elçiliğe götürdük. Büyükelçi ve Hanımı içeri girdiler. Ben Ündal ve Afkanlı şoför ve koruma birlikte dururken, Koreli koruma ve şoför de yanımıza geldiler. Bizim tam ilerimizde de Yunan koruma ve şoförü Avrupa ülkeleri ile büyük bir gurup oluşturmuşlar gürültülü bir şekilde bir şeyler anlatıp gülüşüyorlardı. 

Bu sırada yanımızda ki Koreli 55-60 yaşlarında ki şoför bizden ayrılıp arabasına giderken, herkesin gözü önünde Yunanlı koruma önünü kesti ve Koreli ye İsveççe bir şeyler söyledi. O toplulukta Koreli şoför çok sinirlendi. Elleri ve ayakları ile hareketler yaparak bağıra bağıra onlara karşı hakaret varı bir şeyler söyledi. Arada sırada da elleri ile gart alıyordu. Ben ne dediğini anlamadım fakat bizimle ilgili olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü İsveç'çe bilmiyordum. Fakat çok heyecanlı anlattığından dolayı bayağı önemli şeyler olduğunu sanıyordum. Diğer koruma ve şoförler araya girdiler Koreliyi teskin ettiler ve ortalık sakinleşti fakat Koreli sakinleşene kadar 6-7 dakika kadar konferans verir gibi ağıra bağıra bir şeyler anlatmıştı. Arabasının yanına gittikten sonra yine bizim yanımıza geldi. Hala siniri geçmediğinden sigara filan verip kendisini teskin ettik.

Şoför arkadaş Ündal orada konuşulanları az sonra bana tercüme etti. O zaman anladım. Ündal İngilizce ve İsveç'çe yi çok iyi biliyordu. Zaten onlarda İsveççe konuşuyorlardı.

Koreli şoför orada ki kalabalığa ne anlatmış biliyor musunuz? Yunanlı koruma yanımızdaki Kore'lilere "Onlar Türk tür. Siz onlarla niçin konuşuyorsunuz? Onlar barbardır. Onlarla konuşmayın!" demiş. 
Kore'li şoför da onun için işte onlara karşı sinirli bir şekilde bağıra bağıra; "Evet bunlar Türk tür. Biz de bunlarla onun için konuşuyoruz. Sizler bunları tanımıyorsunuz. Yahut tanıyorsunuz da işinize gelmiyor. Bizler de tanımıyorduk, fakat Kore savaşında sizleri de, onları da herkesi çok iyi tanıdık. İyilikte oldukları gibi savaşta da herkesi kendilerine hayran bıraktılar. Kore deki savaşta bizzat şahit oldum. Ve bu milleti anladım. Onun için seviyorum Türk Milletini. Kalabalık bir düşman sürüsüne karşı savaşırken cephanemiz bitti. Bizler hepimiz kaçtık. Sizlerde kaçtınız. Canlarımızı kurtardık. Türkleri savaş meydanında kaderleriyle baş başa bırakıp onları uzaktan seyrettik. Türkler kaçmayıp süngü taktılar. Tüfekleri de kırıldı. Elleri ile gart aldılar ve düşman askerine 'gelin, gelin' diye bağırıyorlardı. Sizler ve bizler savaş meydanından kaçtıktan sonra uzaktan onların kahramanlıklarını seyrettik. Ondan sonra insanlığımdan utanıyorum ve işte onun için Türkleri seviyorum." demiş. 

Ondan sonra bazı ülke koruma ve şoförleri yanımıza gelir gider bizlerle konuşurlardı. Sağ ol Kore li, bende Koreli leri çok seviyorum.

BİZİM POLİSLER

1980 yılının yaz aylarından birindeydik. Adana Cinayet Masasında çalışıyordum ve haftada bir bir ticari taksi şöforu öldüren ve MURAT 124 arabaları gasp eden katil veya katiller yanı bilinmez bir çeteyi yakalamak için Nat Pinkerton lakaplı Şahin Ağan ve Emir Aybı arkadaşlarla birlikte çalışmalar yapıyor, bu nedenle sık sık Gaziantep, Urfa, Malatya, Maraş ve Diyarbakır gibi başka illere gider uzun süre buralarda bazen bağ evlerinde bazen de dışarıda tepelerde yatar kalırdık.

O zamanlar şimdiki gibi kamera, cep telefonu filan da yok, hatta sayılı miktarda el telsizleri var, onları da müdürler kullanırlar bir adamı tespit edip yakalamak için iğne ile kuyu kazardık. Hatta kuvvetli silahları bile müdürler, bizler Kırıkkale tabancaları kullanırdık. Ne ise alnımızın akıyla beş kişilik bu çeteyi tespit ettik ve bir tanesini Adana Sularda sinemanın birinde teşrifatçılık yaparken yakaladık.

Bu kişilerin tespiti için yine dış görevden Hatay’ın Samandağı, Yayladağı gibi İlçelerinden yeni dönmüş ve Kısma giriyorduk. Tam kapının önünde Asayiş ve Personel Şube Müdürlerine rastladık. Koltuklarının altında dosyalarla birlikte çıkıyorlardı. Yana çekilerek kendilerine selam verdik ve saygı gösterisinde bulunduk. Asayiş Müdürü Cemalettin Bey, Personel Müdürüne; “Asıl bizim Recep’i göndermemiz lazım Hasan Bey.” Dedi ve geçtiler. Ben Kısma girince Amirimiz Cihat Yalım’a “Daha yeni geldik Başkomiserim, bir öğrenir misin ki tekrar nereye gönderecekler?” dedim. Başkomiser gitti ve bir saat kadar sonra geri geldi. Gülüyor ve “Recep seni bu sefer Pekin’e gönderecekler miş.” Dedi.

Meğer Yurtdışına gidecek olan personelleri imtihan etmişler ve oradan geliyorlar mış. Bana hiçbir şey sormadan beni de imtihan olmuş gibi listenin en sonuna eklemişler. On gün sonra filan Ankara’ya çağırdılar. Çok sıkı bir imtihandan sonra Adana kadrosundan altı kişi imtihanları kazandık. Bir ay sonra Telsiz emriyle İsveç Stockholm Türkiye Büyük Elçiliğinde Elçi koruma görevine geçici olarak atandığım bildirildi.

Akşam eve geldiğim zaman Eşim “Bugün kahve falı baktırdım da kadın yemyeşil yerlere gideceksin eşyalarınız toplanmış.” Dedi. “İnanmadım fakat yine de çok hoşuma gitti.” Diyordu. “Hadi tüm hazırlıklarını yap. Kadın doğru demiş. Gidiyoruz.” Dedim. “Nereye?” dedi. “İşte o dediğin yere, dünyanın cenneti dediğin yere.” Dedim ve eşime anlattım.

O zamana kadar hiç haberi yoktu. Tabi kendisine şimdiye kadar söylemediğim için beni giderayak cezalandırdı fakat o çabuk geçti ve önce ben gittim, üç ay sonra da eşim iki küçük oğullarımızla birlikte Stockholm’e geldiler. Usulden dir, bu tür görevlerde kımızı pasaport kullanılır ve bu pasaportun çok büyük ayrıcalıkları vardır. Yanı kısacası Ajanlar faaliyetlerini iyi sürdürebilmeleri için uluslar arası antlaşmalara göre diplomatlar hep bu pasaportu kullanırlar.

En başta bu pasaportu kullananların dokunulmazlıkları vardır. Ben ne ajanlığı, sadece Büyükelçiyi koruyorum. Ajanlık bir bilgi beceri ve eğitim ister. Dikkat ederdim de bizim elçiliğin önünde ki açık oto parka Rus Ajan bir araba park eder kendi ABD elçiliğine girer, bu araba altı ay orada durur kaldırılmazdı. Ben de bu meziyetlerin hiç biri yok.  Fakat elin adamı anlar mı? Hele İsveçliler işlerini hiç şansa bırakmazlar. Bu nedenle de güya ben ajan isem o ülkede ki faaliyetlerimi izleyecekler fakat bunu nasıl yapsınlar? Peşime iki sivil polis takarak yapmağa çalıştılar. Her gittiğim yerde o iki polis ile karşılaştım. Bazen çeşitli vesilelerle benimle irtibat kurmak istediler. Ben kendilerini tanıdığımı, yanı istihbarat terimiyle kendilerini ‘yaktığımı’ hiç sezdirmedim. Sadece bu adamları eşime gösterdim ve “Bu adamlar polistirler, bizi takip ediyorlar, haberin olsun.” Dedim.

Aradan bir hafta geçti. Eşim ve çocuklarım ile park ta yürüyüş yaparken, dört yaşlarında olan büyük oğlum Murat ve iki yaşında ki kardeşi Sertaç ile atlayıp zıplayarak önümüzde giderlerken, beni takip eden o iki tane sivil İsveç polisini de ilerden bize doğru geliyorlardı. Birden ‘baba, baba’ diye bir ses duydum. Büyük oğlum on metre kadar ilerde durmuş beni çağırıyordu. Bende "geliyoruz, oğlum ne var?” diye ses verdim. O tekrar "Baba, baba, aha bizim polisler yine buradadırlar. Sana doğru geliyorlar." diye bağırdı ve yanlarından geçmekte olan O İsveç sivil polislerini parmağını uzatarak gösterdi. Nasıl tanımıştı bende çok şaşırdım. Sonra anladım ki ben annesine o polisleri tanıtırken o da dikkat etmiş ve tanımıştı. Ondan sonra o polisleri çevremde hiç görmedim. Daha nasıl takip ettiler hiç bilmiyorum.

Ben İsveç Stockholm den, İspanya Madrit'e giderken Stockholm Hava Alanında gülerek bir adam yanıma yaklaştı ve Türkçe olarak; "Hala çok merak ediyorum, senin o küçük çocukların, benim o gizli polis memurlarımı parkta nasıl tanıdı.? Lütfen söyler misin?" dedi. Ben de güldüm ve; “Siz beni boşuna takip etmişsiniz. Esas Ajan onlardır. Siz onları takip etmeniz gerekirdi.” Dedim.

13 Ekim 2011 Perşembe

LOĞİ, LOĞİ

Eskiden bizim Karadeniz de herkes büyük şehirlerin şivesi ile konuşmak ister, konuşmayanlar aşağılanır alay konusu yapılır veya biz öyle sanardık. Hatta köylü ile şehirli arasında bile ayırım olurdu. Herkes kendini şehirli gibi konuşmağa özendirir, büyük şehirlere gidip uzun süre kalıp gelenlerde örnek alınırdı. Böyle kişilere de"ne güzel TURÇA"konuşuyor denilirdi. Hatta laz ve hemşenli arasında dil konusunda ciddi iddialar olur, türküler bile atılırdı. Turça konuşacağım derken gülünç isimlerde ortaya çıkabilirdi. Rize İli Fındıklı İlçesi Orta Okulunda okurken; Laz arkadaşımla denizde yüzerken kulağımıza su kaçmıştı, birlikte doktora gittik. Doktorun kapısında sıramızı beklerken derdimizi nasil anlatacağımızı birkaç provadan sonra ikimizde iyice ezberledik. Hani turça konuşacaktık ya. İkimizi birlikte doktor muayene odasına çağırdı. Doktor bana "neyin var, şikayetin nedir?"diye sordu. Ben kapıda prova ederek ezberlediğimiz şeylerin hepsini unuttum, hay allah. "Doktor bey, doktor bey" deyip durdum birkaç defa. Doktorda "he oğlum söyle" ben yine doktor bey daha gerisi yok. Bir baktım arkadaşım İbrahim dayanamadı, beni kurtarmak için hemen iki adım ileri çıktı, önüme geçti ve söyledi. Sıkı durun çok turça konuşacak "Doktor bey, çocuk toparlıyamiyur, ikümüz da başumuzı salladuğumuz zaman kulağumuzun içinde bir şey loği, loği edeyi, sağırmı olacağuz? Kogiçkını"dedi. Onun söylediği ile de dışarda prova ederken ezberlediğimiz birbirine hiç benzemiyordu. Herkes tabi yerlere yattı. Ve uzun zaman o arkadaşım İbrahim'in adı loği loği kaldı.