SAYFALAR

9 Aralık 2018 Pazar

BASKIN

Şimdi haberlere bakıyorum da hep köşe bucak depo basıp kuru soğan arıyorlar. Aslında mal benim değil mi? Saklarım da, suç değil fakat suç olması için yakında hakkında kanun da çıkarırlar. Benim aslında anlatmak istediğim, sizlerin belki de ilgisini hiç çekmeyecek fakat benim için çok önemli olan başımdan geçen bir olay;
Ankara Emniyet Müdürlüğünde iken bir ihbar mektubu gelmişti. Adres verilerek Maltepe de bir bakkalın el altından kaçak olarak sigara satttığı ve kaçak sigaraları orada bakkalında sakladığı bildiriliyordu. Hakikaten de Marlboro, Kent, Camel gibi kıvır zıvır sigaralar çok yasaktı. Tombalacılar bile bu sigaralara gizlice köşe başlarında tombala çektirirlerdi. Hatta iskambil kağıtları da yasaktı yakalanırsa çok fazla cezası vardı.
Öğlen üzeri bahsekonu bakkala gittik. Bir kişi dükkan sahibi ile ilgilendi. Diğer memurlarım o küçük iş yerini altını üstüne getirdiler. Terekte duran sigaralardan başka sigara yok. Dükkan sahibi arada soruyor; "Ağabey ne arıyorsunuz? Hiç birimiz adama ne aradığımızı söylemiyoruz. Cevap bile vermiyorduk.

Hiç bir şey bulamadık. Sıra tutanak tutmağa geldi. Dükkanda tutanak tutup, belki evinde saklar düşüncesi ile dükkanı kapatıp, dükkancı ile birlikte evine gidip bir de orada arama yapacaktık. Öyle ya ciddi bir suç, doğmamış yetimlere bile bu adam kazık atıyordu.
İş Yeri Arama Tutanağı tanzim ederken, bakkalcının yanında ben söyleyip bir memur arkadaş yazıyordu. İşte "Bahse konu ihbar mektubunda adı geçen falana ait bakkal dükkanında söz konusu kaçak yabancı sigaralara aranmasına rağmen, sigara ve suç teşkil edecek hiç bir şeye rastlanmamış olup" derken dükkan sahibi "Hop, hop, bir dakika dur Ağabey, siz bana sormuyorsunuz ki söyleyim, kendiniz de bulamadınız. Sigaralar şurada kapının arkasında fakat kaçak değildirler. Bir aydan beri kanun çıktı, satışı yasaldır. Herkes satıyor" dedi. Haydaa bir araştırdık ki gerçekten doğruymuş Turgut Özal yasa çıkartmış ta bizim haberimiz yokmuş. Bilmem sizler de şaştınız mi?

Aslında tecrübenin sonu yoktur. Ondan sonra her gittiğim baskında mekan sahibine; "Dükkanında veya evinde ne var, ne yok? Suç teşkil eden eşyaların varsa getir veya bana göster. Yanında suça bulaşmış kişiler varsa onları da bana göster. Ben arayıp ta bulmayım." Diye ikaz erdim ve inanın çok daha iyi neticeler alırdım. 

 

 

23 Kasım 2018 Cuma

ÖĞRETMEN OLDUM

Rize Lisesini bitirdikten sonra 1967 yılında Rize’li İdris isminde liseden bir arkadaşımla birlikte Erzurum da tek odalı bir ev tuttuk ve Atatürk Üniversitesine kayıt olduk. Kış geldi çattı, evde soba yok, odun yok, kömür yok, tezek yok, elde avuçta para da yok. Hep yorganın altında bu kış çıkmayacak. Doğrusunu isterseniz aslında doğru dürüst bir yorgan da yok.

O zamanlar bizim gibilerin çalışmaları da adet değildi. Yoksa adetti de biz mi bilmiyorduk onu da bilmiyorum. Gündüz soğuk, akşam soğuk, gece durulmuyor çok soğuk, sabah soğuk, bir tarafımız donmuş olarak kalkıyoruz.

Biraz canlanayım diye memlekete yanı Fındıklı’ya geldim. Daha geri gitmek istemedi canım. Kısa yoldan ne yapayım diye düşündüm. Rize de Turist otelin karşısında tepede Rize Erkek İlköğretmen Okulu vardı. Bu okul hem yatılı hem de gündüzlü eğitim veriyordu. Arkadaşlarım oradan mezun olmuşlar, bir kaç yıldır öğretmenlik yapıyorlardı. 

Bir sabah erkenden Rize'ye gittim, Müdür Yardımcısının kapısını çalarak içeri girdim. Kimse yoktu. Ben zaten çekinerek girmiştim ve beklemeyip o işten de vaz geçecektim. Çünkü ümitsizdim. 

Tam dışarı çıktım ki kısa boylu, dolgun yapılı sevecan tipli bir adam rast geldi ve galiba beni yabancı görünce; “Ne var? Ne arıyorsun?” diye sordu. Müdür Yardımcısını sordum. Kendisi olduğunu söyledi. Birlikte içeri odasına girdik. Masada sandalyesine oturdu, beni de misafir yerine oturtmak istedi. Ben önüm ilikli ayakta beklemeğe devam ettim ve kendisine lise muzunu olduğumu, ilk okul öğretmeni olmak istediğimi, bunun bir yolu olup olmadığını sordum. 

Masasının çekmecesinden bir dosya kağıtı çıkardı, masasına koydu ve kendisi söyledi ben yazdım. Çok kısa; Rize Lisesi mezunuyum. İlk okul öğretmeni olmak istiyorum. Gereğinin yapılmasını arz ederim. İsim, tarih, imza. Dilekçemi aldı paraf filan etti ve sumenin altına koydu. Galiba dilekçeyi kayıt filan daha sonra kendisi yaptırdı. Eğitimle ilgili birkaç kitap ismi yazdı. Bunların çoğunu bulamazsın fakat arkadaşlarından sor temin et, güz dönemi imtihan zamanlarında gel imtihanlara gir, kazanırsan öğretmen olursun.” Dedi ve kendi çekmecesinde bulunan üç-dört kitaba ait ders notlarını da bana verdi. Allah razı olsun eğer “Senden öğretmen olmaz.” Deyip te kovsaydı kesinlikle daha devlet dairelerine bir daha uğramazdım.

Sorumlu olduğum ders kitaplarından çoğunu öğretmen arkadaşlardan temin ettim. Bir ikisini bulamadım fakat onların sorularına da mantıki cevaplar vererek o güz yanı, 1968 yılında bir ay içinde bütün ders imtihanlarını kazanarak okulu bitirdim. Rize Merkez Atatürk İlkokulunda Uygulama yaptım ve öğretmen oldum. En son uygulamam 1. Sınıflara idi. Milli Eğitim Müdürü de bu uygulamaya dinleyici olarak katıldı. 

O yıl eğitim sistemi değişmiş, 'tümden gelim.' dedikleri Cümleden gelerek, kelime, hece ve harf öğretme sistemi başlamıştı. Öğretmen harfleri önce ismi ile değil de çevrede bir nesneye benzeterek çocuklara kavratıyordu. Ben de 'Y' harfini sapan kayaya benzeterek çocuklara anlattım. Dersin esas öğretmeni ve Milli Eğitim Müdürü çok memnun kalıp beni defalarca tebrik etmişlerdi. Bazı uygulamalarım o minik yavruların dikkatini çekmiş, ben öğrencileri kontrol ederken 'Y' harfini yapamayanlarla ilgilenip yaptırırken, çocuklardan biri ben öğrenciye yardım ettiğimi görünce, yerinden bir kaç defa sormasına rağmen ben cevap vermeyince, kalkmış, yanıma gelmiş ve ceketimin ucundan tutup çekerek, "Öğretmenim, sen bizum ha bu Yusuf'un nesisun?" diye soruyordu. Tabii ki çocuğun bu hareketine Milli Eğitim Müdürü ve yanındakiler katıla katıla gülmüşlerdi.

Rize Erkek Öğretmen Okulu Müdür Yardımcısı Ahmet Bey bu iyi insan; “Diploman Valilikten geç gelir. Sen bu yazı ile git ve hemen göreve başla.” Diyerek, kendi imzasıyla ‘Okulumuzdan, girdiği imtihanda bütün dersleri başarıyla vererek İYİ derece ile mezun olmuş ve öğretmen olmağa hak kazanmıştır’ diye bir yazı verdi. Çünkü Eylül geçmiş okullar başlamıştı. 

Ben Rize İlköğretim Öğretmen Okulundan Rize Valiliğine yanı Milli Eğitim Müdürlüğüne nasıl gittim bilemiyorum. Merdivenleri üçer beşer çıkarak Milli Eğitim Müdür Yardımcısına gittim. Müdür Yardımcısı Ekrem Bey elimden yazıyı aldı evirdi çevirdi. “Nerde askerlik belgen?” dedi. Haydaa . “Askerliği yapmamışım ki, tecilliyim filan.” Dedim. “Olmaz git askerlik şubesinden sakınca olmadığına dair bir yazı al gel.” Dedi. O zamanlar öyle sabıka kaydı filan istemiyorlardı. “Efendim, ta Fındıklı’ya gitmem gerekir. Başlatın sonra askerlik tecil belgesini getiririm.” Dediysem de yok, anlatamadım. İlle askerlik belgesi dedi. Canım askerlik belgesi de ne ki, Fındıklı’ya gitmek gerekir yoksa askerlik şubesinden bir dakika da alacağım. Bu kadar imtihanları hiç zorlanmadan verdik, sınıfı geçtik te yanı bir belge herhalde zor bir iş değil diye düşündüm.

Günlerden Cuma olduğundan yetişebilmek hemen dolmuşa bindim ve Fındıklı’ya geldim. Şimdi ki Sağlık Müdürlüğünün yanında bir yerde olan askerlik şubesine girdim. Orada ki askere derdimi anlattım. Asker kimliğimi aldı, geniş, uzun ve kalın bir defter getirip bankın üzerine koydu. Kütük Defteri imiş. Sayfalarını açtı, parmaklarını gezdirerek ismimi buldu. Bana bir şey demeden önünde ki defteri, orta yerde oturan Yüzbaşı’ya götürdü. Yüzbaşı orasının komutanıymış. O da defteri biraz inceledikten sonra kalktı yerinden yanıma geldi ve ”Sen liseyi bitirmişsin. Üniversite de tecil istememiş. Tecilin olmamış, asker kaçağı görünüyorsun. Ben nezarete atıp askere göndermem gerekir fakat öyle yapmayım, nezarette kalma da, sen şimdi git, Pazartesi gel askere yollayalım. Asker dönüşü öğretmenlik yaparsın.” Dedi. 

Bir daha haydaaa. Ben asker kaçağıymışım. Biz ne için uğraşıyoruz, adam bize ne diyor? Kimliğimi istedim vermediler. Artık yapacak bir şey kalmadı. Köye çıkmak için arabalara doğru giderken Halamın oğlu İlkokul Müfettişi İsmet Ağabeyi gördüm. Okul hayatımdan filan bir şeyler sorunca, o çünkü beni Erzurum Üniversitesinde okuyor biliyor, öğretmen okulunu bitirdiğimi bilmiyordu. Kendisine durumu anlattım. Mesailer de tam bitmeğe yakındı. “Yüzbaşı benim arkadaşım. Sen burada beni bekle hele.” Dedi ve koşarak Askerlik Şubesine gitti. Ben de karşıda durdum izliyordum.

On dakika kadar sonra elinde bir kağıt ile Askerlik Şubesinden çıktı. Ben karşıdan elinde kağıdı görünce çok sevindim. Yanıma gelince anladım ki bu ben istediğim kağıt değil örnek bir kağıtmış. Alel acele Kaymakamlığa gittik. Orada bir daktilo da o yazının aynısını yazdı. Kendi müfettişlik mührü ile mühürledi ve uyduruk bir imza attı. Güya okuldan Askerlik Şubesine yazı yazılmıştı. Ben çok korktum. Kendimden değil de İsmet Ağabeyden korktum. Bütün meslek hayatı yanardı. "Ağabey anlaşılırsa bizi hapse atarlar." dedim. Çünkü bir nevi sahtekarlık yapıyorduk. "Yok sen korkma, yüzbaşı böyle istedi." dedi. Bu arada da mesai bitmiş daireler kapanıyordu. Ben yine karşıda bekledim. İsmet Ağabey o yazıyı Askerlik Şubesine götürdü. Yüzbaşı gitmemiş onu bekliyordu. Yarım saat kadar sonra İsmet Ağabey Şubeden elinde bir yarım kağıt ve benim kimliğimi sallayarak çıktı geldi. Kağıt ta ‘benim kimliğim ve iki yıl askerlik tecili yapılmıştır.’ Diye yazıyordu.

İki gün sonra Pazartesi günü erkenden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim. Bu sefer iş tamam fakat bazı belgeleri doldurmamı istediler. Yine acaba ne engel çıkacak diye korka korka belgeleri doldurdum. Artık başka bir aksilik çıkmadı. “Özel İdareden maaşını al, sonra da Güneysu Adacami Köyüne git göreve başla.” Dedi, Rize Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Bey. 1968 yılının Eylül veya Ekim ayları, ilk maaşım 449 lira 35 kuruş. Onun 249,50 lirasını bana verdiler. 200 lirasını Emekli Sandığına kestiler. Bir defaya mahsus herkesten kesilirmiş. Ve Rize Güneysu Adacami Köyünde ilk okul öğretmeni olarak ilk göreve başladım. 



21 Kasım 2018 Çarşamba

DENİZDE BALIKLAR

1968 yılında Rize Güneysu Adacami Köyüne İlk okul öğretmeni olarak ilk tayinle gittiğim zaman, Okul Müdürü Naci Bey vardı. O büyük tecrübelerinden az zaman da çok şeyler aktarmıştı bana. Ama arkadaşlığımız çok uzun sürmedi, o yıl sonunda ayrıldık. 

Ertesi yıl Nacı Bey kendi memleketi Hopa da bir köye tayin oldu gitti. Ben 120 öğrenci ile tek başıma eğitim ve öğretim yaptım. Bekardım ve orada çay alım evinin üstünde köy evinde kalıyordum.

Köylü de beni hakikaten çok severlerdi veya bana öyle geliyordu, asker dönüşü istek bile yapmışlardı ve arada türkü filan da atarlardı,
·         “Beyu kızlağaç beyu, cöğe mi değeceksun?
·         Evlen Recep Öğretmen, beçar mı duracaksun?” diye.

Köylü, okulun temizlik işleri için para vererek tuttukları Mustafa Mercan isimli genci de bazı zamanlar 4. ve 5. Sınıflara sokar ders anlattırırdım.

Okula gittiğim ilk zamanlar odun filan muhafaza edilen ve depo olarak ta kullanılan okulun zemin katına girdiğim zaman bir bir üzerlerine yığılmış çok miktarda çimento torbalarına benzer içi dolu torbalar olduğunu görünce, bunların ne olduklarını Naci Bey’e sordum. “Amerika’nın yolladığı süt tozları olduğunu, ta okul ilk yapıldığından beri ‘YOĞALTILDI’ yanı çocuklara içirildi gösterilip kayıtlardan düşüldükten sonra buralara koyup saklandığını ve saklı tutulması gerektiğini söyledi. Hakikaten inceledim ki haklarında hiçbir kayıt yok. Hemde ‘çocuklara içirildi’ diye düşümü yapılmış, çocuklara içirilmemiş ve süt tozları ilelebet saklanıyor. Hala daha yeniden süt tozları geliyor ve çocuklara içirilmesine devam ediliyordu.

Çocuklar okula gelirken bardak filan getirir ikinci 45 dakikalık derste ‘BESLENME EĞİTİMİ’ adı altında Amerika’nın bedava yolladığı bu süt tozları süt yapılır, kaynatılır ve çocuklara içirilirdi. Hatta daha önceleri peynir, kuru üzüm ve un da gelir, bunlardan üzümlü ekmekler yapılıp öğrenci çocuklara tükettirilirdi. Türk Milli Eğitimi de bu işin üstüne çok düşer, müfettişler tarafından ilk önce bu faaliyetler incelenirdi. Halbuki benim duyduğum 'Bedava peynir fare kapanında olur.' Amerika bütün bunları niçin bedava yapardı bilmem fakat Türkiye’nin bütün ilk okullarına bu kadar malzemeyi babasının hayrına gönderdiğini sanmıyorum.

Biz de ilk zamanlar ‘şikayet olur’ diye aynen yönetmeliğe uyup süt tozlarından süt yapıp çocuklara bir zaman içirdik fakat ertesi yıl ben yalnız kalınca, o çok önce ki arkadaşlar yaptığı gibi defterde ki çizelgeye işleyerek, çocuklara içirildi diye gösterdim ve elde kalan süt tozlarını zemin katta ki öbür yığınların üzerlerine koydurdum. Depomuz o kadar doldu ki artık yer olmamağa başladı. Ben zaten bu süt tozlarının Türk çocuklarına faydalı olacağına inanmıyordum. İlerde etkisini gösterecek gizli zehir karışık olduğunu bile düşünüyordum. Onun için de pek çocuklara içirmek istemiyordum fakat bir şikayet olup ta, içirmediğimi tespit etseler maazallah insanı hapise bile atarlardı. Bu işin üzerine çok duruyorlardı. Ondan korkuyordum.

O yıl çocuklara hiç ABD sütü içirmedim. Bir gece vakti okulun temizlik işlerini yapan Mustafa’yı çağırdım ve okulda ki depo da bulunan o süt tozu torbalarını eşeğe yükleyip bir kaç seferde Güneysu deresine taşıdık. Dere kıyısında torbaları bıçakla keserek süt tozlarını suya döktük, Güneysu deresi ile birlikte denize doğru aktı gitti süt tozları. Bu işi köprü üzerinden yapsaydım daha hayırlı olacaktı fakat düşünemedim, ben derenin kıyısından suya döktüm. 

Üç beş gün sonra bir gece Mustafa evime yanıma geldi ve heyecanlı bir şekilde anlatmağa başladı; “Hocam, biz dereye döktüğümüz süt tozlarından kenarlarda kalanları köylüler topluyorlar ve hayvan yavrularına içiriyorlar.” Dedi. Hemen dereye döktüğümüz yere gittik. Hakikaten gece göremediğimiz için süt tozları kıyı kenarlarına da dökülmüş ve orada taşların üstlerine yapışmış hala daha duruyorlardı. Hay Allah, hemen sorarlarsa ne söyleyeceğini Mustafa’ya sıkı sıkıya tembihledim.

Çok büyük bir sıkıntı oldu bende. “Köylüler toplayıp hayvanlara içiriyorlar mış.” Diye duydum fakat insanlarda içerler ve olumsuz sonuçlar olabilirdi. Çünkü velilerden gelip okuldan süt tozu isteyenler çok oluyordu. Hemen okulda bütün çocukları topladım ve dere kenarında ki süt tozlarının vaktı geçtiği için döküldüğünü, zehirli olabileceğini, kesinlikle kimsenin hayvanlarına dahi içirmemelerini anlattım.

O haftanın son Cuma günüydü. Cuma namazı için camiye gitmiştik. Beşinci sınıf öğrencisi Ahmet Mercan bir iki arkadaşı ile tek nefes koşarak camiye geldiler; “Öğretmenim, dört beş kişi geldiler seni acele çağırıyorlar.” Dedi. “Beklesinler, veya kendileri buraya gelsinler. Ben Cuma dan sonra gelirim.” Dedim. Tam içeri girecektim ki çocuklar koşarak tekrar geldiler; “Öğretmenim, gitin söyleyin, kafamızı bozmasın ha. Öğretmeniniz çabuk buraya gelsin diyorlar.” Dedi. Anladım. İş değişik, hemen döktüğüm süt tozları aklıma geldi.

Okul zaten camiye üç dört dakikalık mesafedeydi. Okula gittim, beş kişi var, gelmişler ama hiç birini tanımıyordum. Kendi ellerimle yaptığım mevsimler şeridi ve Osmanlı Sülalesi köşesini inceliyorlardı. Selam verdim. Selamıma bile pek sevinmediler, öyle isteksiz aldılar. Birisi “Ben Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Bey.” Dedi. Birisi beslenmeden sorumlu Müdür, birisi Amerikan temsilcisi, biri Müfettiş Ömer Lütfi Bey, birisi bilmem kim.

“Hoş gelmişsiniz efendim.”  Dedim. Odama geçtik. “Savunmanı almağa geldik.” Dediler. Ben daha savunma nedir? Bilmiyorum. “Buyurun alın efendim.” Dedim. Süt tozu yoğaltma defterlerini istediler. Hemen Mustafa getirdi. Baktılar, incelediler. Sözlü olarak sormağa başladılar. “Sen süt tozlarını ne yapıyorsun?”  “Hepsini çocuklara içiriyorum.” dedim. Hepsi öyle manalı bir şekilde yüzüme baktılar ve bir de birbirlerine bakıp gülüştükten sonra dosyanın arasından bir resim çıkardılar. Güneysu deresinin Adacami Köyü’nden geçtiği yer. Akan suyun kıyısında döktüğüm süt tozlarından kalanlar gözüküyordu. “Bu resim nedir? Sen süt tozlarını dereye dökmüşsun ve bir de kötü propaganda yapmışsın. 'Süt tozları zehirlidir. İçmeyin.' demişsin. Hakkında ihbar var. Dilekçe vermişler.” Dediler. 

“Efendim defterlerde incelediniz. Ben bütün süt tozlarını gereği gibi yoğaltıyorum. Dereye dökülen süt tozlarına gelince; evet doğrudur, ben döktüm fakat okul açılalı beri biriktirilen, yıllar önce ki süt tozlarıdır. Kıyıda kalanların toplandığını duyunca toplamasınlar, diye dökülen süt tozları zehirli olabilir diye öğrencilere söyledim.”  Diye olayın aslını doğru olarak anlattım. Anlaşılan biri üşenmemiş fotoğraflar bile çekerek beni şikayet etmişti. “ Yok. Sen Amerikayı kötülemişsen. Sana işlem yapacağız. Ucunda hapislik bile var.” Dediler.
“Valla ben hayatımda hiç kimseye kötülük düşünmem, yapacağınız işleme de engel olamam. Eğer karnınız aç ise dün bir çorba yapmıştım, hepimize yeter buyurun gidip odamda içelim.” Dedim. “Sen bekar yaşıyorsun, köylülere yemek getirtmiyor musun?” dediler. Ben buradan gidince kimseyi arkamdan konuşturtmak istemiyorum. Onun için hiç kimseden bir şey kabul etmiyorum.” Dedim. 

Tam o sırada Rize de Ses sineması sahibi Celal Ağa kimden haber aldıysa elinde baston ve yanın da birkaç gençle birlikte gelerek, bu adamların karşısına dikilip tehdit ettiler. “Senelerden beri okulumuza doğru bir öğretmen gelmiş, onu kimseye ezdirmeyiz. Defolup gidin beyler.” Dediler. Celal Ağa ve adamlarını zor ikna ettim, yatıştırdım ve evlerine yollamak istedim fakat evlerine gitmediler, onlar gidene kadar orada oturup beklediler. 

Milli eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Yangın okulda biraz daha incelemeler yaptıktan sonra; “Köylüler seni çok sevmekte haklıymışlar. Sana ceza vermeğe geldik fakat aslında sen takdirlik bir öğretmensin. Bir daha yaptığın işi böyle yüzüne gözüne bulaştırma.” Dedi ve yazıp, çizip çekip gittiler. O öyle kaynadı gitti, ceza filan vermediler. Zaten ben askere gittim. Sonra da öğretmenlikten ayrıldım. Ceza almadım fakat bana büyük bir ders oldu. 

Rize küçük bir yer olduğu için bu olay Rize nin her tarafında ve bütün okullarında duyulmuş, toplantılarda filan ‘o dereye dökülen süt tozlarından denizde bütün balıklar ölmüş’ diye öğretmen arkadaşlar espriler yapıyorlardı. Hatta bir gün arkadaşımla birlikte dolmuşla Rize'den Fındıklı ya giderken tanımadığımız adamlar dolmuşun içinde konuşuyor; “Geri zekalı bir öğretmen Güneysu deresine Amerikan süt tozlarını dökmüş te, süt tozları zehirliymiş, deniz de ki balıkların bir çoğu ölmüşler. Bir çoğu da aptallaşmış, yemsiz oltaya takılıyorlarmış. Bu sene hamsi de yiyemeyiz.” Diyorlardı ve gülüşüyorlardı.

İki sene sonra asker öğretmen olarak tayınım Fındıklı ya çıktı ve orada görev yaptığım sırada, saygı değer öğretmen arkadaş Osman Köröğlu, O çok komik ve espriler yapan, fıkralar anlatan bir arkadaştı. Bu olayı duymuş ve bir toplantıda söz hakkı alıp ayağa kalkarak Müfettiş İsmet Bey ve Kaymakam Kadri Bey'e; “Efendim önerge veriyorum. Amerikan süt tozlarını dereye döküp te denize gitmesini sağlıyarak, denizde ki balıkların zehirlenmesine, sağ kalanlarında aptal olmalarına sebep olan, öğretmen arkadaş Recep Ali Bey şu anda aramızda bulunup, hala daha öğretmenlik görevine devam etmektedir. Hakkında ne gibi bir cezai işlem uygulandı? Öğrenmek istiyorum.” Demişti ve bir an da gülmekten ortalık yıkılmıştı.

Düşünüyorum da; 'Amerikan süt tozlarından etkilenip, deniz de yemsiz oltaya takılan veya kendiliğinden karaya sıçrayan balıklar' gibi sözler o zaman espri ile söylenmişti fakat acaba doğru muydu? Şimdi o balıklar gibi, kafası çalışmayıp, körü körüne kandırılan insanlar var. Uyanık gibi durup ta uyuyanlar. Görür gibi yapıpta görmeyenler. Kuyruk gibi birinin peşine takılıp ta gidenler. Acaba o zaman ki, o Amerikan süt tozu sütünü içen çocuklar midirler? ABD o zaman bize neden bedava süt tozu yolluyordu? Herkese SAYGILAR, SEVGİLER ve SELAMLAR. Ayrıca o günlere de selamlar.