SAYFALAR

11 Mart 2020 Çarşamba

ULU İNSAN

İnsanların hayatlarında iz bırakan, bazı insanlar ve olaylar vardır. Onlar hiç unutulmazlar. Hatta karşı taraf bilmeyebilir fakat sonra yoklukları insana büyük üzüntü verir ve ilerki yıllarda o insanları arattırır.

1976 yılı Adana Cinayet Masasında görev yapıyorum. Adana Emniyet Müdürü Sayın Alpaslan Bilginer. Kendisi ile hiç yüz yüze geldiğimiz yok. Belki de Adana Emniyet Müdürlüğünde benim gibi bir memur olduğundan haberi bile yok. Ama biz kendisinin mahiyetinde çalışıyoruz ve tanırız. Telsiz konuşmalarından da biliriz ve kendisini genelde törenlerde veya resmi günlerde uzaktan ancak görürüz.

Ekip olarak dışarıda iken Kısım Amirimiz tarafından telsizle anons edildi. Adliye binasına intikal edip, oradan kendisine telefon açmamız isteniyordu. Adliyeye intikal ettikten sonra Polis Arkadaşım Şerefsiz Nuray Kısım Amirimiz Cihat Bey'e telefon açtı. Nuray arkadaşım paraya ‘Şeref’ derdi. Parası olanlara şerefli, olmayanlara da şerefsiz. Onun için lakabı ‘Şerefsiz Nuray’ kalmıştı. Aşiretlerin bir görülen davası varmış ve çıkacak olaylara karşı oralarda bulunmamızı istemişti Başkomiser Cihat Bey.

Adliye koridorları da ana baba günüydü. Sadık Hayranı, Şerefsiz Nuray ve Ben de olaylara karşı o kalabalığın içinde dolaşmağa başladık. Öğlen üzeri saatleriydi. Tam karşımızdan gelen üç kişi dikkatimi çekti. Ortada ki şahsın belinin sol tarafında, etinin üzerine sokulmuş tabanca gömleğin altında belli oluyordu. Gayet kibar bir şekilde “Polis. Kimliğinizi göreyim” Dedim. Yeni gelmiş tanımadığım Savcı olabilirdi. Adam "Avukatım." dedi. "Avukatsanız belinizdeki silahın ruhsatını verin." dedim ve ani bir hareketle belinden silahı çektim, aldım. On dörtlü tabanca. İsminin Ahmet A...y olduğunu yalvarır bir dille ifade etti. Ne olur beni yakalama memur bey." dedi. 

Bir zaman önce ünlü kabadayı Süleyman Sırrı Prodan Belediye Başkanı Ege Bagatur ile kendisini ağır yaralamış ve firar etmiş, biz sanığı hala daha yakalayamamıştık. Olayı hatırladım ve kendisini de o zaman tanıyabildim. Yaralandığı zaman ifadesini filan ben almıştım. O zaman bir defa yaralı vaziyette gördüğüm için kendisini tanıyamamıştım. Doktorlara beni kurtarın diye yalvarıp duruyordu. Avukat Ahmet A...y olduğunu anlayınca, “Özür dilerim ağabey, sizi öldürmek isteyen o caniyi yakalayamadık.” Dedim ve üzerinde yakaladığım on dörtlü tabancasını geri beline soktum. Elleri ile bana asker selamı vere vere güya memnuniyetini bildirerek geri geri o yanında ki adamlarla birlikte çekti gitti. Yanında olanlar müvekkilleriymiş.

Aradan bir saat kadar geçti. Bir Zabıta Amiri ile tanımadığım resmi bir polis memuru kavga ediyorlardı. Onları yatıştırmak için uğraşırken, omuzumdan birisi beni tuttu ve geriye doğru çekti. Hemen geri döndüm. Birden tanıyamadım, dikkat edince sonradan tanıdım. Az önce tabancasını yakalayıp ta af edip geri verdiğim Avukat Ahmet A...y dı. “Hayrola ağabey, bir şey mi oldu?” diye kendisine sordum. “Ne ağabeyi lan? Bizim her tarafta kolumuz var. Seni bir dakikada yok ederim. Şerefsiz herif.” Dedi. Haydaa. Ben yine “Sen beni birisiyle karıştırdın galiba. Ben az evvel konuştuğumuz Cinayet Masasından Polis Memuruyum, ağabey.” Dedim. “Hala daha ağabey” diyor. “Sen şerefsizin birisin lan. Yaka ve sicil numaranı ver bakayım.” Dedi. O arada yanında ki adamlarından bir tanesi aramıza girmiş ve yapmayın etmeyin.” Diyordu. Arkasında da iki adamı hazır bekliyorlardı.

Benim polis arkadaşlarım uzaktaydılar. Anladım bunun başka hesapları vardı ama bu kadar hakaret etmesine dayanamazdım. Sol eliyle de göğsümden tutmuş bırakmıyor, defalarca yaka ve sicil numaramı istiyordu. Kalabalıkta bana bıçak vuracaklarından çekindim. Koridorda duvara doğru giderek, arkamı duvara verdim ve kendilerini de duvara çektim. Daha doğrusu onlarda yakamdan tutmuş peşimden geldiler. O arada yüzüme doğru suratlı bir şekilde yumruklar atıyordu. Daha dayanamadım. İsmim şu, yaka ve sicil numaramda şu diyerek, istediği bilgileri kendisine verdikten sonra sağ ayağımla suratına doğru bir tekme salladım. Adamlarının kucağına düştü. Sol kaşı açılmış kan akıyordu. Onu bağıra bağıra adamları aldı oradan götürdüler.

Herkes toplanmış tiyatro gibi bizi seyrediyorlardı. Anlaşılan Avukat belinde ki tabancasını saklamış ve gelmiş beni tahrik ederek siyasi yönden bazı emellerine kavuşacaktı. Kavuştu da. Ben sabredip, tahriklerine kapılmamam gerekirken, tam istediği gibi hareket etmiştim. Yalnız darp esnasında el değil de ayak kullandığımdan hiç kimse ben vurduğumu görememişti. Hatta o arada koşarak yanımıza gelen polis arkadaşlarımda görmemişlerdi.

Bir saat kadar sonra, yanı öğle vakti geçiyordu. Başka yerde görevli olan üç polis arkadaşlarımız geldiler, görevi bizden devraldılar. Bize de çok büyük suç işlediğimizi ve Müdüriyete çağırdıklarını söylediler. Çoktan Müdüriyette herkes duymuş, kılıçlar çekilmiş, ben infaz edilecekmişim meğer. 

Kısım Amirimiz Cihat Bey rengi bezi solmuş, Müdüriyet kapısında bizi bekliyordu ve “Ben seni nasıl savunayım? Adama niçin vurdun Recep?” diye bağırıyordu. Çok haklıydı. Sabırlı olacaktım. Polislik sabır demekti. Ama ben sabretmemiştim. Olsa bana küfür etse, dövse, ama ben vurmasam ne iyi olacaktı. Şimdi ki gibi acınır duruma düşmeyecektim. Herkes bana bağırıp çağırıyor, hiç kimse benim bir kelime konuşmama müsaade etmiyorlardı. Onun bana yaptıklarını hiç kimse anlatmıyor, hep benim vurduğumu, bire üç ekleyerek anlatıyorlardı. Ben suçluydum. “Sen ne yaptın?” diyorlardı. Ben artık ne kimseden bir medet umuyor, nede konuştuklarını duyuyordum. Kendime göre haklıydım ve korkmuyordum. Sadece acaba cezaevinde yatak veriyorlar mı, yoksa ben mi götüreceğim? Onu düşünüp hesap yapıyordum.

Kısım Amirimizle birlikte Baş Müdür Alpaslan Bilginer'in Makamına girmek için Özel Kalem Amirliğine çıktık. O zaman 'Özel Kalem' Amirlikti. Bir Emniyet Amiri emrinde yeteri kadar görevli çalışıyordu. Sonra Müdürlük oldu. Emniyet Amiri içeri haber verdi. Baş Müdür sadece beni içeri makamına kabul etti. İçerde ne olacağını bilmediğimden öyle çekinerek içeri girdim. Hayret Baş Müdür makamında oturmuyordu. Makamının önünde ki iki sandalyeden biri boş, diğerinde Belediye Başkanı Selahattin Çolak oturuyordu. Selahattin Çolak Emniyet Müdürüyken istifa etmiş, Adana Belediye Başkanlığı yapıyordu. Siyasi Şube Müdürlüğüne bakan Emniyet Amiri Mehmet Canseven, İstihbarat Şube Müdürlüğüne bakan Emniyet Amiri Kamil Tecirlioğlu, Asayiş Şube Müdürü Cemalettin Ertem ve Personel Şube Müdürü Hasan Özcan ayakta duruyorlardı. Belli ki Emniyetin bütün kurmayları bu olay nedeniyle olağan üstü toplanmışlardı. 

Ben Baş Müdürün odasına ikinci defa giriyordum. Baş Müdür hızlı bir şekilde arka tarafımda bir yerden çıktı geldi. Doğru yanıma geldi. Tam önümde durdu. Bağırarak kendimi tanıttım. Bir iki dakika hiç konuşmadı. Beni inceledi. Salonda bulunanlar Müdürler ve Selahattin Çolak da ayağa kalkmış hepsi pür dikkat bize bakıyorlardı.

Acaba beni dövecek miydi? Dövmek hiç görülmemişti ama beklentime göre her şey olabilirdi. Personel Şube Müdürü niçin oradaydı? Silahımı kimliğimi alırlar beni de şimdilik açığa alıp mahkemeye çıkarabilirlerdi. Her şey olabilirdi. Baş Müdür bana bağırdı “Kaç yıllık Polissin? Olayı anlat! Nasıl oldu?” dedi. O, 1,90 a yakın boyuyla önümde durmuş, bana yukarıdan aşağı bakıyordu. Aşağıdan yukarı gözlerine doğru öyle kaçamak bir baktım. Hiç te öyle dedikleri gibi kötü bir adama benzemiyordu.

Hemen bir çırpıda olay nasıl olmuşsa doğrusunu anlattım. Orada olanların hepsi de hiç ses çıkarmadan dinlediler. Baş Müdür bir daha sordu “Belinde ki gerçek silah mıydı?” “Sayın Müdürüm, ifademi alıyorsanız, silaha benziyordu. Gerçeği öğrenmek istiyorsanız on dörtlü tabancaydı. Belinden aldım, sonra avukat olduğu için geri iade ettim.” Dedim. Orada bulunanlara sordu “Avukat Ahmet nasıl bir adamdır?” dedi. Bir tanesi cevap verdi, "Sayın Müdürüm Avukat pek makbul bir adam değil. Sonra raporla ben size arz etsem olmaz mı?” Dedi.

Baş Müdür bana döndü, bir eliyle sırtıma vurdu ve; “Aferin Evladım. Seni tebrik ederim. Sen insan gibi davranmışsın ama, O ve onun gibiler insanlıktan anlamazlar. Onu orada kucakladığım gibi tabancasıyla birlikte suçüstü savcısının odasına atacaktın. Sen insanlık yapmışsın. Şimdi suçlu duruma düştün. Hadi görevinin başına. Ben burada olduğum müddetçe kimseden çekinme, korkma. Görevinin devamını dilerim. Gidebilirsin.” Dedi.

Müdür Bey beni kandırıyor muydu? Yoksa hayal filan mı görüyordum? Orada olanlar fark ettiler mi bilmem fakat bir taraftan belli etmiyor, bir taraftan da yüksek sesle ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerimden bir kaç damla yaş yanaklarımın üzerinden kayarak yere döküldüğünü fark ettim.

Bir iki dakika orada düşündüm. Ne yapmalıydım. Sonra aklım başıma geldi. Olanlar doğruydu. Hayal filan görmüyordum. Baş Müdür benim suçsuz olduğuma inanmıştı. “Baş üstüne Sayın Müdürüm.” Diye bağırdım ve başımla sert bir selam verdikten sonra geri dönerek dışarı çıktım. Makamın hemen önünde Özel Kalemde bir sürü müdür ve amirler toplanmış içeriyi merak ediyorlardı. Maş Müdür acaba bana ne yapacaktı? Kısım Amirimiz Cihat Bey de orada bekliyordu. Bir elini omuzuma attı ve konuşarak birlikte Kısma geldik. Birileri bana bir şeyler soruyorlar fakat ben daha konu hakkında kimseye hiç bir şey anlatmıyordum. Kimseyle konuşmuyordum bile. Başkomiser de memnun olmuş beni tebrik ediyordu. Devamlı yüksek sesle gülüyordu. Beni tanıyıp tanımayanlar parmakları ile birbirlerine gösterip, "PKK lı avukatı dövmüş." diyorlardı ve ondan sonra adımız 'Deli Recep'e çıktı. 

İki gün sonra polis suçlarına bakan Savcı Behiç Bal Bey çağırdı. Olayı bana hatırlattı ve Avukat Ahmet A...yı dövmüş kaşını yaralamışsın. Gazteler yazdığı için ihbar saydık ve konuyla ilgili ifadeni alacağım, anlat bakalım.” Dedi. Hayır ben kendisine asla el vurmadığımı, kendisi bana sövüp hakaret ettikten sonra beni dövmek isterken kafasını duvara çarptığını, o zaman yaralandığını söyledim. Beni mahkemeye çıkardılar ve tevkif ettiler. Cinayet Bürosu beraber çalıştığımız Kısım arkadaşlarım "Kusura bakma Recep." deyip mahkeme salonunda koluma kelepçe taktılar. Adliyeden dışarı çıktık.

Cezaevine gitmek için arabaya doğru giderken fark ettim. Olağan üstü bir durumla karşı karşıyaydık. Böyle bir olay daha hiç görmemiştik. Adliyenin çevresini Çevik Kuvvet Polisleri birer adım aralıklarla halka olmuş çevirmişlerdi. Acaba neydi? Ben hiç merak etmiyordum. Tevkif olmuşum kendi derdimi düşünüyordum. Arkadaşlarım kendi aralarında konuşuyor, onlar merak ediyorlardı. Tam gittik arabamıza binecektik ki, Çevik Kuvvetten bir komiser geldi önümüzü kesti. Hiçbir yere gidemeyeceğimizi, beklememizi, aksi taktirde bize karşı zor kullanacaklarını söyledi. Arkadaşlarımla biraz tartıştılar ve mecburen bekledik.

On onbeş dakika kadar sonra sivil bir araba geldi önümüzde durdu. Başkomiserimiz Cihat Bey arabadan indi. Polis arkadaşım Hırsız Ahmet tabancamı ve polis kimliğimi çıkarıp Cihat Bey'e uzattı. "Onları Recep'e ver." dedi ve arkadaşlarıma fırça atıp bağırdı. Bu kadar mı insansınız? Benim bildiğim Recep, bırakın kaçmağı, sizler zarar görmeyesiniz diye çok uzaklardan kalkar gelir teslim olur. Siz utanmadan ona kelepçe taktınız.” dedi. Kelepçeyi elimden çıkardıktan sonra beni evime götürdü. Hanıma “Kocanı sana teslim ediyorum. Yarın isterim ha. Sorarlarsa başka bir Allahın kuluna da sakın burada olduğunu söyleme.” Dedi ve onlar geri gittiler. Beş altı ay adar önce evlendiğimiz eşim de olanlardan habersiz evde beni bekliyordu. Tevkif olduğumu yarın ne olacağını bilemediğimi söyledim. O da üzüldü. Gece saat 02.00 sıralarında arkadaşım Polis Memuru Rıza Kural geldi. Hanım korkmuş ve evde olmadığımı söylerken, O ayakkabılarımı kapının önünde görmüş, "Yenge barı ayakkabılarını kaldır da öyle yalan söyle. Ayakkabıları kapının önünde sırıtıyor." diyordu. Dışarı çıktım. Başkomiser yolladığını ve bir ihtiyacım olup olmadığını soruyordu.

Meğer işin aslı şöyleymiş; Tevkif haberim Müdüriyete gidince Baş Müdür Alpaslan Bey devreye girmiş. adliyeye telefon açıp, haksızlık olduğunu, tevkifi kaldırmalarını söylemiş. Adliyeden bir türlü tevkif müzakeresini kaldırmamışlar. Müdür Bey de Çevik Kuvvete Adliyeyi sardırmış ve “Ya o çocuğu serbest bırakın, ya beni de tevkif edin. Yoksa o adliyeyi başınıza yıkacağım.” Demiş. Onlarda beni bir gece hapiste yattı diye gösterip evime göndermişler. Ertesi gün cezaevine girdi çıktı yaptılar ve tevkifimi kaldırdılar. 

Dava neticesinde beraat ettim. Çünkü şahitlerden hiç biri ‘vurdu’ diye söylemiyorlardı. Sonraları Avukat Ahmet Bey ile de barıştık. Bir gasp olayında mağdurdu. İlgilendim ve yardımcı oldum.

Beş altı ay sonra İç İşleri Bakanlığından bir telex geldi; Adana Millet Vekili Mustafa Can tarafından meclis oturumunda verilen önergede İktidarın Polis Memuru Recep Öztürk tarafından İl Başkanımız Av. Ahmet A...y'ın Adliye Koridorlarında dövülüp yerlerde sürüklendiği ve tehdit edildiği bildirilmiştir. Adı geçen Polis Memuru hakkında ne gibi bir işlem yapıldı? Acele bildirilmesi isteniyordu. Olay kısaca anlatıldıktan sonra Mahkeme Beraat Kararı da eklenerek gönderilmiş ve olay kapanmıştı. Ben yurt dışında görevli iken duydum. Olaydan üç sene sonra 1979 da Avukat Ahmet A...y öldürülmüş ve faili tespit edilememişti. Kendisi Urfalı ve Güney İlleri PKK sorumlusuymuş. Yine de ölümüne üzüldüm.

Yedi sekiz sene sonra Diyarbakır da görev yaparken, o zamanlar kızağa alınmış baş müfettişlik görevi yapıyordu o Emniyet Müdürü Alpaslan Bilginer. Görevli olarak bir polisiye olay hakkında tahkikat yapmak için üç Müdür ile birlikte gelmişlerdi Diyarbakır’a. 

Yanlarına gittim. Beni tanımadı. Olayı anlattım. Hemen hatırladı. Boynuma sarıldı. Ben tekrar ağlayabildim. Başımı okşadı, yanaklarımdan öptü ve "Sen kanunları nizamları boş ver. Vicdanın nasıl emrediyorsa öyle polislik yap. Yolun açık olsun.” Dedi. İki şişe viski getirmiştim. Bir türlü almadı. “İçen arkadaşlarına verirsin.” Dedim. Seni saygı, hürmet ve sevgilerimle yad ediyorum eyy Ulu İnsan. 



27 Şubat 2020 Perşembe

EFSANE OLDULAR

Bizim her şeyimiz olacaktı ve hem de en iyisi olacaktı. Çocuk olmama rağmen anlıyordum. Babamın birinci prensibi buydu. Her şeyimiz en iyisi olacak. Ondan iyi hiç kimsede aynı şeyden bir tane daha olmayacaktı. Öyle istediğimizden mi bilmem, hakikaten sahip olduğumuz her şey kendiliğinden en iyisi olurlardı. Cansızlardan tutun da canlılara kadar sahip olduğumuz her şey.

Bir horozumuz vardı, öttüğü zaman çok uzaklardan sesi duyulur ve çok uzun süreli tutturdu mu sesini uzatırdı. Sonunda da nefesini geri çekerken de sesini sürdürür, hatta yerlere düştüğü bile olur herkes onu konuşurdu. Kırmızı renkli, çok yüksek ve iri yapılı bir hayvandı. Başının üstünde kıpkırmızı kocaman ibikleri vardı. Namını duyan meraklı hiç tanımadığımız insanlar ta uzaklardan gelir o horozu Babam dan almak isterlerdi. Babam da vermez onu çok iyi beslerdi. O zamanlar bende üç veya dört yaşlarındaydım. Kapıda oynarken, o horoz kanatlarını çırparak üzerime atladı. Pençeleri ile beni tuttu ve yüzüme bir, kaç defa gagası ile vurdu. Ben tabi ağlayarak takla attım. Burnumun bir tarafını delmiş, kanlar akıyordu. Babam "İyi ki çocuğun gözünü çıkarmadı." diyordu ve hemen o horozu kesti.

Öküzümüz vardı, Adı keribal. Kırmızı beyaz alaca renkli, hilal boynuzlu. Alnın ortasında beyaz yerinde devamlı siyah bir muska asılırdı. İnsanı gördüğü zaman ta uzaklardan koşturur, onu vurmağa çalışırdı fakat fırsatı olmasına rağmen hiç kimseyi de vurduğu görülmemişti. Öyle boşboğaz bir şeydi. Gelir önünde durur kafasını boşa sallar, adamın yüzüne bakardı. Kovalardı fakat vurmazdı. Tek Annemi ve beni kovalamazdı. Ben küçük olduğum için adam yerine saymazdı. Annem ise onu besler, yalnız kaldıkları zaman da onunla insan gibi konuşur, dertleşirdi. O da başını kaldırır sağa sola sallar annemin söylediklerini tasdik ederdi. Komşular çok uyarırlardı. ‘Birisini vurup öldürecekte başınız belaya girecek’ derlerdi fakat biz kıyıp ta kayıp edemezdik. 

Yazın yaylalara çıkarken başka öküzlerle dövüşür, o hepsini yenerdi. Bazı öküzler zaten yanına geldikleri zaman hiç dövüşmez kaçarlardı. 

İlk Baharda ‘çift’ derlerdi bahçeleri koşardık. Bizim öküzün eşi Şükrü Amcaların öküzüydü, adı Altun. Onlar hiç dövüşmezlerdi. İkisini birlikte boyunduruğa bağlar. Kara sabanın ucunu da boyunduruğa takarlar ve Şükrü Amca veya oğlu Niyazi sabanın sapından sol eliyle tutar, sağ eline de bir çubuk alır “Hah” der sürerdi. Çubuğu bazen öküzlerin sırtının üstünde sallar fakat asla kendilerine vurmazdı. Öküzler de önden geviş getire getire sabanı çekerlerdi. Bir kişi de arkalarından kazılan toprağa tohum atar bahçelere mısır ekerlerdi. Saban sürülürken, başkasının hududuna geldikleri zaman Şükrü Amca “Dööön geri, gel üstüne.” Der ve oradan öküzlerle birlikte geri dönerler, geriye doğru tarla bitene kadar saban sürmeğe devam ederlerdi

Bizim köydeki bütün bahçeleri sürer, başka köylere de gider, bu şekilde tohum ekerlerdi. Uzun yıllar sonra yaşlandığı için sattık. İki kişi geldi bağından tuttu ve aldı götürdüler. O deli öküz onları vurmağa hiç kalkışmadı. Sadece satıldığını anlamıştı galiba ki, bize kırılmış, öyle uysal uysal o tanımadığı adamların arasında yavaş yavaş giderken, gözlerinden de damla damla yaşlar akıyordu. Biraz gittikten sonra bize sitemlerini bildirmek için evimizin ilerisinde ki patika yol virajında durmuş, bir kaç kez geri bizim eve bakmış, yedi sekiz ağız bağırmış, son kez köyü inletmiş ve öyle terk etmiş gitmişti. Öyle yapardı. Kederlendiği veya sevindiği zamanlar bir kaç kez bağırır, varlığını belli eder, köyde duyanlar da hemen sesinden tanır "Keribal bağırıyor." derlerdi. Bu sefer ama kederinden, daha etkili bağırmıştı. Annem sesini duyunca ağlamış, geri almak için arkasından koşmuş gitmiş ama, onlara yetişememişti.

Köpeğimiz de vardı kangal cinsi. Yattığı zaman ön patilerini uzatır, başını üzerine koyar ve öyle gözleri açık uyurdu. Babam enikken almış, onu yetiştirmiş, sütle besleyerek büyütmüştü. O köpekte canı pahasına bizim aileyi korurdu. Uzun zaman görmezse, hasret kalır, gördüğü zaman, arka ayaklarının üzerine kalkar, ön ayaklarını omuzumuza koyar, bizlere adam gibi sağlı sollu sarılır, yüzümüz gözümüzü yalardı. Babam öldüğü zaman üç dört gün hiç yemek yememiş, sabahlara kadar mezarı başında ulumuş, sesi kesilmişti. Her gittiğimiz zaman onu mezarın başında gözleri yaşlı otururken bulurduk.

Başka insanlara çok saldırır, sürünün yanında olmadığı zamanlar daima bağda taşırdık. Çok uzun süre yanımızda olmasına rağmen hiç kimseyi ısırmadı. Zaten ısırsa veya kötü niyetli olsa insanı kesin boğar öldürürdü. Ara sıra ben canını sıktığım zaman bir şey demez başını sağa sola sallar, boşa bir iki havlar, yanımdan gider, sonra yine yanıma gelirdi. Başka köpekler eğer kendisine veya bize saldırırsa hiç af etmez onları tutar yere vururdu. Saldırmayan köpekleri de hiç ellemezdi. Bir kaç köpek birden saldırsa yine onlara da hepsine birden kafa tutardı. Arkasını sağlam bir yere yaslar, patisi ile o köpeklere vurur, ağzıyla da boynundan tuttuğu gibi yerlere yıkar, hayvanın vücudundan parça koparabilmek için sağa sola sallar, hatta ağaçlara taşlara vururdu. Bırakması için bağırdığımız zaman genelde itiraz etmez hemen bırakırdı. Bazen çok sinirlenmişse bırakmazdı. Kuyruğundan tutar çekerdik. O zaman bırakır fakat geri döner bize de saldırırdı. Bizi ısırmaz korkuturdu.

Kaptan çok güçlü, kuvvetli, akıllı ve hiçbir varlıktan korkmayan çok efsane bir köpekti. Sinirlendiği zaman sırtında ki tüyleri şişirir ve çok daha korkunç, heybetli görünürdü. Kendinden büyük köpeklere de saldırır ve onları da yere yıkar yenerdi. Yakınlarımızda insan görürse hemen koşar, biz ikaz etmezsek ona göğsüyle vurur, yere yıkar ve iki ön bacaklarının arasında adamı teslim alır, öyle beklerdi. Bize haber vermek için de ara sıra tek tek, kesik kesik adamın yüzüne doğru havlar, ağzından salyalar dökerdi. O bir tehlikeye kaldığımızda, yanımızda olamasa da, bir yerlerden haber alır, çoğu zaman çıkagelir, bizleri zor durumlardan kurtarırdı.

Ben sekiz dokuz yaşlarındayken yaylada, otlak yeri Pilonçutun deresinde hem keçilere çobanlık edip, hem de sakız toplamağa çalışırken başımdan bir kaza geçti. Öğleden sonra evlerimizin olduğu tarafa, yukarı Kilise düzüne doğru çıkarken, yan tarafına bastığım çok büyük bir kaya yan döndü, devrildi ve benim sağ ayağımı altına alarak başka bir taşa yaslanıp, orada durdu. Ayağımı o taşın altından çıkarabilmem veya kurtulmam imkansızdı. Çok uğraştım. Taş çok ağır yerinden oynatmam da imkansızdı. Ben tek başıma değil başka birileri de olsa o taşı yerinden oynatamazlardı. Elimde ki 'nacak' dediğimiz küçük balta da uzağa atılmış, taşların arasında sapını görüyordum fakat ulaşıp alamıyordum. Keçilerim oraları çoktan geçmiş eve doğru gitmişlerdi. Ben orada yalnız başıma bağlı kalmıştım. Ayağım başka bir kayanın boşluğuna gelmiş, kırılmamıştı. Öyle görünen bir yara da olmamıştı. Kan filan akmıyordu, oynatabiliyordum fakat bir türlü dizimi olduğu yerden çıkartıp kurtaramıyordum.

İki saatten çok zaman geçti. Benden başka hiç kimse kalmadı ve oralar çok tenhalaştı. Gün dönmüş, akşam güneşi karşı kayalara vurmuş, arada bir yayla kuşlarının uzadıkça uzayan sesleri, yankılandıktan sonra yok oluyorlardı. Vanak dediğimiz evlerimizin olduğu yer yokuştan yukarı tarafta kalmış ve bir saatten daha uzak mesafedeydi. Beni arasalar da oralara kimse bakmaz ve bulmaları da imkansız gibi bir şeydi. Çünkü benim oralara gittiğimi bilen hiç kimse yoktu.

Kayanın devrilmesi için biraz uğraştımsa da deviremedim. Ben uğraştıkça kaya tamamen yerine oturdu ve hiç oynamaz oldu. Oradan kurtulmam çok büyük bir mucizeydi artık. Tamamen ümidimi kestim. Öyle olduğum yerde oturdum ve düşünmeğe başladım. Nasıl kurtulabilirdim. Ayağım taşın altında biraz şişmiş ve morarmağa başlamıştı. Oralar otlak yerleridir. Hiç kimsenin gelip te rastlaması da imkansız. Ancak ertesi gün keçiler tekrar gelebilirlerdi. Onların da bana bir faydası olmazdı. Belki duyan olur diye bir kaç defa olduğum yerde yüksek sesle bağırdım. Hayladım. Ama nafile. Hiçbir tarafta ses seda yok, sadece benim sesim karşı kayalara vuruyor ve yankıları geri bana dönüyordu.

Artık akşam olmak üzereydi. Yukarıdan taşların arasından bir çatırtı ve ‘Heh, heh, heh’ diye bir nefes alıp verme sesi duydum. Elime yerden bir kaya parçası alarak, önümdeki taşı kendime siper ettim ve o ses geldiği tarafa doğru dönmeğe çalıştım. O saatte oralarda insan olamazdı. İnsan olsa en azından bana ses verirdi. Hayvan da olamazdı. Hayvanlar sağılmak için çoktan pere girmiş olmaları gerekirdi. Her ikisi de değildi. Dikkatle ses geldiği tarafa doğru bakarken bir kaç metre uzağımdan ve kayaların arasından, yukarıdan aşağı, bana doğru gelen, bir gölge silüet 
gördüm. Yabanı hayvan olabilirdi. Ayı veya kurt bizim hayvanların kokusunu almış, oralarda dolaşıyor olabilirlerdi. Ama hayır. O bir yabanı hayvan değildi. Onu bir kaç metre uzaktan gördüm ve tanıdım, Köpeğim Kaptan.

İki adım kadar yukarımda durdu. Ağzı açık, dili bir karış dışarıda ve sık sık nefes alıp veriyordu. Belli ki koşarak gelmişti. İki kesik kulaklarını kaldırdı. Bana iyice dikkatli baktı. İki veya üç defa öyle kesik kesik havladı. Ya bana geldiğini, korkmamamı, beni kurtaracağını söylüyor veya neden dikkat etmeyip te bu hale düştün diye beni azarlıyordu. Yanıma geldi. Oh. Bırakın kurtulmağı, ben dünyalar benim olmuş gibi sevindim. Kurtulamasam da o artık beni daha bırakmaz ve yanıma da canlı yaklaştırmazdı. Önce yanaklarımı yüzümü boynumu, her tarafımı inleyerek yaladı. Sonra ‘ıh, ıh’ diye yine inledi. "Kaptan, ben burada tutuldum kaldım. Nasıl kurtulacağım Oğlum?" dedim. 'Oğlum' demek çok hoşuna giderdi. 

Ön ayakları ve burnunu ayağımla taş arasında ki boşluktan sokarak, biraz uğraştı. Hiçbir şey değişmedi. Az yukarıda ki başka bir yüksek taşın üstüne çıktı ve uzun uzadıya ulumağa başladı. Belki de birilerinden yardım istiyordu. Tekrar yanıma geldi. ‘Iıh, ııh’ diye inleyip duruyordu. İki elimle kesik olan kulaklarından tuttum. Kavga esnasında başka köpekler koparmasın diye daha enikken Babam her iki kulağını da kesmişti. Kendime doğru çektim. Yanaklarından, çenesinin altından, burnunun tüysüz yerinden defalarca öptüm ve ağlamağa başladım. Korktuğumdan değil, o köpeğin dostluk anlayışından, sadakatinden, vefakarlığından duygulandım ve yüksek sesle ağladım.

Kaptan ayağımın üstünde ki o büyük kayanın etrafında dolaşmağa başladı. Burnunu yerlere sürüyor. Bazı küçük taşları burnu ve patisi ile dayanarak çıkartmağa çalışıyor. Ayakları ile kayanın altında ki yerleri eşiyor, bir şeyler yapmak istiyor, beni kurtarmak için çareler arıyordu. Parmağımla gösterdim ve “Kaptan, şu baltamı bana getir.” Dedim. Sapını destek eder belki kayayı devirebilirdim. Kuyruğunu asarak baltanın yanına gitti. Ağzı ile sapından tuttu. Çekip çıkarmak için biraz uğraştı fakat demir kısmı taşların arasında galiba sıkışmıştı ki çıkaramadı. Tekrar yanıma geldi. “Ğağu, ğağu” diye bana bir şeyler anlattı. Sonra o ayağımın üstünde ki kayanın üzerine çıktı. Sıçramağa başladı. Bir kaç kez sıçramıştı ki benim önümde duran ve ayağımı altına alan o büyük kaya yerinden oynadı ve oradan aşağı yürüdü. Kaptan kendini yan tarafa doğru atarak taşın altına almasından son anda kurtuldu. Ben zaten sol tarafta ve kayadan biraz yukarıda kalmıştım.

Ayağımın üzerinde ki o koca kaya oraları yıka yıka, vurduğu diğer taşlardan dumanlar çıkartarak, çarptığı ağaçları kırarak, yokuştan aşağı büyük bir gürültü ile yuvarlanıyordu. Biraz gittikten sonra birkaç parçaya bölündü. Kaptan da iki kulağını dikmiş, arka ayaklarının üstüne kalkmış, yuvarlanan kayanın arkasından hayretle bakıyor ve hem de ara sıra havlıyordu. Biz artık daha göremiyor, sadece yuvarlanırken çıkardığı kıvılcımları görüyor, gürültüyü duyuyorduk. Olanları seyrederken ayağımı unutmuştum. Aklıma geldi, hemen yokladım. Ufak tefek sıyrıklar ve morluklar vardı. Dizim ağrıyordu fakat herhalde önemli bir şey yoktu. 

Yerimden kalktım. Kendimi tekrar yokladım, iyiyim. Yürüyebilirim. Baltamı elime aldım ve Kaptan önüme geçti, ben arkasında yokuş yukarı yavaş yavaş yürüdük. Kaya hala daha yuvarlanıyor, yamacın altlarından sesler geliyordu. Kaptan yolda giderken arada bir benden uzaklaşıp önden ilerliyor, sonra geri dönüp tekrar yanıma geliyor ve birlikte yürüyorduk. Gece eve gittik. Ertesi günlerde Annem köyden yumurta getirtti, beyazını birkaç defa ağrıyan yerlerime bağladı ve bir haftaya hiçbir şeyim kalmadı. İyileştim.

Kaptan hep bizimle birlikte acı tatlı günlerimizi beraber yaşadı. Ağladığımız zaman o da oturur insan gibi ağlardı. Keçilerimizi sattığımız zaman alan adam Kaptanı da almak istedi fakat biz de ondan kopup başkasına veremedik. Çünkü onu başkaları anlamaz kötü muamele ederlerdi. O öyle hakaret filan hiç kaldırmazdı. Adam gibi düşünür, sıkıntı ederdi. Biz kendisine kızsak ağırına gitmez, gelir ayaklarımıza sarılır, yalakalık eder bizi kandırırdı. Başkalarına ise hayatta yalvarmaz, asla boyun eğmezdi.

Biliyorduk ki o ailemizin bir parçası olmuş ve başkalarıyla yaşayamazdı. Onun için Kaptanı kimseye vermedik. Keçilerimiz satıldı gitti fakat Kaptan kapı da yalnız kalınca o çok üzüldü. Dert etti. Eski günleri aklına geldikçe, için için gözlerinden yaşlar döküldüğüne şahit olurduk. Çünkü o keçilerden hiç ayrılmamıştı. Yazın yine belki rahatlar diye yaylalara çıkardık ama o eski günlerini keçileri arar dururdu.

Bir ara keçileri olan bir adama verdik. Orada durmadı. Amcamın keçilerinin yanına verdik. Orada da durmadı. Bir iki ay sonra bıraktı onları kaçtı geri yanımıza geldi. Kapıda durur, üç günde bir babamın mezarlığını ziyaret eder, bizleri gördüğü zaman da bir şeyler söyleyecekmiş gibi hep gözlerimizin içine bakardı. Zaten kendisi de ihtiyarlamıştı.

Bir yıl kadar sonra, çok yağmur yağdığı ve seller olduğu bir akşam yemeğini bile yemedi. Gece yarılarına doğru bir kaç defa havladı. Sonra babamın mezarlığında uzun uzadıya bir kaç defa uludu, sesini duyduk. Ertesi sabah yemek vermek için aradık, kaptan yoktu. Yemek kabında akşam verdiğimiz yemeği duruyordu. O gece çekip gitmişti. Bir daha da geri dönmedi. Babamın mezarını da daha hiç ziyaret etmedi. Her tarafta aradık. Daha onu hiç gören de olmadı. Bulamadık. Belki de o gece olan sellere daldı, intihar etti. 

Kaptan ile ayrıldığımıza çok üzüldüm. O bana hayatta çok şeyler öğretti. Hala daha aklıma geldiği zaman onun için gözlerimde yaş düğümlenir.






21 Şubat 2020 Cuma

ÇOCUKTUM

Ihlamurlu Köyünde ki bazı aileler her yıl Mart Ayında, köyde ki evlerinden, Okura da ki 'merze' dediğimiz, mezra evlerine hayvanlarıyla birlikte göç ederlerdi. Okuraya Köyden gitmek için bir saatten çok yürümek gerekirdi. Araba yolu filan yoktu. O zamanlar Fındıklı Çarşısından Köyümüze de araba yolu yoktu ve çok uzaktaydı. 

Çarşıdan Çınarlı Köyüne kadar elle yapılmış çok kötü ve dar bir araba yolu vardı fakat bu yolda gidecek arabada yoktu. Kasabaya da yaya gidilir ve gelinirdi. Köyden çarşıya inmek için bir buçuk saatten çok zaman geçerdi.

Biz de her yıl köydeki işeri bitirip tarlalar sürülüp kazıldıktan sonra köy evimizi kapatır, gider mezra evimize yerleşir, Mart tan itibaren Okurada kalırdık. Temmuz Ayı başlarında ise hayvanlarımızla birlikte yaylalara çıkar, yaz boyunca bir veya iki kişi hayvanlarla birlikte yaylada kalır, diğerleri geri mezra evine inerek orada kalırlar ve kış hazırlıkları için çalışırlardı. Güz Ayları Ekim, Kasım da da esas köy evimize gider, kışı orada geçirirdik.


Ben ilk okula başladığım zaman Köyümüzün Okulunda bir tek öğretmen vardı Hakkı Bey. Sonra O gitti Artvinli Nurettin Bey geldi. Onlardan önce Sami Bey isminde bir eğitmen vardı fakat ben onun zamanında hiç okula gitmedim. Zaten hiç okula gitmekte istemiyor, korkuyordum. Önceki yıllarda dört beş yaşlarında iken birkaç gün kayıtsız okula gitmiş öğrenci arkadaşlarımla oynarken Sami Eğitmeni görmüştüm. Okulun bahçe tarafında alçak pencereli 'Öğretmenler Odası' vardı. İçeride genelde Sami Eğitmen olurdu ve çocuklar pencere camını kırdığı zaman, sandalyenin üzerinde uyuyorsa da cam sesine uyanır, başını kaldırır ve “Eni boyu kırk” diye bağırırdı. Böylece kırılan camın ebatını bildirirdi. 

Yine böyle bir zamanda çocuklar koşuyor, pencere çıkıntısı üzerine ellerini koyup, yukarı doğru atlayıp içeri bakıyorlar ve kaçıyorlardı. Bende onlara bakarak koştum ellerimi pencere kenarına koydum ve yukarı doğru sıçrayıp içeri bakmak isterken arkamdan kız ve erkek çocukların elleri ile beni göstererek bana yüksek sesle güldüklerini gördüm. Anlaşılan benim görülmemesi gereken bir yerim görünmüştü galiba. Çok utanmıştım. Oradan kaçıp doğruca eve geldim ve bir daha da okula hiç gitmedim.

Bir kaç yıl sonra okula kayıt olmama rağmen bir türlü gitmek istemiyordum. Öğretmen ile Babam kandırdılar ve sezon sonlarına doğru okula gittim. Sami Eğitmenden önce Babam Veyis te bu okulda uzun süre eğitmenlik yapmış, onun için babamı çok severlerdi fakat o zamanlar ben daha doğmamışım. İlk zamanlar ilk okul üçüncü sınıfa kadarmış. Üçüncü sınıfı geçen ilk okul mezunu sayılırmış. Sonra beşinci sınıf olmuş.

Köyümüzün Okulu iki sınıflı bir okuldu. 1-2-3. Sınıflar bir arada, 4-5. Sınıflar bir arada eğitim görürlerdi. Bir de öğretmenler odası vardı. Tek öğretmenimiz vardı ve her beş sınıfa da derse girer, eğitim yapardı. Ben öğretmenimi çok severdim. Çünkü kendisi bir yere gideceği zaman beni kendi yerine bırakır, diğer çocuklara ders anlatırdım. Ayrıca erken okuma yazma öğrendiğim için beni ikinci sınıfta olmam gerekirken üçüncü sınıfa atlatmıştı.

Okulumuzda 40-45 öğrenci vardı. Ben Köyümüzün çocuklarını hepsini de çok severdim. Hepsi arkadaşlarımdı. Zaten birbirimizi yaylalardan da tanırdık. Kız arkadaşlarımda vardı. Ama ben kız arkadaşlarımdan çok utanır, yanlarına gidemezdim. Samimi olduğum arkadaşlarım Mollaloğlu Rasim. O hocaydı. Sonraları camide müezzinlikte ederdi. Hocoğlu Osman. Onunla çok iyi arkadaştık. Aynı masada oturur hatta bulduğumuz bir fındığı bile böler birlikte yerdik. Teneffüslerde 'keşaf veya esir almaca' dediğimiz bir oyunu oynar koşturur dururduk. Osman'ı pek yakalayamazdık O rüzgar gibi koşardı. Bazen öğlen onun Lazlıkta ki evine gider, annesi yumurta kırar birlikte yerdik. Annesi bazen Lazca bir şeyler söyler ben anlamazdım, Osman bana sonra anlatırdı. Bir seferinde bizim evde yemek yerken pekmez şerbetini dökebilmiş, Babaanneme karşı çok mahcup olmuştu Osman.

Bir seferde öğleden sonra öğretmenimiz derste ders anlatırken ve bizde dersi dinlerken birden ‘tak tak tak’ diye sınıfın kapısı bir kaç defa çalındı. Öğretmen kapıya doğru döndü ve “gel” diye bağırdı. Beyaz renkte, boynunda kırmızı bez bağlı olan bir koyun içeri girdi. Bizlerin önünde biraz durakladıktan sonra sağa sola baktı ve bir iki defa “Behhee, behhe” diye bağırdı. Öğretmenimiz ve 25-30 öğrenci neler olduğunu anlamak için sessizce koyunu gözlerimizle takip ediyorduk. O bir kaç defa daha bağırıp doğruca yanımda oturan Osman’ın yanına gelmiş ve ona sürünüyordu. Herkes yüksek sesle gülmeğe başladılar. O zaman anladık ki o koyun Osman’ın koyunuymuş. Ta Lazlıkta evlerinden kaçmış, yalnız başına okula gelmiş, derste Osman’ı bulmuştu. Koyun akşam tatiline kadar okulda kaldı ve evlerine Osman ile birlikte gittiler. Hepimiz hayretler içinde kalmış, koyunu da çok sevmiştik.

Birkaç gün sonra Osman benden sırt çevirmiş, konuşmuyor, hatta masada yanımda oturduğu yerden arka sırada başkasının yanına taşınmıştı. Ben oynamak için yanına gidiyordum fakat o benden uzaklaşıyordu. Artık anladım. Osman beni sevmiyordu. Birkaç gün hiç konuşmadık. Ben hep konuşsak istiyordum. O benimle konuşmuyordu. Bir gün peşinden koştum. Yakaladım ve ilerde birlikte bahçeye düştük. Daha bırakmadım kaçamadı. “Benle konuşmayışının sebebini söyleyeceksin.” Dedim. “Rüyamda seninle oynarken düştüm ve 'çatmaya' saplandım. Onun için bundan sonra seninle daha hiç oynamayacağım ve konuşmayacağım.” dedi. Aradan bir zaman geçtikten sonra rüyasını unuttu mu bilmem, yine yanıma geldi, masamda oturdu ve yine can ciğer arkadaş olduk. ‘Çatma’ çeper yapmak için dikine dikilen kazıklara derler.

Mezraya göç ettiğimiz zamanlarda okula gitmek için sabahtan erken kalkar, bezden diktiğimiz çantanın içine kitaplarımızı, defter ve kalemlerimizi koyar, bir parça da mısır ekmeği alır, çantayı ipinden boynumuza asar, o küçük bacaklarımızla üç-dört arkadaş birlikte dere içlerinden bir saatten çok yürüyerek, köprüler geçerek okula giderdik. Bazen üst yoldan Hamitlerin kapısı dediğimiz yoldan gider, bazen de orta yoldan Civeleklerin kapılarından giderek, oralarda oturan arkadaşlarımızla buluşur, hep beraber toplu olarak neşeli bir şekilde okula giderdik. Okul paydos olduktan sonra da aynı şekilde geri Okura da ki evlerimize giderdik.

Bir yıl Mezramız Okura da ki evimizde kalırken Mart Ayında çok kar yağdı. Ben üçüncü sınıfta okuyordum ve sekiz yaşlarındaydım. Karda Okura dan okula bir kaç gün velilerimiz götürüp getirdiler. Çünkü karda iz açıp yürümek çok zordur. Hele yokuş yukarı hiç yürünmez. Bir Perşembe günü arkadaşlarımdan kimse okula gelmediler. Ben evden çıktığım için bir daha geri dönmedim ve o uzak yollardan tek başıma karda okula gittim. Okulda iken kar yağışı daha da devam etti ve yollar tamamen kapandı. Nurettin öğretmen bana akşam olmadan izin verdi. Okuraya gitmek için yola düştüm. Dere içinden yürüyerek mezramız Okura da ki evimize gidiyordum.

Dere yolunda evi olan Şükru Amca yolda rastladı. Evinde kalmam için ısrar etti fakat ben istemedim. Hala daha öyleyim, başkasının evinde rahat edemem. Uzuna göl dediğimiz yerin üstüne yanı Gülinin Düzüne geldiğim zaman annemin sesini duydum. O bana sadece ‘Ali’ derdi. Üç-dört defa arkamda ki ırmak tarafından çok net olarak beni çağırdı. Geri dönerek üzerine oturan karların eğdiği ağaç dallarının aralarından yol boyu bakmağa çalıştım fakat kimseler yoktu. Annemi göremedim. Bir iki dakika bekledim. Arkamdan geliyorsa yetişsin diye ayak astım. Gelmedi. Yavaş yavaş karların içinde yoluma devam ettim. Kar artık belime kadar geliyor ve zor yürüyordum. Mandermosa geldiğim zaman tamamen ümidimi kestim. Oradan yukarı yolun tamamı yokuştu çıkmam imkansızdı. Gittikçe kar zaten çoğalıyordu. Yırtık pırtık olan elbiselerim tamamen ıslanmış karda yürümemi de engelliyordu. Oralarda kalacak veya eğlenilecek hiçbir yer de yoktu. Her taraf ıssız, sessiz, sadece karların arasından akan derenin sesinden başka hiçbir ses te duyulmuyor, o ses te insana ürperti veriyordu ve en önemlisi de artık akşam olmuş karanlık başlamıştı.

Orada, dereyi karşıya geçmem gerekirdi. Çok uzun ve geniş, tek parça bir ağaç yontulmuş, arkası delinmiş ve dere götürmemesi için kalın zincirle büyük kayaya bağlanmış, yüksek taşın üzerinden karşı taraftaki taşın üzerine atılmış korkuluksuz bir köprü vardı. Bazen yağmur yağınca dereler taştığı zaman su alır götürür, karşı tarafa geçilmezdi. Onun için zincirle bağlamışlardı. Köprünün üstü kalın kar tabakasıyla örtülmüştü, karşıya geçmeğe cesaret edemedim. O köprünün ayağında biraz oturdum. Hala daha Annem gelir diye ümidim vardı. Çok uykum geliyordu. Uykum gelince korktum. Orada uyuya kalırsam yabanı hayvanlar parçalayabilir diye düşündüm. Hem alttan akan dereye de düşebilirdim. ‘Donmak’ hiç aklıma gelmedi veya bilmiyordum. Yerimden kalktım. Yavaşça ayak izleri yaparak köprüden karşıya geçtim. Yavaş yavaş boyum kadar karların içinde sonuna kadar devam etmek istedim.

Tam o sırada ‘Ohoooo’ diye bir ses duydum arkamda. Geri dönünce gördüm komşumuz Ethem Amca köprünün üstünden geliyordu. İşleri varmış, çarşıya inmiş ve geri geliyormuş. Onu görünce çok sevindim ve hemen Annemi sordum. Hiç kimse olmadığını sadece bazı yerlerde kapanmış benim ayak izlerimin olduğunu söyledi ve bana bu havada yola düşülür mü diye çok kızdı. Eğer O gelmese benim işim bitikti. Önüme geçti. Gidemediğim yerlerde beni omuzuna alarak düşe kalka Pehlül Amca nın kapısına kadar çıktık.

Onlar daha mezraya gelmemiş evleri boştu. Oradan da devam ederek Ethem Amca’nın evlerine kadar geldik. Ethem Amca da artık tamamen bitmişti. O evlerinde kaldı. Hanımı Saniye Hala benim süt annem olur. "Güli bu çocuk daha yaşamaz ölmüş." diye ağlaya ağlaya sayim sayıp benim üzerimde ki elbiselerimi soydu. Çobanların yağmurdan korunmak için kullandıkları, 'kabalağ' dedikleri su geçirmeyen yünden yapılmış kalın keçeye sardı. Ben konuşamıyor, devamlı tır tır titriyor, dişlerim bir birine vuruyor ve ‘tak tak tak tak’ diye sesler çıkarıyordu. Sonra sırtına aldı, gece karın aydınlığı ile kendi evlerinin önünde ki tepeye kadar götürdü.

Annem yatmamış beni bekliyor, elinden de bir şey gelmiyor, arada bir kapının üstünden karanlığa doğru ‘Aliiii’m, nerdesin’ diye bağırıyordu. Evde olduğuna göre demek ki yolda beni çağıran Annem değilmiş. Saniye Hala Annemin sesini duyunca yirmi otuz metre mesafeden bizim eve, anneme seslendi “Köpeği bağlayın. Beni ısırmasın. Ali iyidir. Yanımdadır.” dedi. Annem ile Ablam düşe kalka ağlayarak karşı geldiler ve beni aldılar. Saniye Hala oradan geri döndü evine gitti.

Beni o gece keçenin içinden hiç çıkarmadılar. O gece Ablam ile birlikte Annem beni yorganlara da sardılar ve büyük açık ateşin yanında yatırarak ısıttılar. Kendiler de sabaha kadar ağladılar hiç uyumadılar. Benim en çok üzüldüğüm daha sonraları da anneme benim hiç bir faydam olmadığıdır. Umarım annem beni af eder, Allah da bağışlar !