SAYFALAR

16 Şubat 2024 Cuma

OSMANLI DÖNEMİNDE AVAKADO

Cehalet her dönem başımıza bela olmuştur. Yöneticiler de halkı istedikleri şekilde kullanabilmek için, onların cahil kalmalarını tercih etmişler. İşte Osmanlı döneminde olan ilginç bir olay; 

Avokadonun anavatanı Meksika'dır ve tarihi MÖ. 10 bin yıllarına kadar dayanır. Timsah armudu da denen bu meyve, oval şekildedir ve armuta benzer, oldukça insana faydalı bir meyvedir. Tropikal iklimde yetişen avokado bugün Türkiye'nin Akdeniz bölgesinde de yetiştirilir. Peki ya çok önceden de yetişiyordu da başına neler geldi?

Evet, yaklaşık 300 yıl önce Osmanlı'da da avokado yetiştiriliyordu. Osmanlı döneminde yaşayan 1688 doğumlu Molla Kamil Efendi, din alimi olmasına rağmen pozitif ilimlerle de ilgilenen bir beyefendi. Hatta ailesinin buna itiraz etmesine rağmen eğitim almak için Roma ve Paris'e kadar gitmiş, dini bilginin yanında ilmi bilgiyi de almış birisidir kendisi.

Molla Kamil Efendi, buralarda özellikle nebatiye ve ziraat ilimlerinde eğitim almış ve İstanbul'a geri dönmüş. Ağabeyinin aracılığıyla da sarayda bostancı başının yanında çalışmaya başlamış. Çalışkan ve azimli Kamil Efendi'nin dikkatleri üstüne çekmesi 1720 yılında yaşanan bir olaya dayanır.

Bu tarihte İstanbul'daki lale bahçelerinde nedeni anlaşılamayan bir hastalık tüm laleleri yok etmiş.

Dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da bu meseleyi çözmesi için Kamil Efendi'yi görevlendirmiş. O da öğrendiği bilimsel yöntemlerle hastalığı tedavi etmiş ve “Halaskaran-ı lalezar" lakabı ile sarayın takdirini kazanmıştır.

Ayrıca Kamil Efendi'ye müfakat olarak da Yalova'da ziraat çalışmalarını yapması için bir arazi tahsis edilmiştir.

Kamil Efendi'nin burada yaptığı en ilginç çalışma ise Fransa'da görüp çok beğendiği avokadoyu Anadolu şartlarında yetiştirmeye çalışması olmuştur.

Uzun uğraşlar sonucunda avokadoyu Yalova'da yetiştirmeyi başarmış ve mahsulünü saraya takdim etmiştir.

Kamil Efendi bunu yaparken avokadonun faydalı olduğunu, leziz bir tada sahip olduğunu söylemiş.

Meyvenin tadını beğenen Damat İbrahim Paşa verdiği davetlerde insanlara avokadoyu ikram etmeye başlamış ve moda haline gelen bu egzotik yiyecek kısa zamanda İstanbul seçkinleri tarafından benimsenerek sofralardaki yerini almış.

Ancak Kamil Efendi halkın da istifade etmesini istese de bu meyve halka inememiş, sadece yüksek zümredekiler arasında tüketilmiş.

Ancak avokado üretilmesi çok uzun sürmemiş.

1730 yıllarında Osmanlı Devleti'nde Patrona Halil isyanı çıkar ve isyancılar Damat İbrahim Paşa ve Kamil Efendi'yi zulmederek öldürürler.

Ayaklanmaya katılan bir grup, avokadonun timsah ile ağacın birlikteliğinden olduğu söylentisini yayar.

Avokadonun mekruh olduğu, Müslüman memlekette üretilmesinin ve yenilmesinin caiz olmadığı fetvası verilince de Yalova'daki bütün avokado ağaçları yakılarak yok edilir.

Türk tarihinde modern bir anlayışla çalışan bu bilim adamının yaptıkları böylelikle bir grup yobaz tarafından engellenmiştir.

Avokadonun faydalı bir meyve olduğunu tekrar keşfetmemiz ve ülkemize geri gelmesi de 250 seneyi bulmuştur. 

İşte cehalet böyle bir şeydir. Eğer halk cahil olursa duyduklarını hiç sorgulamadan hemen kabul ederler. Kandırılmaları çok kolay olur. Başkalarını kandırma yolu da dini inançlar yoluyla olur. Halk dindar olmalı fakat yapılan her dini telkinlere de inanmamalı. Akli ile düşünüp her şeyi sorgulamalı ve öyle hareket etmeli. Bilgilerinize.


10 Şubat 2024 Cumartesi

CAZI


Eski Türk inançlarında olduğu gibi, Doğukaradeniz de de bazı inançlar vardır. Mesela 'Cazı' isimli bir varlığa inanılır.

Cazı kimdir, nedir?

Gecenin geç saatlerinde, herkes uyuduktan sonra, girdiği küpün içinde, kimseye görünmeden havada giderek, köyde ki lohusa kadınları bulup, yanlarında yatan yeni doğmuş bebeklerinin ciğerlerini her zaman yanında taşıdığı agışı ile çıkarıp yiyen bir yaşlı kadındır. 

Havada küpün içinde giderken, daha önce mezarlık üzerinden alıp yanında kese içinde taşıdığı bir avuç toprağı, lohusa kadının yatmakta olduğu o evin üzerine geldiği zaman, evin üzerine serper. Mezarlık toprağı serpildikten sonra evde uyuyanların hepsi derin bir uykuya dalar ve uyanamazlar.  

Küpün içinde havada seyahat ederken yanında bebeğin ciğerini çıkarmak için kullandığı, küçük, bir ucu eğri kanca gibi agış dedikleri, özel yapılmış bir alet taşıdığına da inanılır. Esas agış dedikleri bir tarafı düz diğer ucu kanca gibi bükülmüş, açık ateşi karıştırmak ve ekmek yaparken pilekiyi kaldırmak için kullanılan demirden yapılmış ince uzun bir alettir. Cazı ise bebek ciğeri çıkarmak için onun küçüğünü bir yerden bulmuş ve onu kullanır.

Bebek ciğeri çıkaracağı eve yaklaşan cazı, odada annesinin yanında veya beşikte yatmakta olan 5-10 günlük taze erkek çocukların ciğerini agışı ile çıkarır yer ve çocuğun ölmesine sebep olur. Kendi de tekrar geldiği küpe girip çıkar geri evine gider.

Bir başka inanışa göre; Cazı bir evde yeni doğan bir 
bebeğin ciğerini çıkarmak için küpün içinde havadan eve kadar gittikten sonra, eve girerken 'Örümcek' şeklinde görünür. Bebeğin yanına örümcek olarak yaklaşır. Bu nedenle gece gördükleri örümceği hiç iyi saymaz ve hemen öldürürler.

Cazıdan korkanlar, yeni doğan bebeklerin hayatta kalmasını sağlamak için, bebek olduğu odada sabaha kadar hiç uyumadan nöbet tutanlar olur. Çünkü cazıların erkek olduğu odaya veya kocası ile yatan kadının yanına girmediklerine inanılır. Bir de bebeklerini bu cazılardan korumak için bebeğin uyumakta olduğu beşiğin içinde, yastığın altına tabanca veya bıçak gibi silahlar koyarlar. Cazı silahlardan da çok korkar ve silah olan yere asla yaklaşamaz. 

Çeşitli defalar güya bazı cazı ların bebek sahipleri tarafından yakalandıkları da anlatılır. Mesela birisi gece evinin duvarında bir örümcek görmüş. Örümceği yakalamak isterken o da kaçmak istemiş ve örümceğin bir bacağı kopmuş. Adam karanlıkta örümceği kayıp etmiş. Sabah olup gün ağardığında evinin ortasında bir bacağı kopmuş bir kocakarı yatarken bulmuş. Güya işte o cazı ımış. 

Yine bir baba odada saklanıp bebeği için beklerken cazı gelmiş. Tam çocuğun ciğerini çıkaracakken yakalamış ve cazı adamdan kurtulmak için çok yalvarmış, bir daha cazılık yapmayacağına yeminler etmiş. Adam da canını bağışlamış ve güya ondan sonra da doğan çocukları yaşamış. Buna benzer hikayeler de çok anlatılır.

Köyde cazı olan kocakarılar da tahmin edilerek bilinir fakat bir suç isnat edilmez, sadece dedikodusu yapılır. Bir de Cazı’lar çok çirkin olurlarmış. Onlara tekerlemeler de söylemişler; “Çat orada, çat burada, çat kapının ardında. Sabuna basasın, tepen üstü düşesin, mendebur olasın, sakat kalasın” diye.

Bir de cazıların her şeyi bildiklerine inanırlar. Çok dikkatli olup ta bir şeyi çok inceleyen insanlara 'Cazı gibi' yakıştırması yaparlar ve deyim haline gelen bu cümleyi çok kullanırlar.

Hikaye veya inançları ne derece doğru bilemem fakat gerçekten de akşamdan iyi iyi beşiğe girip te, ertesi sabah ölü olarak bulunan bir çok bebeklere o zamanlar rastlanılırdı. Bazı ailelerin peş peşe dört çocuğu, beş çocuğu bu şekilde öldüğü bilinmektedir.

Bu ölüm olayları gerçek fakat dedikleri gibi çocukları öldüren cazı değil de,
 ölmelerinin sebebi; gündüz ve gece hiç dinlenmeden çalışan Karadeniz kadını çocuğun annesi, gece çocuk ağlamağa başladığı zaman, memesini ağzına verip te yorgunluktan üstüne uyuyabilmesi neticesinde, meme çocuğun solunum yollarını kapatarak nefes alamadığı için boğulup ölümüne sebep olduğu ve anne bilmeden kazaen öldürebildiği bebeğinin ölümüne bir sebep bulunamayınca, suçu Cazı olarak adlandırdıkları bu hayalı varlığa yüklemiş olabilirler.

Dünyanın her tarafında ve her kültüründe buna benzer mitolojik olaylar vardır. Sanırım bu olaylar insanların başlarından geçen ve sebebini anlamadıkları bazı olaylar karşısında, zorunlu sebepler ile yarattıkları bazı hayali varlıklardır. Cazı da olmadığı halde 
insanlar tarafından korkulan ve olduğuna inanılan hayalı bir yaratıktır.


4 Şubat 2024 Pazar

HAYVANLAR VE DOĞA OLAYLARI

Eskiden büyüklerin torunlarına “Uluma, yağmur yağdıracaksın” demelerinin temelinde gerçekten hayvanlarla ilgili kadim bilgiler saklıdır.

Kurtlar yağmurlar gelmeden evvel uzun uzun ulurlar. Arkasından da fırtına olur ve yağmurlar yağmağa başlar.

Bunu aslında fırtınalı yağmuru haber vermekten ziyade çağırmak için yaparlar herhalde. Uluyarak fırtınayı çağırırlar ki yağmurdan sonra geyiklerin taze ot fışkıran açık bölgeye akın etmelerini ve onları avlamayı düşünürler.

Geyikler yağmurun etrafa yaydığı taze ot kokusunu alır ve ona giderler. Bunu bilen kurtlar da uluyarak fırtınalı yağmuru çağırırlar. Büyüklerin diline yerleşen bu sözün öz anlamı da bence budur.

Örümcek ağına dikkat etmek gerekir. Havaya güvenemeyenler, örümceğe rahatlıkla güvenebilirler. Yağışlı ve sert hava yaklaşırken örümcekler hisseder ve ya ağlarını terk eder ya da ağ üzerinde çok fazla hareketlidirler. Yaklaşan bol rüzgârlı ve yağmurlu havaya karşılık ağlarını güçlendirmek için yoğun bir çalışma safhasına girerler. Sakin hava şartlarında ise ağının ortasında durup avlarını beklerler. Sabah saatlerinde örümcek ağlarına çiy düştüğü görülürse gün içinde tertemiz ve taze bir hava yaşanacağı anlamına gelir.

Karıncalar da bu ilimden nasibini almış hayvanlardır. Genelde sağa sola koşuşturarak yiyecek arayışı halindeyseler, yağış yakındır, yağmura hazırlık yapıyorlar, fakat tek bir çizgi üzerinde dümdüz ilerliyorlarsa hava güzel, keyifleri yerinde demektir.

Sadece hayvanlar doğadan haber vermezler. Bazı doğa durumları da yeni hava şartları hakkında bilgi verir. Mesela Ay’ın etrafında parlak bir hare oluşur. Bu hare ertesi gün gelecek olan yağmurun habercisidir.

Otları okşamak da hava şartları hakkında doğru bilgi almak açısından önemlidir. Sabahları kapı önünde ya da etraftaki herhangi yeşillik bir alanda otlar okşandığında avuç içi kuru kalıyorsa, gece olmadan önce gün içinde yağmur yağacağının işaretidir. Bu işaretleri takip etmek bile insanın doğa ile bütünleşmesini sağlar. Bütünleşme ve uyumlanma ile birlikte insanın sezgileri de güçlenir ve hissetme duygusu artar.

Eski Türk avcıları üzerinde sayıların yazdığı takvimleri takip etmezler, doğanın işaretlerine göre zamanlamalarını organize ederlerdi.

Özellikle de yaprakların ağaçlardan düşme zamanı onlar açısından çok önemliydi. Ağaçların yaprakları sonbaharın ilk ayında düşmeye başlıyorsa, o yıl kış yumuşak geçecektir. Eğer ki sonbaharın ikinci ayında yapraklar düşmeye başlarsa, o yıl kış sert geçecek ve hayvanlar zor şartlar altında yaşamlarını sürdürebilecek. Bu şartlar altında av hayvanı bulmaları zor olduğu gibi, avlanma sırasında hayati tehlikeler de söz konusu olacaktır. Avcılar bu verilere göre önlemlerini alırlardı.

Doğayı anlamak için kuşların hareketlerini de gözlemek gerekir. Kargalar güzel havayı çok sever. Kara renkli oldukları için güneşin sıcaklığını daha çok çekerler ve bu onların enerjilerini çoğaltır. Enerjileri yüksekken havada eşleriyle birlikte uçarlar.

Çiftler halinde gökyüzünde uçan kargalar görüldüğünde, bu hem o gün, hem de ertesi gün mis gibi bir bahar havasının yaşanacağına işaret eder.

Eğer ki kuşlar sonbaharda ötmeyi kesmişlerse, kış mevsimi sert geçecek demektir. Çünkü kuşlar ötmeyi kesip sert geçecek kış ayları için hazırlık yapmağa başlamışlar, bu yüzden de susmuşlar demektir.

Hava yağmurlu olduğu halde kuşlar ötüşüyorsa bu durum yağmurun hemen dineceğine işaret eder. Yağmurda kuşlar ötmüyorlarsa, bu da yağmurun süreceği anlamına gelir.

İlkbaharda otlar boy atmaya başlarlar ve yaz mevsiminin başına kadar da uzamaya devam ederler. Otların boyu yaklaşmakta olan kış mevsiminde yağacak karın yüksekliğini gösterir. Bununla birlikte kışın sertliği ve uzunluğu hakkında da tahminler yürütülebilir.

Bir yıl kar ne kadar yoğun olursa, gelecek yıl o kadar bereketli, verimli ve ürünlü geçer.

Bulutlar ne kadar yüksekteyse, o gün o kadar açık ve temiz bir hava yaşanacak demektir.

Arılar sadece güneşli ve rüzgârsız havalarda dolaşıp polen toplarlar.
Rüzgâr ve yağmur bacaklarına yapışmış polenleri yıkayabileceği için kovanlarında kalmayı tercih ederler. Yağmur yağacağı, sis bastıracağı ya da rüzgâr çıkacağı zaman arılar ortalıkta görünmezler.

Koyunlar yağmursuz havalarda otladıkları için açık havada çayıra çıkarak etrafa yayılırlar. Bulutlar da tıpkı koyunlar gibi gökyüzüne parça parça dağılmış halde ve bembeyazsa o gün hava yağmursuz, sakin ve açık olacaktır.

Kedi köpek ve diğer evcil hayvanlar mutlaka doğa hakkında bir şeyler bilirler fakat insanlara bildiremezler. Konuşmalarımızın bir çoğunu anladıkları halde kendi bildiklerini insanlara anlatamazlar. Bazen uyarılar için kesik kesik havlamalar dışında hiç bir şey yapamazlar. Kendi aralarında anlaştıkları halde insanlarla iletişim kuramaz ve bildiklerini anlatamazlar. Eğer bu mümkün olsaydı belki de insanlar deprem olmadan çok önce haberdar olacaklar ve önlemlerini alacaklardı.

Velhasıl doğada her şeyin bir anlamı, manası var da biz insanlar bunu görüp çözemiyoruz. Hayatta en büyük dersleri hayvanlardan ve doğadan alıyoruz. 'Su iki molekül hidrojen ve oksijen birleşmesinden olur' diyoruz fakat doğada iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijeni birleştirip su yapamıyoruz. Ve dolayısıyla da kabul etmek lazım ki dünyada ki sırların hiç birini bilmeyen zavallı yaratıklarız.