SAYFALAR

21 Şubat 2020 Cuma

ÇOCUKTUM

Ihlamurlu Köyünde ki bazı aileler her yıl Mart Ayında, köyde ki evlerinden, Okura da ki 'merze' dediğimiz, mezra evlerine hayvanlarıyla birlikte göç ederlerdi. Okuraya Köyden gitmek için bir saatten çok yürümek gerekirdi. Araba yolu filan yoktu. O zamanlar Fındıklı Çarşısından Köyümüze de araba yolu yoktu ve çok uzaktaydı. 

Çarşıdan Çınarlı Köyüne kadar elle yapılmış çok kötü ve dar bir araba yolu vardı fakat bu yolda gidecek arabada yoktu. Kasabaya da yaya gidilir ve gelinirdi. Köyden çarşıya inmek için bir buçuk saatten çok zaman geçerdi.

Biz de her yıl köydeki işeri bitirip tarlalar sürülüp kazıldıktan sonra köy evimizi kapatır, gider mezra evimize yerleşir, Mart tan itibaren Okurada kalırdık. Temmuz Ayı başlarında ise hayvanlarımızla birlikte yaylalara çıkar, yaz boyunca bir veya iki kişi hayvanlarla birlikte yaylada kalır, diğerleri geri mezra evine inerek orada kalırlar ve kış hazırlıkları için çalışırlardı. Güz Ayları Ekim, Kasım da da esas köy evimize gider, kışı orada geçirirdik.


Ben ilk okula başladığım zaman Köyümüzün Okulunda bir tek öğretmen vardı Hakkı Bey. Sonra O gitti Artvinli Nurettin Bey geldi. Onlardan önce Sami Bey isminde bir eğitmen vardı fakat ben onun zamanında hiç okula gitmedim. Zaten hiç okula gitmekte istemiyor, korkuyordum. Önceki yıllarda dört beş yaşlarında iken birkaç gün kayıtsız okula gitmiş öğrenci arkadaşlarımla oynarken Sami Eğitmeni görmüştüm. Okulun bahçe tarafında alçak pencereli 'Öğretmenler Odası' vardı. İçeride genelde Sami Eğitmen olurdu ve çocuklar pencere camını kırdığı zaman, sandalyenin üzerinde uyuyorsa da cam sesine uyanır, başını kaldırır ve “Eni boyu kırk” diye bağırırdı. Böylece kırılan camın ebatını bildirirdi. 

Yine böyle bir zamanda çocuklar koşuyor, pencere çıkıntısı üzerine ellerini koyup, yukarı doğru atlayıp içeri bakıyorlar ve kaçıyorlardı. Bende onlara bakarak koştum ellerimi pencere kenarına koydum ve yukarı doğru sıçrayıp içeri bakmak isterken arkamdan kız ve erkek çocukların elleri ile beni göstererek bana yüksek sesle güldüklerini gördüm. Anlaşılan benim görülmemesi gereken bir yerim görünmüştü galiba. Çok utanmıştım. Oradan kaçıp doğruca eve geldim ve bir daha da okula hiç gitmedim.

Bir kaç yıl sonra okula kayıt olmama rağmen bir türlü gitmek istemiyordum. Öğretmen ile Babam kandırdılar ve sezon sonlarına doğru okula gittim. Sami Eğitmenden önce Babam Veyis te bu okulda uzun süre eğitmenlik yapmış, onun için babamı çok severlerdi fakat o zamanlar ben daha doğmamışım. İlk zamanlar ilk okul üçüncü sınıfa kadarmış. Üçüncü sınıfı geçen ilk okul mezunu sayılırmış. Sonra beşinci sınıf olmuş.

Köyümüzün Okulu iki sınıflı bir okuldu. 1-2-3. Sınıflar bir arada, 4-5. Sınıflar bir arada eğitim görürlerdi. Bir de öğretmenler odası vardı. Tek öğretmenimiz vardı ve her beş sınıfa da derse girer, eğitim yapardı. Ben öğretmenimi çok severdim. Çünkü kendisi bir yere gideceği zaman beni kendi yerine bırakır, diğer çocuklara ders anlatırdım. Ayrıca erken okuma yazma öğrendiğim için beni ikinci sınıfta olmam gerekirken üçüncü sınıfa atlatmıştı.

Okulumuzda 40-45 öğrenci vardı. Ben Köyümüzün çocuklarını hepsini de çok severdim. Hepsi arkadaşlarımdı. Zaten birbirimizi yaylalardan da tanırdık. Kız arkadaşlarımda vardı. Ama ben kız arkadaşlarımdan çok utanır, yanlarına gidemezdim. Samimi olduğum arkadaşlarım Mollaloğlu Rasim. O hocaydı. Sonraları camide müezzinlikte ederdi. Hocoğlu Osman. Onunla çok iyi arkadaştık. Aynı masada oturur hatta bulduğumuz bir fındığı bile böler birlikte yerdik. Teneffüslerde 'keşaf veya esir almaca' dediğimiz bir oyunu oynar koşturur dururduk. Osman'ı pek yakalayamazdık O rüzgar gibi koşardı. Bazen öğlen onun Lazlıkta ki evine gider, annesi yumurta kırar birlikte yerdik. Annesi bazen Lazca bir şeyler söyler ben anlamazdım, Osman bana sonra anlatırdı. Bir seferinde bizim evde yemek yerken pekmez şerbetini dökebilmiş, Babaanneme karşı çok mahcup olmuştu Osman.

Bir seferde öğleden sonra öğretmenimiz derste ders anlatırken ve bizde dersi dinlerken birden ‘tak tak tak’ diye sınıfın kapısı bir kaç defa çalındı. Öğretmen kapıya doğru döndü ve “gel” diye bağırdı. Beyaz renkte, boynunda kırmızı bez bağlı olan bir koyun içeri girdi. Bizlerin önünde biraz durakladıktan sonra sağa sola baktı ve bir iki defa “Behhee, behhe” diye bağırdı. Öğretmenimiz ve 25-30 öğrenci neler olduğunu anlamak için sessizce koyunu gözlerimizle takip ediyorduk. O bir kaç defa daha bağırıp doğruca yanımda oturan Osman’ın yanına gelmiş ve ona sürünüyordu. Herkes yüksek sesle gülmeğe başladılar. O zaman anladık ki o koyun Osman’ın koyunuymuş. Ta Lazlıkta evlerinden kaçmış, yalnız başına okula gelmiş, derste Osman’ı bulmuştu. Koyun akşam tatiline kadar okulda kaldı ve evlerine Osman ile birlikte gittiler. Hepimiz hayretler içinde kalmış, koyunu da çok sevmiştik.

Birkaç gün sonra Osman benden sırt çevirmiş, konuşmuyor, hatta masada yanımda oturduğu yerden arka sırada başkasının yanına taşınmıştı. Ben oynamak için yanına gidiyordum fakat o benden uzaklaşıyordu. Artık anladım. Osman beni sevmiyordu. Birkaç gün hiç konuşmadık. Ben hep konuşsak istiyordum. O benimle konuşmuyordu. Bir gün peşinden koştum. Yakaladım ve ilerde birlikte bahçeye düştük. Daha bırakmadım kaçamadı. “Benle konuşmayışının sebebini söyleyeceksin.” Dedim. “Rüyamda seninle oynarken düştüm ve 'çatmaya' saplandım. Onun için bundan sonra seninle daha hiç oynamayacağım ve konuşmayacağım.” dedi. Aradan bir zaman geçtikten sonra rüyasını unuttu mu bilmem, yine yanıma geldi, masamda oturdu ve yine can ciğer arkadaş olduk. ‘Çatma’ çeper yapmak için dikine dikilen kazıklara derler.

Mezraya göç ettiğimiz zamanlarda okula gitmek için sabahtan erken kalkar, bezden diktiğimiz çantanın içine kitaplarımızı, defter ve kalemlerimizi koyar, bir parça da mısır ekmeği alır, çantayı ipinden boynumuza asar, o küçük bacaklarımızla üç-dört arkadaş birlikte dere içlerinden bir saatten çok yürüyerek, köprüler geçerek okula giderdik. Bazen üst yoldan Hamitlerin kapısı dediğimiz yoldan gider, bazen de orta yoldan Civeleklerin kapılarından giderek, oralarda oturan arkadaşlarımızla buluşur, hep beraber toplu olarak neşeli bir şekilde okula giderdik. Okul paydos olduktan sonra da aynı şekilde geri Okura da ki evlerimize giderdik.

Bir yıl Mezramız Okura da ki evimizde kalırken Mart Ayında çok kar yağdı. Ben üçüncü sınıfta okuyordum ve sekiz yaşlarındaydım. Karda Okura dan okula bir kaç gün velilerimiz götürüp getirdiler. Çünkü karda iz açıp yürümek çok zordur. Hele yokuş yukarı hiç yürünmez. Bir Perşembe günü arkadaşlarımdan kimse okula gelmediler. Ben evden çıktığım için bir daha geri dönmedim ve o uzak yollardan tek başıma karda okula gittim. Okulda iken kar yağışı daha da devam etti ve yollar tamamen kapandı. Nurettin öğretmen bana akşam olmadan izin verdi. Okuraya gitmek için yola düştüm. Dere içinden yürüyerek mezramız Okura da ki evimize gidiyordum.

Dere yolunda evi olan Şükru Amca yolda rastladı. Evinde kalmam için ısrar etti fakat ben istemedim. Hala daha öyleyim, başkasının evinde rahat edemem. Uzuna göl dediğimiz yerin üstüne yanı Gülinin Düzüne geldiğim zaman annemin sesini duydum. O bana sadece ‘Ali’ derdi. Üç-dört defa arkamda ki ırmak tarafından çok net olarak beni çağırdı. Geri dönerek üzerine oturan karların eğdiği ağaç dallarının aralarından yol boyu bakmağa çalıştım fakat kimseler yoktu. Annemi göremedim. Bir iki dakika bekledim. Arkamdan geliyorsa yetişsin diye ayak astım. Gelmedi. Yavaş yavaş karların içinde yoluma devam ettim. Kar artık belime kadar geliyor ve zor yürüyordum. Mandermosa geldiğim zaman tamamen ümidimi kestim. Oradan yukarı yolun tamamı yokuştu çıkmam imkansızdı. Gittikçe kar zaten çoğalıyordu. Yırtık pırtık olan elbiselerim tamamen ıslanmış karda yürümemi de engelliyordu. Oralarda kalacak veya eğlenilecek hiçbir yer de yoktu. Her taraf ıssız, sessiz, sadece karların arasından akan derenin sesinden başka hiçbir ses te duyulmuyor, o ses te insana ürperti veriyordu ve en önemlisi de artık akşam olmuş karanlık başlamıştı.

Orada, dereyi karşıya geçmem gerekirdi. Çok uzun ve geniş, tek parça bir ağaç yontulmuş, arkası delinmiş ve dere götürmemesi için kalın zincirle büyük kayaya bağlanmış, yüksek taşın üzerinden karşı taraftaki taşın üzerine atılmış korkuluksuz bir köprü vardı. Bazen yağmur yağınca dereler taştığı zaman su alır götürür, karşı tarafa geçilmezdi. Onun için zincirle bağlamışlardı. Köprünün üstü kalın kar tabakasıyla örtülmüştü, karşıya geçmeğe cesaret edemedim. O köprünün ayağında biraz oturdum. Hala daha Annem gelir diye ümidim vardı. Çok uykum geliyordu. Uykum gelince korktum. Orada uyuya kalırsam yabanı hayvanlar parçalayabilir diye düşündüm. Hem alttan akan dereye de düşebilirdim. ‘Donmak’ hiç aklıma gelmedi veya bilmiyordum. Yerimden kalktım. Yavaşça ayak izleri yaparak köprüden karşıya geçtim. Yavaş yavaş boyum kadar karların içinde sonuna kadar devam etmek istedim.

Tam o sırada ‘Ohoooo’ diye bir ses duydum arkamda. Geri dönünce gördüm komşumuz Ethem Amca köprünün üstünden geliyordu. İşleri varmış, çarşıya inmiş ve geri geliyormuş. Onu görünce çok sevindim ve hemen Annemi sordum. Hiç kimse olmadığını sadece bazı yerlerde kapanmış benim ayak izlerimin olduğunu söyledi ve bana bu havada yola düşülür mü diye çok kızdı. Eğer O gelmese benim işim bitikti. Önüme geçti. Gidemediğim yerlerde beni omuzuna alarak düşe kalka Pehlül Amca nın kapısına kadar çıktık.

Onlar daha mezraya gelmemiş evleri boştu. Oradan da devam ederek Ethem Amca’nın evlerine kadar geldik. Ethem Amca da artık tamamen bitmişti. O evlerinde kaldı. Hanımı Saniye Hala benim süt annem olur. "Güli bu çocuk daha yaşamaz ölmüş." diye ağlaya ağlaya sayim sayıp benim üzerimde ki elbiselerimi soydu. Çobanların yağmurdan korunmak için kullandıkları, 'kabalağ' dedikleri su geçirmeyen yünden yapılmış kalın keçeye sardı. Ben konuşamıyor, devamlı tır tır titriyor, dişlerim bir birine vuruyor ve ‘tak tak tak tak’ diye sesler çıkarıyordu. Sonra sırtına aldı, gece karın aydınlığı ile kendi evlerinin önünde ki tepeye kadar götürdü.

Annem yatmamış beni bekliyor, elinden de bir şey gelmiyor, arada bir kapının üstünden karanlığa doğru ‘Aliiii’m, nerdesin’ diye bağırıyordu. Evde olduğuna göre demek ki yolda beni çağıran Annem değilmiş. Saniye Hala Annemin sesini duyunca yirmi otuz metre mesafeden bizim eve, anneme seslendi “Köpeği bağlayın. Beni ısırmasın. Ali iyidir. Yanımdadır.” dedi. Annem ile Ablam düşe kalka ağlayarak karşı geldiler ve beni aldılar. Saniye Hala oradan geri döndü evine gitti.

Beni o gece keçenin içinden hiç çıkarmadılar. O gece Ablam ile birlikte Annem beni yorganlara da sardılar ve büyük açık ateşin yanında yatırarak ısıttılar. Kendiler de sabaha kadar ağladılar hiç uyumadılar. Benim en çok üzüldüğüm daha sonraları da anneme benim hiç bir faydam olmadığıdır. Umarım annem beni af eder, Allah da bağışlar !

16 Şubat 2020 Pazar

BU KUŞ

İlkbahar aylarından biriydi. Üç veya dört yaşlarında küçük çocuktum. Eski evimiz çubukla dokunmuş, üzeri toprakla sıvanmış, Büyük Dedem Yakup tarafından ilk defa köye gelip yerleştikleri zaman yapılan kerpiç bir evdi. Hatta ‘Ğayat’ dediğimiz salon kısmına geçerken kapının her iki yanlarında yerden tavana kadar küçük dolap gözleri vardı. Evin üst kısmına da ‘Onçğone’ derdik.

Ben gündüz evde yalnız kaldığım veya her fırsat bulduğum zaman o dolap gözlerine basarak ta evin çatı katına çıkar, eskiden kalma bir şeyler arardım. Orası biraz karanlık ve açık ateş yandığı için 'Çola' dedikleri kurumla kaplı olduğundan, mutlaka yüzüm gözüm simsiyah kurum olur fakat mutlaka da hoşuma giden bir şeyler bulurdum.

Bir seferinde bir tabanca kılıfı ile bir de namlusu ve el kundağı kesilmiş tabanca şekline getirilmiş tek fişek atan, bir tüfek bulmuştum ve çok sevinmiştim. Çocukluğumdan beri silahları çok sever, hatta şemsiye demirlerinden kendim bile ‘evzalı’ dedikleri silahlar yapar, barutla doldurur, düğünlerde patlatırdım. O bulduğum tüfeğin yayları çürümüş çalışır durumda olmadığı halde ben büyüyünceye kadar saklamıştım. Çok sonraları anladım ki o tüfek İngiliz yapımı Hanry Martini marka Levir Ekşin şeklinde çalışan bir tüfekti. Demek oluyor ki Dedem Ali veya Babası yanı büyük Dedem Yakup bu tüfeği keserek belde tabanca gibi taşınır hale getirmiş ve öyle kullanıyormuş.

Daha sonraları bu eski evi onarmak için, Babam Lazlardan Mutinoğlu Hilmi Amca’yı usta olarak getirdi. Bu evimizin üst kısmını tamamen yıktılar ve biraz daha büyüterek taş dolma ev yaptırdı. O esnada odaların hepsini de donattırdı. Taş dolmaları derede sert taşlardan ustalar kırdılar ve onları dik dörtgen şekline getirip, imece usulü ile kapımıza komşularla hep birlikte taşıdılar. Ev üzerinde daha önceden hazırlanan yerlerine ustamız olan Hilmi Amca yerleştirdi. Bu dolma taşların çevresini de beyaz kireç harcı ile sıvayıp beyaz görünmesini sağladı. 

İç kısımda da salon kısmına geçmek için kullanılan kapıyı çift kanat kapı yaptırdı. Hilmi Amca oralarda çalışırken ben de her yaptıklarına dikkat ediyor, peşlerine dolanıp duruyordum. “Bana bir çift çorap vermezseniz bu kapıyı çivi ile çakacağım ve salona giremeyeceksiniz.” Diyordu. Ben de ağlıyordum. Babam duyunca “Çocuğu korkutup ağlatma.” Diye uyarmıştı Hilmi Amca’yı. Sonra O da beni sevmiş ve kandırdığını söylemişti. Sonraları köyün camisine gittiğim zaman gördüm, Hilmi Amca camide imamlık ta yapıyordu.


Tabi bizim evde usta çalışırken işlerini bitiren veya evde işlerinden kaytarmak isteyen komşularda gelir, ustanın yanında toplanırlar, her türlü muhabbeti ederler, eğlenirlerdi. Bir taraftan da bazen Babama yardım ederler, bir kişi yüksek tezgahın üstüne çıkıp üstten, bir kişi de alttan çeker hızar biçerler, evde kullanmak için tomrukları tahta ederlerdi. Oturdukları zaman ettikleri muhabbetleri dinlemek benim çok hoşuma gittiğinden bende tabi hiç birini kaçırmaz, her söyleneni can kulağıyla dinler, her yaptıklarını da takip ederdim.

Bir akşam üzeri evleri hemen evimizin yakınında olan komşumuz Yusuf Amca geldi. Ona Hafızın Yusuf derlerdi. İyi bilmiyorum fakat Dedesi filan hafızlık yapmış olabilir. O gün ustalık yapan Hilmi Amca gelmemişti. Usta olmayınca Yusuf Amca da pek eğleşmedi. Ben kendisine bir iskemle verdim, hemen evin önünde bir ot bardisinin yanında biraz oturdu. Babamı bekledi fakat Babam da gelmeyince kalktı gitti. O zamanlar güz aylarında evin yakınlarına kazıklar dikilir, kışın hayvanlara vermek için, toplanan otlar bu kazıklara sarılır, uzun süre bekletilirdi. Buna ‘bardi’ derlerdi. Otlar bardi yapılarak öylece İlkbaharlara kadar saklanırdı çünkü yağmur suları bardinin içine giremez, otlar çürümeden uzun süre kalırlardı ve lazım olduğu zaman bardiden bağ bağ alınır hayvanlara verilirdi. Bu nedenle evimizin yakın çevresinde ot ve hayvanların altlarına sermek için eğrelti otu bardileri de bulunurdu.



Ertesi gün aynı saatlerde Yusuf Amca tekrar geldi. Akşam olmuş, usta sofrada yemeğini yiyordu. Israr etmelerine rağmen Yusuf Amca sofraya oturmadı. Kapıda ki o bardilerin yanında düzlükte oturan diğer adamların yanına gitti ve selam verdikten sonra oturdu.

Oturanlardan bazıları babamın kaçak tütününden sardıkları sigarayı içiyorlardı. Yusuf Amca sigara içmezdi. Babamın da kocaman tütün tabakası ve kav çakmağı düzde bir iskemlenin üzerinde dururdu. Her gelen eline alır, açar, tabakanın kapağını sol elinde dört parmakları arasında tutar. Baş parmağı ile işaret parmağı arasına içinde bulunan beyaz küçük sigara kağıtlarından bir tane alır. İçine tütün koyar. Kağıdı kıvırıp tütüne sardıktan sonra üstte kalan kısmını dili ile ıslatır ve alt kısmına yapıştırır, bir sigara sarardı. Tabakayı kapatıp tekrar eski yerine iskemlenin üstüne atarlardı. Sardığı sigarayı ağzına götürür, iki dudaklarının arasında tutar. Sonra yerden ‘Kav Çakmağı’ nı alırdı. 

Kav Çakmağı, Yün ipliğinden örülmüş bir kesede olurdu. İçinde ki malzemelerin dökülmemesi için uzunca bir parçası ve ipi olurdu. Kullanacakları zaman bu ipi çözer, kesenin örme kapağını geri çevirirler. İçinde bir parça kav, sert bir küçük taş parçası ve demirden özel yapılmış ‘B’ harfine benzer küçükçe bir demir bulunurdu. Kopardıkları küçük kav parçasını o küçük çakmak taşının üzerine koyup sol elleri ile tutarlar ve sağ elleriyle o demir parçasını taşa kuvvetli bir şekilde yukarıdan aşağı doğru vurarak, çıkan kıvılcımların kavı tutuşturmasını sağlarlardı. Kav tutuştuğu zaman etrafa çok tatlı bir koku yayılırdı.

Tutuşan kavı sigaranın ucuna koyarlar ve yanmasını sağlayıp sigaralarını içerlerdi. Hemen Yusuf Amcadan başka orada olanların hepsi bu şekilde birer sigara sarıp kav çakmağı ile yaktılar. O zamanlar çay içmek yoktu. Çayı hiç kimseler bilmezdi. Hatta çay tohumu bile yoktu. Gelen misafirlere meyve ikram edilirdi. Babaannem üzüm pekmezi şerbeti etti ve getirip herkese verdi. Hatta ben misafirlere yetişmez diye önce almak istemedim fakat Babaannem beni çok sever ve büyük adamlardan hiç ayırmazdı. Bu da benim çok hoşuma giderdi. Bana da almam için ısrar edince ben de aldım ve o büyük adamlarla birlikte içtim.

Şerbeti içerken Yusuf Amca anlatmağa başladı. Babamın ismini vererek orada bulunanlara anlatıyordu. “Çe Veyis, dün akşam ben yine geldim de sizler yoktunuz. Tam akşam üzeriydi. Aynı bu yerde bardinin yanında tek başıma biraz oturup sizleri bekledim de, o zaman ha bu taraftan, ha böyle bir kuş geldi. Az kalsın yüzüme çarpacaktı. Ben kafamı ha böyle yana kaçırdım, çarpamadı. Yakalamak için elimi bir iki defa uzattım fakat yakalayamadım. Şu tarafa doğru çok hızlıca uçtu gitti.” Dedi. Orada olan herkes yüksek sesle gülüştüler. Bizim oralarda adettendir bir şey anlatılırken erkeklere 'Çe', kadınlara 'Ka' diye hitap ederlerdi.

Yusuf Amca ömrünün çoğunu İstanbullarda geçirmiş, çok maceralar yaşamış bir insandı, onun için anlattıklarına pek inanmazlar ‘ilaveli konuşuyor’ derlerdi. Hilmi Amca hemen söze karıştı ve “Yahu Yusuf ha böyle olur olmaz konuşuyorsun da, senin için ‘yalancıdur’ diyorlar. Hiç öyle bir şey olur mu? Kuş havadan uçarak gelip te yerde ki insana çarpar mı? Veya havada uçan kuş hiç el ile yakalanır mı?” dedi.

Daha sözünü bitirmişti veya bitirmemişti ki, kimsenin konuşmasına fırsat kalmadan bir mucize oldu. Havadan o kuyruğu dikine olan, bizim oralarda ‘çurça kuşu’ dediğimiz çalıkuşu, orada oturanların arasından geçerek hızla tam Yusuf Amca’nın önüne geldi. Yusuf Amca birden sağ elini havaya kaldırdı ve hemen önlerinde ki bardinin tarafına doğru bir kez salladı. Hiç kimse ne olduğunu anlamadan, sol elini de getirerek, sihirbazların yaptığı gibi, sağ el avucundan sol eline küçük tüylü bir şey aldı. Gülerek orada oturanlara uzattı ve; “Aha işte bu kuş idi da.” Dedi. Sol elinin içinde kurtulmak için çırpınan ve çeşitli sesler çıkaran küçük bir kuş vardı. Yusuf Amca o bir gün evvel aynı yerde gördüm dediği kuşu havada eliyle yakalamıştı galiba.

Herkes hayretler içinde şoke oldular ve bir iki dakika hiç sessiz Yusuf Amca ya bakarlarken, Yusuf Amca yine sessizliği bozdu. Elinde ki yakaladığı o kuşu Hilmi Usta'ya uzatarak “Hilmi sen anlarsın, al buna bir bak, bir incele ki gerçek kuş mıdur? Yoksa değil midur?” dedi. Kuşu elden ele gezdirdiler ve orada bulunanların hepsi baktılar. Gerçek çalıkuşu. O zavallı hayvanda hala canlı ellerinde çırpınıyor, kıyametler koparıyor, kurtulup serbest kalmak istiyor, kalbi küt küt atıyordu. 

Kuşu serbest bıraktılar. Bağıra bağıra uçarken havada birde pisledi ve hemen yandaki armut ağacının dalına kondu. Uzaklaşmadı. Hem zor sesle bağırıyor, hem de dönmüş orada oturan bizlere bakıyordu. Kendisi gibi başka bir kuş daha geldi. Bizler oradan gidinceye kadar bağırıp durdular. Hilmi Amca ayağa kalktı ve Yusuf Amca'nın boynuna sarılarak “Senden çok özür dilerim, Yusuf.” Dedi. Diğerleri ise “Yusuf sen bir numara yaptın. Yoksa böyle bir şey olamaz.” Diyorlardı ve bir türlü inanamıyorlardı. Karanlık olunca da herkes kalkıp evlerine gittiler.

Ben ve ben den beş yaş kadar büyük olan İrfan Ağabeyim ertesi gün akşam o saatlerde yine o ot bardisini gözlüyorduk. Çünkü bu olanları o küçük aklımızla çok merak ediyorduk. Aynı saatlerde aynı kuş tekrar geldi. Yan tarafta ince bir erik dalına kondu. Kafasını ve kuyruğunu sallayarak sağa sola bakıp etrafı gözledikten sonra birden bardinin içine girdi. Arkasından biz de o girdiği yerin önüne gittik. Bardide ki ot bağlarını usulca aralayınca mesele anlaşıldı.

Orada kuşun yuvası vardı. Yanında kendi gibi başka bir kuş daha vardı. Sarılmış yatıyorlardı. Bizden ürkmüş olacaklar ki kuşlar uçtu gitti. Yuvada üç tane tüylenmemiş yavruları vardı. Onlar orada kaldı. Kuşlarda uçup uzaklara gitmediler. Hemen yakında ki daldan dallara konup kıyametleri kopardılar. Nerdeyse bağıra bağıra kafalarımıza çarpacaklardı. Demek ki dün bu kuşlardan biri yuvasına gelirken bu anlattığım olaya sebep olmuştu.

Yorumlar:

Ayşe Şimşek
Ellerine emeğine sağlık harika anılar Recep abi çok güzel olmuş heyecanla sonuna kadar okudum süper siz bu güzel anılarını zi bir kitapta toplayın ben ce
Mustafa Münir Atagün
Teşekkürler, Recep
Hepimizin yaşadıklarını ne güzel yazıyorsun. Cengizin Ablası Hadiye ablanın düğününde bizim evin ğayat’i çöktü, millet ağer’in üstüne düştü.
Kuşların evcilleştirilebileceğini ben de yaşadım. Yıllar önce Ankara da pencereye gelen güvercini eve alıp besledim. Git diye gagasına vuruyordum, gitmiyordu.
Hanım kirletiyor diye kızıyordu.
Halime Gülten Çepni
Hocam sen yazar olmalıymişin çok gğzel yaziyorsun bir kitap yazssana çok zevkle okuruz çocukluğumuzu yaşiyoruz okurken elşne sağlık
TC Mehmet Telci
HERZAMANKİ GİBİ MUHTEŞEM AĞABI YÜREĞİNE SAĞLIK
Hediye Akkaya Ergüven
Gene hikaye tadında bizlerin de yaşadığımız şanslı o canım eski anıları okuduk..
O3xone..xayat ( cumba) şimdiki. Ya o hepimizin saklandığı ve bazan yarsmazlukla yaktıgimiz bardi..Çocukluğumuzun güzel anıları canlandı. Yüreğine sağlık abi 🖒
Recep Öztürk
Geçen sefer yeni yazacağımı merakla beklediğinizi yazmıştınız. Takdirleriniz için çok teşekkür ederim. Güzel kardeşim. Her şey gönlünüzce olsun.
Ahmet Akyaşar
Teşekkürler,çok güzel.Heyecanla ve zevkle okudum.
Mustafa Emiroglu
bardıyı biliyörüm,hatırladım,
Yıldız Gülten Akdeniz
Recep ali abi ağzına ,kalemine sağlık çok güzel yazmışsın. Selam ve sevgiler.
Nejla Aslan
Çok güzeldı çocukluğumu bir kez daha yaşadım
Hanife Çamlıca
Çok güzel.çocukluğum aklıma geldi.nerde o günler.nerde o yaşantılar.buldukça şımardık.dostluklar,akrabalıklar,komşuluk da kalktı.şimdi de evde oturuyoruz.rabbim en kısa zamanda normal yaşantımıza dönüştürsün inşallah.
Avni Ertaş
Çurça....bir hikaye dinlemiştim.. babam anlatırdı.. örnekleme tadında...
Allah ceza olsun diye bu kuşu yanına çağırmış veee...bana bir dal parçası getir..ne uzun...ne kısa ne de orta boy olsun... demiş..... işte o gün bu gündür.... sürekli çalılık larda gezinir durmuş....
Namık Kemal Bayraktar
Çocukluğumuzun köy yaşantısı için çok değerli bilgiler içeren yazınızı ilgiyle okudum,kaleminize sağlık.Komşu köyden olduğu için Hilmi ustayı çok iyi hatırlıyorum.Sevilen bir insandı.Hepsine Rahmet diliyorum.
Namık Kemal Bayraktar
Recep bey teşekkür ederim.Yazmaya devam edln.Umarım iyi günlerde yeniden görüşürüz.Selam ve sevgiler.

12 Ocak 2020 Pazar

İNANDIRAMADIM

Bilmiyorum sizlere hiç oldu mu? Hayatta hiç aldandınız mı? Veya kesin gözlerinizle gördüğünüz bir şeyi, başkalarının telkini ile ‘acaba yanlış mı gördüm veya yanıldım mı’ diye düşündüğünüz hiç oldu mu? Şahsen bana çok kereler oldu. Bazen gerçekten yanıldığım da oldu fakat çok kere de gerçek olduğu halde, o olayın olmadığını bana zorla kabul ettirdiler. Zorla deyince kaba kuvvetle değil de telkinle, söyleyerek. Bir seferinde kendimden gerçekten şüphelendim ve başka zaman birkaç defa, başka benzer olaylar ile sağlıklı olup olmadığımı anlamak için kendimi test ettim. 

Ben Rize Fındıklı Ihlamurlu Köyündenim. Bu köyde doğup büyüdüm. Çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları bu köyde geçti. Şimdi ise Ankara’da evim var. Kışın orada, Yaz aylarında Rize de ki bu köyüme gidip dört beş ay orada kalırım. Babamdan bana kalan eski ev de ben dışarda olduğumdan ilk zamanlar büyük ağabeyim kalırdı. Ben her köye gittiğim zaman ağabeylerimden birinin yanında kalırdım. Daha sonra onlar kendilerine ev yaptırdılar ve eski bana ait olan evi boşalttılar. Bu nedenle eski ev uzun süre boş kaldı. Daha sonra bu eski evi, yeniden yaptırarak ben kullanmağa başladım.

Evimi yaptırmadan beş altı yıl kadar önce Bir Kurban Bayramının arife günü Ankara dan köyüme gittim. Eşimle birlikte İrfan Ağabeyimin evine yerleştik ve ben, biraz yukarıda olan virane kalmış, eski evimi gidip görmek istedim. Eşim yorgun olduğunu ve karanlık olduğunu ileri sürerek benimle gelmek istemedi. Ben tek başıma yukarı çıktım. Avlusunda daha önceden sakladığımız anahtar ile kapısını açtım ve içeri girdim. Salonu ve bütün odalarını dolaşarak elimdeki fenerle kontrol ettim. En azından eski anılarımdan bazılarını hatırlamağa çalıştım. Her şey normal, uzun zamandan beri boş duran ev biraz yağmurdan hasar görmüş tahtaları çürümüşse de yıkılmamış. İyi. 

Merdivenlerden indikten sonra bizim eski evlerin alt kısmında hayvanları bağladığımız ahır denen kısım bulunur. Ahırın kapısını açıp kapı üzerinden elektrik tutarak içeri öyle bir baktım. Baktığım zaman da içeride, sağ tarafta siyah renkli bir inek bağlanmış, ayakta duruyordu. Hayvan ben gidince hatta geri döndü, bana baktı. Tam hatırlamıyorum fakat belki de bir de bağırdı. Benim ahırıma izinsiz kim inek bağlamıştı? Geri ahırın kapısını kapattım ve aşağı kalacak olduğum yere İrfan ağabeyimin evine indim.

O ineğin kime it olduğunu sordum. Ağabeyim İrfan bilmediğini belirterek, "Bağını çözüp dışarı atsan." dedi. Yeğenim Yılmaz, orada inek olmadığını, gözüme göründüğünü söyledi. Demek ki onların da haberleri yokmuş. Çünkü benim orada ki arazilerimden ve evimden onlar sorumluydu. Ben tabi gözlerimle gördüğüm için iddia ettim. Yeğenim Yılmaz da 'yok' dedi. O kadar merak ettim ki, acaba yoktu da ben gerçekten öyle mi gördüm? Yanıldım mı? diye. Onları da alıp eve bir daha çıkıp ineği onlara da gösterecektim fakat çok yorgun olduğumdan üşendim, bir daha çıkamadım ve yattık. 

Ben yorgunluktan doğru dürüst uyku da uyuyamadım. Sabah bayram namazı kılmak için camiye çıkarken, akşamdan ahırımda iple duvara bağlı olarak gördüğüm ineği Ağabeyime de göstermek için birlikte benim evime geçtik. Ama çok enteresan, o akşamın gördüğüm inek ahırda yoktu. İnek değil hiç bir başka canlı da yoktu. Yerini inceledim, ip bağı olmadığı gibi bağlandığına dair bir emare de yoktu. Gerçekten akşamdan inek olsa, o saatte kimse gelip ineği götüremezdi. En azından bağlandığı ip orada olurdu. Hiç bir şey yok. Hay Allah ne ise. 

Camiye çıkıp bayram namazını kıldıktan sonra geri eve indik fakat bu gördüğüm inek devamlı benim aklımı kurcalayıp duruyordu. Acaba ne olmuştu? Ağabeyim de ineği göremeyince gece karanlıkta gözüme öyle göründüğünü söylüyordu. İş şimdi maddi varlıktan çıkmış maneviyata dökülmüştü. Durup dururken insanın gözüne inek görünür muydu? Çıldıracaktım. O koskoca inek hakikaten benim gözlerime mi görünmüştü? Yoksa yalan dediğimi yüzüme karşı söyleyemiyorlar, bana öyle mi diyorlardı? Kesinlikle ahırda inek olmadığını, benim gözüme göründüğünü iddia ediyorlardı. Halbuki siyah renkli bir ineği, benim evimin ahırında sağ tarafta ip ile bağlı olduğu halde gözlerimle görmüştüm. Her kime anlattıysam fikir yürütmüyorlar sadece gülüp geçiyorlardı.

Bu olayı çok düşündüm. Her karşılaştığım yerde herkese anlattım. Bu sırada eşimde bu olayın üzerine bu kadar çok düştüğümden sıkılmış olacak ki, onların tarafını tuttu ve ‘biz o akşam eve birlikte çıktık, inek filan yoktu.’ Dedi. İnsanın en çok inandığı ve güvenebileceği kişi eşidir. O da öyle söylediğine göre yanlışlık galiba bende diye düşündüm fakat o akşam eşim yanımda eve çıkmamıştı. Yanılıyor veya başka bir günün akşamını hatırlıyor olabilirdi. Öyle düşündüm ve o düşünce beni biraz rahatlattı. Allah Allah ben ineği iki gözlerimle kendim görmüştüm. Şimdi kendi gördüğüme mi inanayım, yoksa onların anlattıklarına mı, 'yok canım gözüne göründü.' demelerine mi inanayım? Yoksa delirdiğime mi? Hangisine?

Üç seneden fazla zaman geçti. Olay zaman zaman aklıma geliyor, düşündükçe de çok merak ediyordum. Uzun zaman hafızamdan silinmedi. Aslı da anlaşılamadı. 

Bir gün Eşim, Ben ve Yeğenim Osman ile köyde ki evimin balkonunda otururken, hala daha boş olan ahırın kapısı kendiliğinden geriye doğru açıldı ve komşunun köpeği ahıra girmek istedi. Biz köpeği kovarak oradan uzaklaştırdık ve ahırın kapısını kapattık fakat bu inek olayı da benim aklıma geldi. Yanımda ki Yeğenim Osman'a üç sene önce olan bu inek meselesini anlattım. Demek ki daha önceden başkalarından bu konuyu duymuş olacak ki, bana ne dedi biliyor musunuz? “ Ya.. Amca ertesi gün bayramdı ya. Ben kurbanlık aldığım ineği getirdim, gece senin bu ahırına bağladım. Dört beş saat durduktan sonra sabah olmadan alıp kurban keseceğimiz yere, Lazlık ta ki Mollaloğlu Ömer’in kapısına götürdüm. Sen Ankara’da ki adam gelip, o ineğe burada hemen nasıl rastladın? O akşam ineği senin ahırına ben bağlamıştım.” Dedi.

Ahah.. Allah Allah..sanki yeniden dünyaya geldim. Durdum. Yüzüne iyice baktım ve “Nasıl oldu bir daha anlatsana.” Dedim. Defalarca anlattırdım Yeğenim Osman'a. Sonra da “Doğru anlatıyorsun değil mi yeğenim?” diye sordum ve her iki yanaklarından öptüm. Bilmiyorum. Belki benim gönlümü yapmak için yalan anlatmiş ta olabilirdi fakat o anlattığı bana yetti. Anlattığı da doğru. Ben ondan sonra kendisine de kendime de inandım ve güvendim. Delirmemiştim. Bende her hangi bir noksanlık yok. Sadece gözlerimle gördüğüm bir olayı hiç bir kimseye inandıramamıştım.