SAYFALAR

21 Kasım 2012 Çarşamba

YABANCISI

İki deli sokak lambasının altında buluşurlar.
Bir tanesi yukarıda yanan lambayı gösterir ve
"Güneş te çok ısıtıyor, sıcak oldu, buradan gidelim" der.
Diğeri
"O güneş değil ki, baksana ay a benziyor, O ay" der. 'Güneş - ay' derken iddia derinleşir.
Tam o sırada yoldan geçen bir adam yanlarına gelir.
Adama sorarlar
"Bilader şu direğin başında ki ışık ay mıdır, yoksa güneş" diye.
Adam da;
"Bilmiyorum kardeşim. Buraların yabancısıyım." der, ve gider.

20 Kasım 2012 Salı

E-MAİL İ OKUMAMIŞ

Aslan izine ayrılırken bütün hayvanlara e-mail göndererek çakalın vekaleten yerine bakacağını bildirmiş. Çakal da ertesi gün havalı havalı ormanda dolaşmağa başlamış. 

İlk karşısına çıkan tilkiye iyi bir fırça atmış. Tilki saldıracakmış ki aslanın e-mail i aklına gelmiş. Su aygırı na tekme atmış. Tam çakalı kapacakmış ki aslanın e-mail i aklına gelmiş "la hevle" demiş vaz geçmiş. 

Biraz o tarafta gergedan rastlamış çakala. Onunda arkasına bir parmak atmış. Gergedanın e-mail aklına gelmiş "ya sabır" demiş ve savuşmuş. 

Biraz daha ilerde zürafa yı tek bacak üstüne durdurmuş derken ayıya rastlamış. Ayı yolda yürürken ona da "Gel bakıyım, benden izinsiz nereye gidiyorsun? lan" diye küfürler etmiş. 

Ayı koşmuş çakalı yakalamış. İyice dövüp haşat ettikten sonra, yaralı paralı dikenliğin içinde bırakmış ve gitmiş. 

Beş altı saat sonra biraz kendine gelen çakal sendeleye sendeleye bu yerden uzaklaşırken, bir taraftan da kendi kendine söyleniyormuş: "Ne olacak, ayı oğlu ayı, yine e-mail lerini okumamış."  

TEHDİT

1974 ve 1978 yılları arasında Adana da tehditle para istemek suçları çok yaygındı. Bize intikal etmeyip ödeyenleri bilmem fakat bize yanı Cinayet Masasına intikal edenlerden yakaladıklarımız çok oldu. İlk zamanlar Adana da Gasp Masası bulunmadığından bütün ağır suçlara ve memurların işledikleri suçlara Cinayet Masası bakardı. Ben bu olaylardan, yanı tehditle zorla para isteme olaylarından normal bir asayiş olayını nasıl yakaladığımızı anlatmayacağım. Daha doğrusu kendi hatamızı anlatacağım.

Zengin bir doktorun yazıhanesine dosya kağıdı üzerine elle yazılmış bir not atmışlardı. Doktor not elinde Büromuza geldi. Sebze haline yakın bir yerde çöp kutusunun yanında bir yer tarif edilerek, duvarın dibinde sağ tarafta ki bir taşın altına 50.000,00 tl koyması isteniyordu. Polise gidip şikayetçi olursan önce büyük kızını öldüreceğiz, falan filan" yazmış. Adam korkudan tır tır titreyerek bu tehdit mektubu elinde doğru bize geldi. Yanılmıyorsam Doktorun ismi Mehmet'ti. Kendisini teskin ettik, rahatladıktan sonra gazete kağıtlarını para şeklinde keserek Büromuzun mührü ile hepsini delil sayılması için mühürledik. Bir zarfa koyduk. Yanı para dolu imiş gibi sembolik bir zarf hazırladık. Akşam üzeri Büromuzun en yakışıklı polisi Süslü Hüseyin ile Doktor birlikte gittiler birlikte istenilen yere bu sembolik zarfı koydular. Doktor evine gitti. Bizlerde o yere uygun bir yerde üç polis memuru pusu atarak bu zarfı almağa gelecek kişiyi veya kişileri yakalamak üzere beklemeğe başladık. Gece sabaha kadar bekleyip zarfı almak isteyen kişileri yakalayacaktık. Polisin en zor işlerinden biride böyle olaylarda görünmeden saklanabilmesi ve suçluları yakalayabilmesidir. Çünkü etrafta saklanacak yer olmadığı gibi hemen paketin yanında da duramazsın. Suçlu en ufak bir şüphe sezerse asla yaklaşmaz sende yakalayamazsın, bütün emeklerin boşa gider. Böyle yerlerin durumuna göre kamufle olup veya kılık değiştirip öyle beklemek lazım. Bizler arabamızı uzakta bırakıp sebze halinden bahse konu yer görülecek şekilde yerleştik ve bu yeri göz hapsinde tuttuk.

Saat 02.00 ye kadar gelen giden yok, gelen giden varda zarfa yaklaşıp alan yok. İkisi beraber koydukları için Süslü Hüseyin bu koyulan zarfın yerini tam olarak bildiği için Onu yollayarak zarfı yerinden aldırdık ve oradan ayrılarak lokantada yemek yiyip bazı ihtiyaçlarımızı görüp çay filan içtikten sonra tekrar geri gelerek yerlerimizi aldık. Tabi yerlerimizi almadan önce de Süslü Hüseyin'i yollayarak zarfı oradan ayrılırken aldığı yere tekrar koydurduk. Biz sabaha kadar bekledik. Kimse zarfı almağa gelmedi. Bizde kimseyi yakalayamadık ve sabah oldu. Saat 08.00 e doğru doktor biz beklerken yanımıza geldi. Bizim Hüseyin ile zarfı koydukları yerden alacak ve normale dönecektik. Her ihtimale karşı akşam tekrar bırakıp suçluyu yakalamağa çalışacaktık. Doktor yanımızdan ayrılıp zarfı almağa gitti ve telaşla geri yanımıza koştu. Halbuki deşifre olmamak için öyle ulu orta yanımıza hiç gelmeyecekti. "Koyduğum zarf yerinde yok. Almışlar." dedi. Allah Allah kimse gelip almadı. Zarf nereye gidebilirdi. Hakikaten koyduğu zarf yerinde yoktu. Eyvah en korktuğum şey; biz beklerken adam zarfı alırsa, para olmadığını görüp, Vali Beye "Polislerin beklerken ben zarfı aldım fakat içinden para değil de kağıt çıktı" diye birde azar mektubu yazıp gönderirse çok büyük rezil olurduk. Öbürleri bilmem fakat ben hemen istifa ederdim.

Hepimiz koşarak doktorun yanına gittik. Oralarda briket taşlarının altlarına bakarken zarfı bulduk. Adam gelip zarfı almamış. Süslü Hüseyin gece zarfı aldıktan sonra tekrar yerine koyarken yanlışlıkla o yere değil de, yakınında başka bir yere koyabilmiş. Doktoru sen buraya koymuşsun diye ikna etmeğe çalıştık fakat ikna edemedik te O ikna edilmiş gibi göründü. Süslü Hüseyin'i bu hatasından dolayı cezalandırdık onu da söylemeyim saklı kalsın. Sizler de mutlu ve sağlıklı kalın.

NE YAPMAK İSTİYORLAR

Görüyorum şimdi o eski görevliler anlatıp duruyorlar; başta Özel Harekatçı Polis Memuru Ayhan ve buna benzer diğerleri, O "Jitemi ben kurdum" diyen Albay bunlar neyin peşinde neye hizmet ediyorlar anlamıyorum. O Jitemci Albay herhalde Allah şifalar versin de gördüğüm kadarı ile hasta olduğu için bakacak kimsesi yok, cezaevine girersem bana bakarlar diye düşünüyor olabilir. 

Polis Ayhan ise duyduğum kadarı ile Özel Harekat Kursu görmüş Polis Memuru. Yalandan O nu vurdum, şuraya gömdüm, bunu kırdım dereye attım gibi yalan şeyler anlatmaktadır. Muhakkak bir sebebi vardır bu yalan anlatılanların, maksatlı kişilerin emellerine alet olmamalarını tavsiye ederim. 

Emniyet Teşkilatının ekmeğini yediler, çocuklarına yedirdiler, şimdi bu teşkilata bu kadar nankörlük etmek doğru değildir. Zira bir söz vardır 'Kul daraldığı yerde Hızır yetişir' derler. İşte o hızır polistir. Ama namuslu olarak çalışan polistir. Bir insan dara kaldığı zaman "İmdat-Polis" diye bağırır. Ama namuslu polis diyorum. Bir polis adamı öldürüp gömer de evinde akşam nasıl rahat uyur anlayamıyorum. Polis ölenleri kurtarır düşkün ve alillere hatta hastalara bile yardım eder. Sonra polislikte öyle başıboş her istediğini yapar veya öldürür gibi bir kavram yok. Evet bir polis suç işleyebilir fakat diğerleri onu af edemez, mutlaka yakalar, o yakalamazsa öbürü yakalar. Bu işin olamayacak boyutu. Birde Emniyet Teşkilatı tabansız kaçak kurulmuş bir teşkilat değildir. Kanunla kurulmuştur. 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu ve 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu polislerin polis nasıl olacaklarını ve vazifelerini nasıl yapacaklarını tek tek anlatmıştır.

Emir nedir? Nasıl olmalı ve nasıl verilmeli? Nasıl uygulanmalı? Bir bir anlatılmış ve dışına çıkılmaz. Mesela bir polis memuruna amiri "Al süpürgeyi yerleri süpür" diyemez. Bu kanunsuz emirdir. Birde konusu suç teşkil eden emirler var. O emirler yazılı dahi verilse yerine getirilmez. Amir "Git falancayı öldür veya kaçır" diyecek, sen nasıl polissin ki bu emrin konusu ağır suç teşkil etmesine rağmen yerine getirmişsin. 

Şimdi de çıkmış sesim güzel diye bıdı bıdı konuşuyorsun. Senin dediğine kargalar güler. Ben böyle polisleri hiç affetmem ve 38yıllık meslek hayatımda suç işleyen çok polise rastladım, bunlar gibi başkasının emri ile suç işleyen polislere hiç rastlamadım ve hiç birine de inanmıyorum. Hiçbir suçlu polise müsamaha edilmez. Bunlar kendilerine çıkar temini için suç işlemişler, bu suçu güya kahramanlık suçu ile kapatmak istiyorlar. 

Ben Adana Cinayet Bürosunda görevli iken dört faili meçhul olayı üslenip kendi yapmış gibi olayı anlatan adama rastladım. Sorgusunu yaptıktan sonra olayı gazetelerden anladıklarını ve yalan söylediklerini anladığımız için git evinde yat diye yolladık. 

Bu kişiler ya hiç bir şey yapmamışlar nam almak için anlatıyorlar yada maksatlı olarak Emniyet Teşkilatını yıpratmak için anlattıklarını düşünüyorum. 

Bu kişilere de tekrar hatırlatmak istiyorum. Geçici menfaat ve heveslerle hareket etmeyiniz. Zira bu vatanı çok ararsınız fakat bulamazsınız. Temelde taşlar yerinden bir oynarsa daha durduramazsınız. Yakın tarihimize bir göz atıp, dünya da olup bitenleri iyice anlayınız. Eskiden olduğu gibi bu vatanı hep birlikte savunmalıyız. Lütfen herkes kendinize geliniz.



ŞAZİYE HANIM

1962 yılında Ağabeyim Burhanettin ile birlikte giderek Rize Lisesine kayıt oldum ve kitaplarımı aldıktan sonra köyümüze döndük. 

Fırsat buldukça bu kitapları baştan sona okurdum. Hele Biyoloji kitabı vücudumuzu anlattığı için çok hoşuma gitmiş, roman gibi kitabı baştan sona bir iki defa okumuş, çoğunu öğrenmiştim ve  bazen meclislerde bilgiçlik eder anlatırdım. 

Okul başladı, her hoca kendi ilk dersinde karşılıklı tanışma yapardı. Biyoloji Hocası kısa boylu, şişman, gözlüklü, cin gibi her şeyi anlayan gayet bilgili ve tecrübeli kırk yaşlarında bir bayan idi. Adı Şaziye Hanım; kendisini sonsuz saygılarımla anıyorum. 

Ben sıradan bir öğrenciydim, hiçbir hoca beni tanımaz fakat ben öğretmenlerimin hepsini tanır ve çok saygı duyardım. Ancak Biyoloji Öğretmeni Şaziye Hanım ile ilk zamanlar yıldızımız hiç barışmamış ve ben de çok büyük etkiler bırakmıştı.

Sene içinde ilk yazılı yaptı. Yüksek not bekliyordum. Yazılı notlarını okudu; "636- 1" dedi.
Allah Allah acaba yanlış mı duydum? Parmak kaldırdım "Hocam 636 ya bir daha bakar mısınız?" dedim. Tekrar "Otur yerine Bir" dedi. 

Bir şey yok itiraz etsem mümkün değil haklı olamazdım. Hem ben köyden gelmiş yamalı çekingen bir çocuktum nerde hak aramak. Bir de hoca düşman olurdu.

İkinci yazılı da kurtarırdım. Velhasil ikinci yazılı da oldu yine 1 (bir) aldım. 

Artık benim ümidim ikmal fakat ne yazarsam zayıf vermez onu da bilemiyordum. Çünkü ben sorduğu soruların hepsine süper cevaplar yazıyordum ve gerçekten bütün soruları biliyordum. Yanımda ki üç-dört arkadaş bana bakarak yazarlar 7-8 alırlardı.
 
Son bir kurtarma yazılısı yaptı ondanda bir almadım o verdi. Çünkü ben bütün soruları doğru yapmıştım. 

Sözlü imtihana kalkmak isteyenleri sordu: Birkaç kişi kalktılar fakat sözlü imtihan yapma prensibi de bir garipti bu Hoca Hanımın. Eline kitap almaz, öğrenci kaç soru bilirse bilsin, bir soru bilemezse "otur yerine" der ve 1 verirdi. Bir öğrenciyi de gözden çıkarmışsa ki, itiraz edenleri hiç sevmezdi. "Sidiğin süzülmesi" diye bir konu vardı, "şemasını çiz ve anlat" derdi. O onun silah sorusu 'SİDİĞİN SÜZÜLMESİ' idi. O konu biraz karışıktı.

Ben gönüllü sözlü imtihana da kalkmadım. “Nasılsa hoca beni gözden çıkarmış. Kalksam ne olacak?” diye düşündüm.

Birinci sömestri bitmesine yakın benim yazılı notlarımın hepsi 'BİR' idi. Böyle giderse karneme kesin kırık gelecekti. Ama olsun zaten tek kırık dersim Biyoloji oluyordu. Belki ikmal imtihanlarında filan hoca değişirse sınıfı geçerim diye düşünüyordum. 

Bir Biyoloji dersinde hoca derse girdi. Çocuklar koşuşturdukları ve tepindikleri için ortalık toz dumandı. Tam o arada ağzıma giren tozları temizlemek için çocuktum ne yapacağımı bilmedim ve sınıfta yere tükürdüm. Hemen görmüş ki, yanıma geldi ve iki kulaklarımdan tutarak iyice uzattı. Öyle yapardı. Döveceği çocukların kulaklarını iki eliyle tutar, sonra sağ elini bırakır, sol eli ile hala kulaktan tutarak, sağ eliyle öğrencinin kaçıramadığı yanağına ‘şap, şap’ diye vururdu. Bana da öyle yapacak sandım fakat gözlerinin içine yalvarırcasına baktığımdan mı bilmem, bana vurmadı. Sonra öbür kulağımı da bıraktı. "Sen evinde yattığın yere tükürüyor musun? Muaşeretsiz!" dedi. Çok utanmıştım, hiç ses etmedim.

Zaten derste de sözlü imtihan yapıp herkese bir veriyordu. Hemen kürsüye koyduğu el çantasının yanına gitti ve not defterini çıkardı. Numaramı sordu "tahtaya gel" dedi. 

İşte bu çok hoşuma gitti. Hemen numaramı söyleyip tahtaya geçtim, beklemeğe başladım. Numaramı açtıktan sonra "Hep zaten bir almışsın. Şimdi bir daha al ki sınıfta çakasın. Senden zaten ne beklenir ki? Aileniz okumanız için ne fedakarlıklara katlanıyorlar, yemeyip sizlere veriyorlar sizler bu yaptıklarınızdan utanmıyor musunuz?” V.s gibi sözlerle beni bir sürü azarladı. O azarladıkça ben arada bir yüzüne bakıyor, başkada ses çıkarmıyor, başım eğik bekliyordum. Sınıfta da hiç ses çıkmıyor bizleri izliyorlardı. 

Başladı bana sorular sormağa. Sorduğu soruların hepsini hiç takılmadan detayları ile birlikte bir çırpıda anlattım. O sordukça ben anlattım. Benimle uğraşırken o ders bitti. Not vermeden çekti gitti. Ben tenefüse çıkmadım. Sıramda oturduğum yerde, başım iki elimin arasında öyle üzgün ve moralim bozuk bekledim. Öğrencilerden birkaç tanesi yanıma gelerek beni teselli ettiler.

Sonra ki ders Fizik dersiydi. Biz Fizikçi Mehmet Aksu Hocamızı beklerken yine Şaziye Hanım çıktı geldi. Bazı arkadaşlar “Hocam Fizik Dersi” diye itiraz ettiler. Ders saatlerini değiştiklerini söyledi ve gelir gelmez tekrar beni tahtaya çağırdı. Bir kaç soru daha sorduktan sonra "Sidiğin süzülmesini anlat" dedi. Hani o soru onun silahiydi ya!
 
Hiç ses çıkarmadan önce müsaade isteyip boyum ulaşmadığı için yanda ki bir tabureyi aldım ve üzerine çıkarak tahtaya şemasını çizdim. Hiç takılmadan elimde ki cetvelle şema üzerinde göstererek onu da anlattım. Allah Allah hoca benimle karşılaştığına pişman olmuştu.

Eline bir kitap aldı. Kitaptan bakarak O sordu ben cevapladım. O derste bitmek üzereydi.
Sınıfta ki çocuklar soluğunu tutmuş hoca ile beni izlemeğe devam ediyorlardı. O bana kitaptan soru sorarken okumadığımız yerlerden yanı kitabın sonlarından da soruyordu. Ben o konulara da cevap veriyordum.

Sınıfta Caner isimli Rize de fotoğraf stüdyoları olan bir çocuk vardı. Onlar guruptular ve çok dişliydiler. Caner ayağa kalktı ve "Hocam oraları okumadık. Arkadaşa haksuzluk edeyisun." dedi. Hoca ona; "Otur yerine, münasebetsizlik etme. Sen onun avukatı mısın?" dedi ve bana dönerek "Evladım sen okumadığımız yerleri de cevaplıyorsun. Bu halde iken üç tane bir almışsın. Bu imkansız. Ben böyle bir haksızlık nasıl yaparım? Neden itiraz etmedin?" dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Gözlerim yaşlandı ve mendilim olmadığı için geri dönerek elimle sildim. 

"Bak evladım Biyoloji dersi karnene on gelecek. İkinci karne notun da on olacak. Ortalama da on olacak. Sen şimdiden sonra benim derslerime istersen gir, istersen girme, serbestsin." dedi ve öyle de oldu. 

Ben sene sonuna kadar yine bütün derslerine katıldım. Ondan sonra bütün hocalar sınıfa bir soru sorarlar, kimse bilmeyince veya parmak kaldırmayınca cevabı bana sorarlardı. Şaziye Hanım da öyle yapardı ve derslerinde bazen gelip sıramda benim yanımda otururdu. Ben hiç konuşmazdım kendisiyle, bir şey sorarsa cevap verirdim kendisine. Ertesi sene bizde hiç dersi yoktu. Dışarıda gördüğü
yerde her zaman başımı okşardı. Ona saygı ve hürmetlerimi yolluyorum.

CEYRAN VERDİM

Yıl 1986, yer Ankara zaman kış ayları karlı ve soğuk bir gece. Hırsızlık Bürosunda Nöbetçi ekip amiriyim ve üç kişilik ekibimle birlikte gece çalışıyorum. Bir akşam göreve başlarken notlara bakmak için eski bina dördüncü kattaki büromuza çıktık. Bir üniversite öğrencisi kuyumcularda altın bozdurmak isterken şüpheli olarak yakalanmış. Tetkik edilmek için nezarete konmuştu. Arkadaşlara; "Yazık bu üniversiteli herhalde hırsız değil çıkarın tetkik edelim." dedim.

Şahsı çıkardılar, ayrı yaşayan öğretmen ana babanın iki çocuklarından biri idi. Gayet düzgün uzun boylu yakışıklı, Kimya Fakültesinde okuyordu.
 
Kuyumcularda ziynet eşyaları; altı adet değişik bayan yüzüğü, dört çift te yine değişik kulak küpesi bozdurmak isterken yakalanan bu genç öğrenci, annesinin kendisine bozdurması için verdiğini, harçlık yapacağını söylemesi ve söylediklerinde ısrar etmesi üzerine kendisini arabaya aldık ve o karda kışta birlikte evlerinin olduğu Farabi sokağa gittik. Bu genç arabamızda diğer arkadaşlarla apartman önünde bekletirken, ben bir memurumla dördüncü kattaki evlerine çıktım. Kapıyı bir bayan açtı. Kendisine kim olduğunu ve aşağıda arabada beklettiğim genci sordum. Öğretmen olduğunu ve Kemal'ın annesi olduğunu, oğlunun iki gündür eve gelmediğini, babasının yanına gitmiş olabileceğini, kendisine de satması için hiçbir şey vermediğini beyan etti. Hatta mühendis bir ağabeyisi de odasından gelerek yanımıza oturdu ve babalarının ayrı olduğunu, onun yanına gidebileceğini, söyledi.
 
Annesi 'ben satması için yüzük, küpe verdim' dese tutanak tutup bu malları kendisine teslim edip, çocuğu da Kısma götürmeden orada serbest bırakıp ayrılacaktım. Hatta 'haberim yok, benim altınlarımı çalmış' dese yine altınları teslim edip oğlunu serbest bırakacaktım. Zira yakın füru akrabalar arasında hırsızlık olmaz. Oğlunu yukarı evlerine çıkarttırdım ve annesi ile yüzleştirdim. Fakat annesi altın vermediği gibi kendi altınları da değildi. Bu delikanlının hırsız olduğu anlaşıldı ve o zaman durum değişti. Ya beni ikna edecek, yada çaldığı yeri gösterecekti. Çaldığı yeri de öyle ayak ayak üstüne atıp ta, çay kahve içerken söyleyen hırsıza on iki senede hiç rastlamadım. Onun için sağlam delilsiz hırsız, hiç yakalamazdım.

Şimdi bu gencin hırsız olduğu anlaşıldı. Fakat nasıl konuşturacaktım. Bu konuları bilmeyenler "bas sopayı konuşsun. Yahut basmışsın sopayı konuşturmuşsun" diye düşünürler. Ben öyle yapmadım. Çünkü sopa çok büyük risk, ben o riski göze alamam. Ya adam elimde ölürse onun hesabını nasıl vereceğim. Kendimi düşünmesem de yanımda ki arkadaşlarımı düşünürüm. Herkesin üzerine titrediği çoluk çocukları var. Konuşturmak için ya güvenini kazanacaksın, yada benim yaptığım gibi taktikler uygulayacaksın. Büromuza gelene kadar ona birçok işkence şekli anlattım. Ceyran nasıl verildiğini, sakın kendisine ceyran verdirmemesini, sonra kaburgalarının bile eriyeceğini, defalarca kendisine anlattım. Hepsi hayal ürünü tabi.
 
O sadece" aman ha, bana sakın yapmayın, kalp hastasıyım ha "gibi laflar ediyordu. Büromuza hep beraber gece geç saatlerde çıktık. Daha önce Büromuza gelip te hastalanan suçluların tedavisi esnasında çekilen hastane filmlerini gösterdim. Bazı görünmeyen kısa çıkmış göğüs kafesi kemiklerinin akım geçtiği zaman eridiklerini anlattım. Bu şahsı Hırsızlık Büro Amiri Başkomiser Turan Bey'in makam odasındaki o gösterişli koltuğa oturttum. Bizim Başkomiserin makam koltuğu çok değişikti. Emniyet Müdürlüğünde herkesin gözü kalırdı. Arkası uzun ve siyah deriden yapılmış, uzay araçlarının koltuklarına benzerdi. İnsan oturduğu zaman içine gömülür hiç kalkmak istemezdi. Eğer o koltuğa değil hırsız, ben oturduğumu bilse beni kesin Kısımdan kovardı. Aslında bu koltuğa hırsızı ben oturtmadım ben bilene kadar memur arkadaşlarım oturtmuşlar ben de yerinden kaldırtmadım. Birer memur da sağ ve solun da omuzlarından tutmuşlardı. Ben elimi duvarda prizin üzerine götürdüm ve bu gence hitaben "Bak şu anda ışık yanıyor değil mi? Işığı söndürdüğüm an vücuduna 220 volt akım gelecek. Sana daha önce gösterdiğim kaburgaları erimiş filmleri hatırla senin de aynı şekilde kaburgaların eriyecek. Sağ kalsan da sen artık hayatta hiç bir işe yaramazsın. Sana acıyorum. Allah kolaylık versin. v.s" gibi laflar ettim.

Anh ne kadar yalvardıysam, korkuttuysam bir türlü yaptığı hırsızlıkları anlatmadı. Ben artık ümitsizce, bu uyanık konuşmayacak düşüncesiyle, ışığı bir defa söndürüp hemen yaktım. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Bu genç "ağabiiiiiiii yaktınız beni. Oy oyyy" diye top sesiyle bağırarak havaya fırladı. Hepimiz de çok korkmuştuk. Ne oldu filan diye sorarken "Ceyran ağabey ceyran "diye bağırıyor ve titremekten dişleri birbirine vuruyordu. Allah Allah biz ceyran filan vermemiştik.

Bütün hırsızlıklarını o söyledi biz not aldık. Arada da "Ne olur daha ceyran vermeyin yerlerini tek tek göstereceğim." deyip ağlayarak yalvarıyordu. Bu şahsı otomuza aldık. Sıcağı sıcağına 39 tane hırsızlık yaptığı evi gösterdi. Hep pavyon kadınlarının evlerine girmiş. Hırsızlık yerlerini gösterdikten sonra Kısma dönerken, arabada arkada iki memur arasında otururken kendi kendine "Bu ceyran ne imiş be ağabey" diyor. Bizler gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. İşlemlerin yapılması için mahkemeden izin aldık. Ertesi günlerde gündüzcü arkadaşlar tahkikatını yürütüp Yer Göstermelerini yaparlarken kendisine işkence yeri dediğimiz ve sözde ceyran vererek konuşturduğumuz oda da ki sandalyeye Başkomiserin devamlı oturduğunu görünce "Yau ağabeyler bu adamı ceyran çarpmıyor mu? Oraya nasıl oturuyor?" diye memurlara soruyormuş
.
Ha ceyran var mı, suçlulara verilir mi? Ben bilmiyorum. Ben ne ceyran verdim,  nede vereni gördüm. Nasıl verilir bilen varsa anlatsın.
 
Not: Bu şahıs olurda bu yazıyı okursa lütfen irtibat kursun, soracaklarım var. Çünkü bu Kimya Mühendisi genç hala daha kendisine ceyran verdiğimi ve işkence ettiğimi sanmaktadır.

 

19 Kasım 2012 Pazartesi

DEĞMEZ

Bir gün Temel'in tavuğu Dursun'un kümesinde yumurtlamış.
Temel yumurtayı alırken Dursun
"Burası benim kümesimdir, yumurta benimdir." demiş.
Böylece epeyce iddialaşmışlar.
Bakmışlar olacak gibi değil 'Birbirimize birer tekme atalım, kim kısa sürede yerden kalkarsa yumurta onun olsun.' diye anlaşmışlar. Yazı tura attıktan sonra, önce Temel Dursun'un bacak arasına şiddetli bir tekme atmış.
Dursun yerde beş dakika kadar kıvrandıktan sonra ayağa kalkmış. Tam hazırlanmış Temel'e tekmeyi vuracakmış ki;
Temel bağırmış:
"Dur, vurma ben vaz geçtim. Bir yumurta için değmez. Al yumurta senin olsun." demiş. Tekmeyi yemeden anlaşma bozulmuş.  

17 Kasım 2012 Cumartesi

şiir HASRET

Mektubumu alırsan, sende çabuk yaz gene,
Ben aşkımı yazmışım, sakın kimseye deme.

Kalmışız uzaklarda, çağırsam duyamazsın,
Benim derdimi bilsen, sen orda uyumazsın.

Mektubum hep ıslandı, neler oldu bildin mi?
Yazarken çok ağladım, okurken anladın mı?

Sakın ağlama yarım, ağlarsan dayanamam,
Hasret olmak çok kötü, daha ayrı kalamam.
                                        Recep Ali Öztürk


16 Kasım 2012 Cuma

ŞAŞTIM

Kafadar iki hırsız, herkes malını iyi muhafaza ettikleri için uzun süre hiç bir şey çalamazlar.
Bir gün tarlasında çift süren  yaşlıca bir adam görürler.  Bu ihtiyarın öküzlerini çalmağa karar verirler.
Bir hırsız saklanır.
Diğer hırsız tepe üstüne çıkarak "Şaştıııııım, şaştııııım" diye bağırmağa başlar.
Çok merak eden çiftçi birkaç defa olduğu yerden sorsa da bağıran hırsızdan bir cevap alamaz.
Öküzleri ve sabanını tarlanın ortasında bırakır ve bağıran hırsızın yanına gider. Çiftçi hırsızın yanına giderken, diğer hırsız öküzlerden birini boyunduruktan çözerek çalar götürür. Öbür hırsız hala daha "Şaştıııım, şaştııım" diye bağırmaktadır.
İhtiyar çiftçi bu bağıranın yanına gelir ve "Hayrola evladım neye şaştın da bağırıyorsun?" diye sorar. Hırsız ihtiyarın tarlasını ve sabanını gösterir; "İki saat ten beri seni seyrediyorum. Tek öküz ile nasıl çift sürüyorsun. İşte ona şaştım bey amca" der.
Çiftçi de dönüp tarlasında bıraktığı sabanına bakar ki, hakikaten tek öküz koşulu. Öküzlerin öbürü yok.
İhtiyar çiftçi "Allah, Allah, bu işe bende şaştım, evladım" der ve gider.

14 Kasım 2012 Çarşamba

DELİNİN BİRİ

Delinin biri Anka Malda sinemaya gitmek için bir bilet alır.
Üç dakika sonra gelir bir tane daha alır.
Beş dakika sonra bir daha derken 8-10 defa bilet alır.
Bilet satan gişe görevlisi merak eder ve;
"Sen karaborsa bilet mi satıyorsun? Neden çok bilet alıyorsun?" diye sorar.
Deli şöyle cevap verir:
"Kapıda bir deli var, tam içeri girerken, biletlerimi alıp yırtıyor, bende yenisini almak zorunda kalıyorum." der.

ONBEŞ LİRA

İki kafadar Kayseri li, Kayseri ye bir sinema yapmışlar. En güzel filmleri oynattıkları halde hiç kimse seyretmeğe gelmemişler. Malum para vermek istemiyorlarmış.
Adamlar iflasın eşiğinde iken akıllarına iyi bir fikir gelmiş. Hemen her tarafa ilan yapıştırmışlar. 'Cumartesi günü 21 matinesi herkese bedava dır.' 
Herkes hücum etmişler. Koltuklar ve aralar bile dolmuş. Her taraf ful, millet ayakta filimi seyretmişler.
Filim bitmiş dışarı çıkacaklar, bakmışlar ki bütün kapılar kapalı. Tek bir kapı açık ve üzerinde 'ÇIKIŞLAR 15.00TL DİR' diye yazıyormuş.

13 Kasım 2012 Salı

MARKO PAŞA

Hanı derler ya "Derdini Marko Paşa'ya anlat" Marko Paşa Sakız adasında doğmuş 1800 lü yıllarda Osmanlı tebaasında yaşamış ve üst düzey mevkilerde görev yapmış bir Rum hekimdir. Saray baş hekimliği ve Askeri Tıbbiye başkanlığı filan da yapmış.
Saray içinde ve dışında bir çok entrikalar çevirdiği, hatta Sultan Aziz'in öldürülmesinde bile rol aldığı söylenir. 'Derdini Marko Paşa'ya anlat' deyimi; sorunlara çözüm bulduğu için değil, sorunları daha problemli, içinden çıkılmaz hale getirdiği için kullanılırmış.

İlk bakışta Marko Paşa dertlere çare buluyormuş gibi bilinir. Halbuki öyle değil. Sorunu olan kişiler Marko Paşa'ya gider sorunlarını anlatırlarmış. Marko Paşa sorunlarını dinledikten sonra "Anlaşıldı, fakat sen ne demek istiyorsun?" dermiş.

Sorunu kişiye defalarca anlattırdıktan sonra, sorun sahibini bezdirip, şikayetlerinden vaz geçirtirmiş. Basit sorunları bile çözmez, her sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirirmiş.

Düşünün; olayı veya sorunu anlatıyorsun, O sana "Anlaşıldı fakat sen ne demek istiyorsun." deyip, aynı şeyi defalarca sana anlattırıyor. Ne demek istediğimi veya ne yapacağımı bilsem zaten sana gelip sormam değil mi?

Hala görev yapan böyle insanlar yok mu? Tonlarca. Türkiye de sürülerce var. Hem de hep kilit yerlerde çalışırlar. Onlar için vatandaş üçüncü sırada gelir. Birinci görev; eziyet ve işkence ile vatandaşı bezdirip devlete karşı kışkırtmak, ikinci görev; vatandaşın ışı için, rüşvet alarak zengin olmaktır. Onlar için devlet dairelerinde yapılacak başka hiç bir görev yoktur. Menfaatsiz hiç bir iş yapılmaz.

Tıpkı Marko Paşa gibi. Ve biliniz ki Osmanlı da böyle Paşalardan bir sürü var, yeri geldiği zaman bahsedeceğiz. Çünkü çok önemlidir. İşte Osmanlı'yı böyle paşalar yıktılar. Böyle adamlar Osmanlı da üst düzey mevkilerde bulunmuş ve Meclisi Ayan da bile çalışmışlar.

12 Kasım 2012 Pazartesi

MÜCADELE RUHU

Küçüklüğümde 6-7 yaşlarımda bazı aletler yapar kullanırdım. Araba, bisiklet, kendime göre karda kaymak için kayak, Kuş yakalamak için çeşitli tuzaklar.

Bir keresinde kuş yakalamak için inek kuyruklarından kopardığım kılları bükerek bir tahta parçası üzerine çakmak suretiyle 'kandara' dediğimiz bir tuzak yapmıştım.

Kış aylarında kar yağdığı zaman bu tuzakları kurar ortasına biraz mısır unu döker ve kuş yakalardım. Bazen iki tane birden yakalanan da olurdu.

Bizler de kapı aralıklarından kollar yakalandıkları zaman çok sevinir, koşarak yanlarına gider, sonrada yakalanan kuşların hallerini görünce çok üzülürdüm. Elimi uzattığım zaman, kanatlarını ve gagalarını açarlar bir türlü almama müsaade etmezlerdi. Bağırır, yardım çağırırlar, kurtulmak için ne gerekiyorsa yaparlar asla bana teslim olmazlardı.

Hiç kurtulma ihtimalleri olmadığı halde bu şekilde mücadele etmeleri ve direnmeleri görmeğe değerdi ve beni çok etkilerdi. İşte bu durum hiç hoşuma gitmezdi ve üzülürdüm. Fakat bir taraftan da o küçücük etlerini temizler tavada yağda kızartır yerdim ve çok hoşuma giderdi.

Bir sefer 'kağı' dediğimiz kurnaz bir kuş yakalanmıştı. Arkadaşım Şahin ile koşarak sehendere çıktık ve yakalanan kuşun yanına gittik. Kuş çırpınıp duruyordu. Epey bana direndikten sonra elime aldım. Ayaklarını tutulduğu yerden kurtardım. O hala kanatlarını çırpıyor, ellerimi ısırıyor, bağırıyor, kurtulmak için çareler arıyordu. Artık daha kurtulması imkansız olduğunu bilmesine rağmen hala daha direnmeğe devam ediyordu.

Birden içime bir acıma hissi geldi. Avucumun içinde ki kuşu sevdim, öptüm ve başımın üzerinde dolandırdıktan sonra “Özet özet, beni cennette gözet.” Dedim ve salıverdim. Bunu rahmetli annem öğretmişti. Kuş sevinç çığlıkları atarak bir iki de pisledi ve uçtu gitti ve uzakta bir dala kondu. Döndü bana bakıyordu. Arkadaşım Şahin sinirlendi "Öğle yemeği çıkmıştı, neden salıverdin?" dedi.

O kuş daha hiç uçamayacağını bildiği halde çabalayıp duruyordu. Ümidi tamamen kesildiği halde, mücadeleden vaz geçmiyordu. Bazen ümitsizliğin bile, ümit olduğunu, iş bittiği halde, hayatın yeniden başladığına inanmak lazım. O kuş işte öyle yapıyordu.

Dikkat ederdim de bu olaydan sonra bazen arkadaşım Şahin de gizli gizli yakalanan kuşları salıverir ve “tuh kaçırabildim.” Derdi.

Biz bu yaşam mücadelesini o kuşlardan görerek öğrendik. Yoksa hayat bir belgesel gibidir. Güçlüler isterlerse güçsüzler yaşarlar. Kanunlar tüzükler hep güçlüler tarafından kendilerini korumak için yapılmıştır. Saygılarımla.


 

11 Kasım 2012 Pazar

ÖZLÜ SÖZLER

1- İnsan sahip olduklarını küçümser, sahip olmadıklarını önemser.
2- İyi insan söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyendir.
3- Yaşadığımız hayat mucizeler ile doludur.
4- Lafa gerek yok, bir bakış her şeyi anlatır, bakıştan anlayana.
5- Tanrı cevizi verir, ama kırmaz.
6- Para insani yoksulluktan kurtarır, kötü ruhlu olmaktan asla kurtarmaz.
7- Eşini çok iyi seç, mutluluk, mutsuzluk ve hatta başarının sebebi olabilir.
8- İyi bir evlilik iki şeye bağlıdır; doğru insanı bulmak, doğru insan olmak.
9- Arkadaşına sırrını açmadan önce çok iyi düşün.
10- Biri ile kucaklaştığın zaman ilk bırakan sen olma.

10 Kasım 2012 Cumartesi

BEBEK KİM

Şu yanda görülen resim, toplu çekilmiş bir aile resmidir.
Resmi çeken kişi biraz acemi imiş ki kusurlu çekmiş. Erkeğin başını üstünden kesmiş. Fakat esas sorun o değil, esas sorun nedir bilir misiniz? Annesinin kucağında ki o bebek.

Evet esas sorun O. O resim bize aittir. Toplu çekilmiş bir aile resmi, fakat hiç iyi etmemişiz.
Zaten resimde bellidir, çekilirken bile ağlıyor. Bu resim çekildikten iki yıl kadar sonra; annesinin kucağında ki O bebek bu resmi albümde bulmuş. Çıkarmış, eline almış. Ağlayarak yanımıza geldi. "Bu bebek ile niçin resim çektirdiniz? Kucağınıza niçin almış siniz?" diyordu.

Kendi resmi olduğunu söyledik inanmadı. Komşuları şahit getirdik, yine inanmadı. Bir gece sabaha, ertesi gün akşama kadar aralıksız ağladı. "Başka bebeği kucağınıza alıp resim çektirmiş siniz. Bunun saçı yok, ben değilim. Beni kandırmayın. Bu kimin bebeği? Niçin kucağınıza aldınız?" diyordu. Ve ağlıyordu evin küçük kızı YEŞİM.

9 Kasım 2012 Cuma

ANTEPLİ

Antep li köy ağası İstanbul'da lokantaya girerken kapıda kafeste ki papağan "Hoş geldin Antep li, hoş geldin Antep li" diye bir kaç defa bağırır.
Antep li Ağanın papağan çok hoşuna gider. Lokantacıdan papağanı satın almak ister.
Sahibi satmaz. Antepli çok ısrar edince; "Sana yumurtalarından vereyim civcivleri de kendisi gibi çok zeki olur." Der ve 20-30 tane yumurta ağaya yüksek fiyatla satar.

Ağa yumurtaları alır. Antep te köyüne götürür. Durumu adamlarına anlatır. Papağanın meziyetleri bütün Antep'e yayılır. Herkes neticeyi merakla beklemeğe başlar. Yumurtalar özel bir bakımla bir kuluçka makinesi ile bir kaç gün sonra  civciv olurlar. Olurlar fakat civcivlerin hiç biri papağana benzemezler.
Yumurtalardan çıkan civcivler; tavuk, güvercin, bıldırcın, hindi, kaz, ördek, karga vs olurlar. Lokantacı galiba başka kuşların yumurtalarını 'papağan yumurtası' diye ağaya vermiş.

  
Çok sinirlenen ağa bir hışımla tekrar İstanbul'a yumurtaları aldığı lokantaya gider. Tam içeri girerken aynı papağan lokantanın kapısında kafesin içinden "Keriz Antep li, Keriz Antep li" diye bağırmağa başlar. Antep li Ağa da eğilir papağanın kulağına ; "Yovrum, benim keriz olduğumu tek sen biliyon ama, bütün Antep senin kötü kuş olduğunu öğrendi" der.

7 Kasım 2012 Çarşamba

BEN KATİL

1998 yılında Çankaya da ki barlarda ekibimle uygulamalar yaptık ve çok sayıda şüpheli yakaladık. Emniyet Müdürlüğünde durumlarını tetkik ettikten sonra bir kısmını salı verip, bir kısmını nezarete attık.

Evime gitmek üzere saat 05.00 sıralarında Emniyet Müdürlüğü kapısından çıkarken, nizamiye nöbetçi memurlarıyla tartışan bir bayan gördüm. Bu güzel ve temiz giyimli bayan orada polislere bağırıp duruyordu. Polisler uzaklaştırmak isteseler de o gitmiyor, başlarına bela olmağa çalışıyordu. Yanlarına gittim ve ne istediğini sordum. Bu bayan Gürcü imiş ve Türkiye de randevu evi çalıştırıyormuş. Biz de farkında olmadan sermayelerinden bir bayanı yakalamışız. O nu görmek için gelmiş, polis memurları içeri almayınca bağırıyormuş. Bayanı arabamın yanına çağırttım. Yanıma geldi, polisleri bana şikayet ediyordu. "Sizin ne biçim polisleriniz var? Bazen yakalıyorlar, suç susuz bırakmıyorlar. Bazen da suçluyuz yakalamıyorlar. Veya yakalayıp bırakıyorlar.

"Ben şimdi arkadaşımı görmek için içeri girmek istiyor. Yalvarıyor, yok almıyor. Ben katil şimdi birini öldürdüm teslim oluyor, diyor, gene yok, almıyor. 'Sen şimdi git katil isen biz seni sonra yakalarız' diyorlar. Sizin polisleriniz ne biçim polis? Bey" diyordu bana. Onu da göz altına aldım. GBT sini sorduk kendisinin haberi yok. Yedi ay kesinleşmiş hapisliği vardı ve İnfaz Büro Amirliğince aranıyordu. Sermayesi serbest kaldı, kendisi cezaevine girdi. Hakikaten az evvel dediği oldu.

6 Kasım 2012 Salı

MEMO

Bizim Memo Diyarbakır'da doktora gider. Doktor muayene eder ve Memo'ya iki kutu hap yazar. "Bak oğlum kutuların içindeki hapların biri beyaz biri kırmızı renklidirler. Beyazları aç karnına, kırmızıları tok karnına, her sabah birer tane içeceksin." der. 

Memo muayene haneden dışarı çıkınca unutur ve geri döner doktora "Doğtor beg beyazı, yoğsam kırmızıyı aç karnına içeceğim?" diye sorar. Doktor " Beyaz önce, aç karnına, kırmızı sonra tok karnına" der. 

Memo doktorun yazıhanesinden ayrıldıktan sonra tekrar unutur, geri döner, doktora birdaha gider sorar ve öğrenir. Memo eve gelir tam ilaçları içecek ki aksilik ya yine unutur, Doktora muhtarın evinden telefon açar "Doğtor beg ben Memo, dün bana ilaç vermiştin ya. O ilaçların beyazını mı, yoksam kırmızıyı mı aç karnına içecektim? Unuttum" der. 

Doktor biraz sitem eder gibi "Oğlum beyazı önce aç karnına, önce, beyaz." diye tekrar tarif eder. Memo da gelir evine çıkarır ilaçları, fakat hay Allah yine hangisi önce unutur. 

Bu sefer Doktora pek yüzü yok ya, komşusu Şeyhmus'u gönderir Muhtarın evine, Şeymus doktora telefon açar. "Doğtur beg, dün bizim Memo sana gelmiş, sende ona iki ilaç vermiş. İlk içeceği beyazdır, yoğsam kırmızıdır?" der. Doktorda gına getirmiş ya zivanadan çıkar ve" Sizin Memo ZIKKIM içsin zıkkım" der telefonu kapatır. İkinci defa telefon çalar. Karşı taraftan Memo'nun komşusu Şeyhmus "Doğtur beg, bizim Memo zığğımı aç karnına mı yoksa toğ karnına mı içsin" der.

5 Kasım 2012 Pazartesi

BİZ HEMŞERİ

1998 yılında yeni Ahlak Büro Amiri iken gece saat 03.00 sıralarında Akayı yokuşunda Valentina pavyona baskın yaptık. Kontrollerden sonra hayretler içinde kaldım. Ben çok sayıda kaçak yabancı kadın yakalayacağımı düşünürken bir tek tane kartsız çalışan Türk konsomatris yakaladım. Zaten üç tane Türk vardı biri kartsız. O na da "Biz ikimiz de Türk'üz, hemşeriyiz, seni bağışladım, götürmüyorum. En yakın zamanda gel kartını çıkart" dedim ve bayanı bıraktım.

Bayan çok sevindi, yanımdan ayrılamıyordu. Belki de biz onlara yaptığımız iyiliklerin yüzü hürmetine sağ ve kazasız belasız kalabiliyorduk. Üç gün sonra aynı pavyona, aynı saatlerde şoförüm ile gittim. Bir masaya oturduk. Garsonlar hemen geldiler etrafımızda dolanmağa başladılar. 'Aviller geldi, nasıl üteriz' diye her gelen bir şeyler soruyordu. Birer tane orta şekerli kahve söyledik. Garsonlar gittiler epey bir zaman yanımıza hiç kimse gelmedi. Biraz sonra geldiler. Nerdeyse bizi döveceklerdi. Bir tanesi, müdürleri miydi bilmem; "Burası söğüt gölgesi değil, içki içeceksin, karı kaldıracaksın ki para kazanalım, Babalık." dedi. Ne ise korkudan işi viskiye çevirdik. Ben hiç içmedim öyle önümde durdu. Şoförüm gizli gizli viski yi götürüyordu. Garsonlar yanımıza öyle iştahsız gelip gidiyorlar fırsat kolluyorlardı fakat cesaret edip te bir şey de yapamıyorlardı.

Az içtiğimiz için biraz da rahatsız etmeğe başladılar. İçeride 100 kişiden fazla Rus konsomatris ve sanatçılar vardı. Halbuki kontrole gittiğim zaman bu sayı 10-15 kadar hepsi de bizden izinli idiler. Lavabodan üç ekibime anons ettim. "Hemen intikal edin ve Valantina da uygulama yapın" dedim. 15 dakika sonra içerinin ışıkları iki defa sönüp, yandı. Anladım, erkete ekiplerimi görmüş ve içeri haber vermişti. Neler olduğunu anlamak için şoförüm de ben de ayağa kalktık. Bir karışıklıktan sonra o kadar Nataşalar yok olmuştu. Hayret deprem veya yangın provası yapar gibi Nataşalar bir den bire kayıp olmuş ortalıkta hiç bir Nataşa kalmamıştı. Ekiplerim önce beni görmediler. Öyle üstün körü bir arama yaptılar. Hiç bir şey yok, her şey yasal. Hatta bir ekibimin Amiri Pavyon sahibine, beni kötüledi; "Dün akşamda burada uygulama yaptık. Bir noksanınızı yakalayamadık. Bir daha neden uygulama yaptırıyor anlamadım ki. Kusura bakma kardeş" dedi. Bazıları bu yerin müsteciri  ile sarmaş dolaş olurken, ekiplerimden bir memur beni tanıdı ve tam gideceklerdi ki ben meydana çıktım. Hiç kimseye bir şey sormadan yerimden kalktım gittim ve elbise dolabının yanında durdum. Kapağı çektiğim zaman kocaman bir kapı açıldı ve içeri girdim. İçerisi hangar gibi büyük, karanlık ve müthiş bir parfüm kokuyordu. Burası zula tabir edilen bir yerdi ve o kaçak Rus kızları her hangi bir tehlike anında bu gizli yerde saklıyorlardı.

Bu hangar gibi gizli yerde  100 den fazla kaçak Nataşa yakaladık. Bayanların hepsini aldım. Kaçak çalışıyorlardı. Hatta ikisinde AİDS hastalığı tespit edildi. İzinsiz yabancılar yurt dışı edildi. Pavyon yedi gün kadar kapatıldı. Pavyon sahibine yalakalık eden memurların da tabi icabına bakıldı. Çünkü ben Ahlaka gittiğim ilk gün onlara söylemiştim; "Ben para yersem siz iki misli yeyin, yemezsem yanımda sizlerde yiyemezsiniz" diye.

4 Kasım 2012 Pazar

SOYAYLAYSA

Kızım Yeşim üç-dört yaşlarında iken bazı zamanlar Emniyet Müdürlüğüne iş yerime Atış Poligonuna getirir, orda yanımda dururdu. Çünkü Annesi de çalıştığı için bakacak kimsemiz yoktu.

Poligonda çalışan kendi memurlarım tanır, gördükleri zaman ilgilenirler, ben bir yere gitsem de bayan memurlar muhafaza ederlerdi çocuğu.
Kendisi de orda bulunduğu müddetçe her tarafı öğrenmiş ve kimseyi rahatsız etmeden her yere girip çıkardı.

Çok küçük olduğu için benden ayrılınca gören memurlar kayıp olmuş sanmasınlar diye genelde "Kızım kim olduğunu soran olursa falanın kızıyım" demesini tembihlerdim. Unutmasın diye de bu tembihimi kendisine her Müdüriyete gittiğimiz zaman hatırlatırdım.

Bir sabah yine arabamla geldik. Kendisini Poligan Amirliği kapısında indirdim ve "Kızım sen içeri git, ben arabayı park eder, gelirim." dedim.

Bu sefer kendisine sorarlarsa 'ne diyeceğini' hatırlatmadım. Kendisi benden bekliyordu ya söylememi, hatırlatmak için "Baba, baba kim olduğumu soyaylaysa ne diyeceğim?" dedi.

Arabadan indim, ağzını öptüm ve " Soyaylaysa! polislere 'Katilim, buraya herkesi öldürmeğe geldim' de !" dedim. Kendisi de güldü ve koşarak içeri gitti.

O zaten çok hoş sohbetti, bazı maceralarımızı anlatacağım fakat hiç hoşuna gitmiyor, hakkında yazmamı hiç istemiyor. Bazen bana yalanda olsa kızdığının farkındayım.

Ağabeyleri ile de çok maceraları vardır.
Mesela bir sefer evden dışarı çıkmış geri gelmek için kapının zilini çalınca, büyük ağabeyi Murat da kapıyı açmıyor ve içerden 'kim o' diye soruyor. O da dışardan "Benim, ben, Murat ağabey kapıyı aç" diyor. Ağabeysi içerden "Sen kimsin?" diyor.

O da dışarıdan; " Ben evin küçük kızı Yeşim da. Tanımadın mı
? Ağabey" diyor ve hepsi tatlı birer anı olarak hafızalarımız da kalıyor.

3 Kasım 2012 Cumartesi

TEMİZLİK İŞÇİSİ

Adamın biri temizlik işçisi olarak çalışmak için, Mikrosoft şirketine baş vurur.
Yapılan imtihanı kazanır. Şirketin personel müdürü "'e-mail' inizi bırakın biz size bildirelim" der. İşçi de e-mail i olmadığını söyler. Bunun üzerine işe alınmaz.
Adam kendi işini kurar. On yılda çok büyük bir şirket sahibi olur. Aile sini ve şirketini sigorta ettirmek için bir sigorta şirketine baş vurur.
Kayıt olduktan sonra sigortacılar bazı belgeleri temin etmek veya karşılıklı yazışmak için e-mail adresini isterler. Adam bunlara da 'e-mail' adresi olmadığını söyler.
Sigortacı "e-mail adresiniz olmadığı halde böyle bir şirket kurdunuz ve sahibisiniz. 'E-mail' adresiniz olsaydı, kim bilir ne olurdunuz?" der.
Şirket sahibi de: "O zaman Mikrosoft şirketinde temizlik işçisi olurdum" der.

2 Kasım 2012 Cuma

şiir BİTECEK

Haberler yolladım ulaşırsa, sevgili yare,
Bir fırsat bulur bulmaz, hemen gelecek.
Bilir ki derdime dünyada, tek kendi çare,
Elbet benim yaralarıma, merhem olacak.

Yar da selam etmiş bana , henüz gelmedi,
Demiş ki sabrım bitti, ümitlerim kalmadı,
Yalvardım tanrımıza, o da kabul olmadı,
Bu sevdamız yarın değil, ilelebet sürecek.

Yolla haberini, ummadığım zaman gelsin,
Ben anlayım halını, gönlüm rahat eylesin,
Yüreğin ateş dolup, benim için yanmasın,
Çaresiz gönlümüze, göz yaşı su serpecek.

Dünyada herkes, sevdiği ile yaşamak ister,
Ayrılık yakar kül eder cehennemden beter,
Kurtulalım hasretten,  bu çektiğimiz yeter,
Bilki yalnız yaşanmaz, yol beraber bitecek.
                                       Recep Ali Öztürk