Türk Dil Kurumuna göre YAYLA iki şekilde tanımlanmaktadır;
1- Akarsularla derin bir biçimde yarılmış, parçalanmış, üzerinde düzlüklerin bulunduğu, deniz yüzeyinden yüksek yeryüzü parçası, plato.
2- Dağlık, yüksek bölgelerde, kışın hayat şartları güç olduğu için boş bırakılan, yazın havası iyi ve serin olan, hayvan otlatma veya dinlenme yeri. Bizim yaylamız bu her iki tarifi de kapsamaktadır.
Rize İli, Fındıklı İlçesi; Ihlamurlu Köyü, (Ğayna, Zuğu) veya Sulak Köylerinden yola çıkılarak bizim yaylalara gidilir. Yaylamızın adı Sığır Vanagı veya Zuğu Vanağıydı. Şimdi o isimi değiştirmişler, hangi akıllının fikriyse Sultan Dağı yapmışlar. İki yaylamız daha var. Yarımşar saat aralıklarla Kaldırım ve Ğorğut Yaylaları da bizimdir. Yazın oralara da gider kalırdık. Bizim köylere aitti bu yaylalar.
Yaylalara gitmek öyle kolay değildi eskiden. Şimdi araba yolu yapmışlar. Yakınına kadar yol gidiyormuş. Araba yolu olalı ben hiç gitmedim.
Ormanla kaplı yokuş ve patika yollardan, Kaçkar tepelerine yanı deniz seviyesinden 3.000 metre kadar yüksek tepelere yürüyerek, arkalarında 40-50 kg ağır yük olduğu halde gidilirdi. Ben de bu şekilde çok gitmişim.
Yolculukta ilk olarak meyve ağaçları, kızılağaç ve ıhlamur ağaçları gibi yayvan yapraklı, ilerledikçe gürgen, kumar gibi ince yapraklı, daha ilerledikçe çam, ladik gibi iğne yapraklı ağaçlar görülür. En yükseklerde ise, yanı yaylalarda hiç ağaç yoktur. Zirve de yerlerde kısa kısa toplu iğne gibi insana batan 'POŞĞİ' denen otlar bulunur. Genelde sis çok olur. Yanı her tarafa koyu bir duman oturur ve göz gözü görmez. 'ÇİSE' denen görünmeyen yağmurun damlacıkları otların ucunda topuz gibi olur ve düğümlenir dururlar.
Yolculuk için iyi hava seçilir fakat Karadeniz'in yağmuru hiç eksik olmaz. Yağmur yağsa da ıslatır fakat ıslananı pek etkilemez. Yağmur yağarken durup ta saatlerce türkü söyler Karadeniz kadını ve erkeği. Hatta göç zamanı bütün köylüler hayvanları ve aileleri ile birlikte yedi saat kadar yokuş yukarı yürüyüp bu zorlu yolculuğu yaparlar.
'VANAG' denilen evlerin olduğu yerleşim yerine gelinir. İlk Zuğu veya Sığır Vanagı. En kalabalık bu yayladır. Sonra sırt boyu yarım saat kadar yürüdükten sora Ğorğut Vanagı ve daha sonra da Kaldırım Vanagı vardır. Ben ilk defa üç-dört yaşlarında iken Babamın yanında bazen yürüyerek, bazen de sırtında yaylalara gittiğimi hatırlıyorum.
Demirkapı denilen yerde dumanlar hızla yanımızdan bacak aralarımızdan gelip geçerken, beni de alıp peşlerine götürecekler diye çok korkmuş ve ağlamıştım. Bir sığırımız otlarken kaymış, kayadan düşeceği zaman Babam sığırı kuyruğundan tutmuş kurtarmış, orada uğraşırken belindeki uzun kılıç gibi bıçağını düşürmüş kayıp etmişti. Ailece çok yorulduktan sonra büyük bir meşakkatle Zuğu Vanağında ki evimize gitmiş yerleşmiş ve yorgun olduğumuz için de erkenden yatmıştık. Çok soğuk olduğu için ben Babamın koynunda tahtaların üzerine konan, içine ot doldurularak yapılan ve şilte denilen güya döşek üstünde yatıyorduk. Oraların havası yazın bile buz gibi olur.
Gece geç saatlerde evimizin kapısında olan büyük bir gürültü ile uyandım. Babam da benden önce uyanmış kapıda ki o adamlarla tartışıyordu. “Hadi Veyis, sensiz olmuyor, herkes seni bekliyor, başka kimse yok.” Diyorlardı babama. Babam yine gitmek istemeyince onu yakaladılar, pantolon giymeğe bile fırsat vermeden, tuttular, havaya kaldırıp, omuzlarında, zorla, iç donuyla götürdüler.
Babam her zaman Babaannemin kendisine kendir liflerinden yapılan 'KETEN TELİ' dediğimiz iplikle, el ile diktiği, lastiksiz, 'UÇKUR' dedikleri bir bez şerit ile belinden bağlanan, paçaları dizinin altına kadar inen, uzun bir don giyerdi pantolonun altından. İşte pantolon giyemeden o don ile zorla aldılar götürdüler o akşam babamı. Burhanettin Ağabeyim yastık yaptığımız giysilerin altından Nagant marka babamın tabancasını alıp beline soktu ve bizler de arkalarından koşarak gittik. Burhanettin Ağabeyim benden on yaş kadar büyük, delikanlılığa yeni adım attığı sıralardı. Yanı on dört on beş yaşlarındaydı. Az ilerde suyun başında çok büyük bir ateş yanıyor ve çevrede büyük bir kalabalık vardı. Tulum sesi geliyor, türküler söyleniyor, havaya silahlar sıkılıyordu. Doğruca suyun yanında ki düzlüğe, o kalabalık insanların olduğu yere götürüp yere bıraktılar babamı ve oynanan derme çatma horona alıp kollarından tutup çektiler.

Hava gün gibi aydınlık ve diğer yaylalardan da bir çok insanlar gelmiş, orası mahşer günü gibi olmuştu. Babam artık çaresizdi, yapacak başka hiç bir şeyi yoktu. Horoncuların ellerinden tuttu, omuzlarını aşağı, yere doğru indirip, sağ tarafa döndü, biraz eğik vaziyette sekerek yürümeğe başladı ve “Yat aşağa, yat, yat. yat, yat, Gel bana geeeeeel gel” Diye gür sesiyle bağırarak horonu başlattı.
Bütün gürültüler kesilmiş, orada sadece tulum sesi, Babamın sesi ve bir de horoncuların 'pat, pat' diye yere vurdukları ayak sesleri, arada bir de horonun ortasına gelip havaya sıkılan silah sesleri duyuluyordu. Sanki orada ki o kalabalık millet bir tarafa gitmiş, sadece bir tulumcu, bir Babam bir de horoncuların ayakları kalmıştı. O gece sabaha kadar hiç kimse yatmadı horon oynadılar ve eğlendiler. Sabah kuşluk vakti de herkes dağılıp işlerine gittiler.
Yayla yollarında yürürken herkes sırtında elli kiloya yakın yük, kullanılacak eşyalar ve yiyecek ihtiyaç malzemelerini 'KEÇHİ' dedikleri soyulan fındık çubuklarından örülmüş, ‘TIKINA’ denen sepetlerin içine koyar, onunla taşırlardı. Gittikçe yukarılarda hava soğuk olduğundan kışlık giysiler tercih edilir. Hanımlar ve kızlar başlarına 'ĞASE veya YAZMA' dedikleri oyalı eşarpları sararlar. Herkes en yeni elbiselerini giyer, düğüne gider gibi öyle giderlerdi yaylalara. İşte bu yollarda iki kişi kadın veya erkek bir araya geldiler mi, hemen başlarını yan yana getirirler ve yüksek sesle bir türkü söylerlerdi. Bu türküyü duyanlarda karşılık verir ve atışma başlardı. Türküler genelde "Heeeeeeehe Ne yanasun ne yana, seni göremeyirum" diye başlardı ve aşağıda ki satırlar o devirde sevdalı gençlerin birbirlerine attıkları yanık türkülerdendir;
"Ey yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mı?
Ben ki gittum askere, kızlar ağladunuz mı?
Yaylanun yollarında oluk olayim oluk,
Gelen geçen güzeller su içsun soluk soluk.
Oturup ta ağladuk, Kilisenun düzine,
Bizi kimse çekemez, bakma elun sözine.
Kızlar çıkar yaylaya, şenlendururler bu yaz,
Sevduğum olmayınca, yaylalarda durulmaz
Demirkapıyı geçti, ğaseler beyaz beyaz,
En arkadan geleni, Allah onı bana yaz.
Yayladan ki yürüdüm, hava güneşliyidi,
Bakamadum geriye, gözlerum yaşlıyıdı.
Yaylanun yoli yokuş, çıkamadum başına,
Yarum ismuni yazdım, Saleresun taşına.
Eğildum su içmeğe, yaylanın puğarından,
Gel de seni öpeyim, o ballı dudağından." 'PUĞAR' akan suyun gözüne denir.
Gidiyorum yayladan, vaytevordur durağım,
Yarumden uzak kaldım, odur benum merağum.
Yaylaların dumanı, her gün gelir dağilen,
Gençluğume yanarım, geçti ağlamağilen.
Yayladan ki yürüdün, bir saat ağlamışım,
Perun sırtında taşa, hatıra bağlamışım.
Bizim yayla düz gibi, bir su içtim buz gibi,
Oldun elli yaşına, duruyorsun kız gibi.
Bu sene yaylaların, çiçeğisin çiçeği,
Saplandı yüreğime, sevdalığın bıçağı.
Horon oynamağilen, horon evi düz olmaz,
Kadife giymeğilen, koca karı kız olmaz.
Buldurın yaylalardan, alamadum bir çiçek,
Bu yılı da sorarsan, ağzumı açmaz bıçak.
Bir yandan atışma, bir yandan yolculuk devam eder, yol boyunca da bazı yerlerde molalar verirlerdi. Mola yerleri düz ve müsaitti. Horon, türkü devam edip gider. Öküz dövüşleri yaptırılır. İşte bu mola verilip düzlük yerdeki eğlencenin uzun sürenine 'VAYTEVOY' denilirdi.
Vanaga gidene kadar mola yerlerinin isimleri sırasıyla şöyledir; Bayır, Bayır'ın sırtı, Kireç taşı, Şima, Okura suyu, Derebaş arkilliği, Derebaş, Derebaş yokuşu, Yolayrımı, Yeni puğar, Saleres, Saleres'in sal, Saleres'in göl. Bu yoldan ilk geçen, bu göle taş atmazsa ağzı eğilecek derler ve ilk geçen ikaz edilip ille taş attırılır. Tepenin başında artmaz eksilmez, küçük fakat derin, ürkütücü bir görünümü var bu gölün. Herhalde yanardağ göllerinden biridir. Saleresin suyu, Paşakonak, Boğaz, Demirkapı, İnsuz, İnsuzun Yokuştan sonra Poşğut denen büyükçe bir düzlüğe gelinir, Perin sırtı ve evlerin olduğu yer Zuğu Vanagı veya Sığır Vanagidir. Vanag da gece sabaha kadar karşı beri atma türkü ve horona devam edilir. Silahlar atılır. Evleri olanlar Ğorğut ve Kaldırım yaylalarına geçerler. Buralara gitmek için 'KİLİSE' denen büyük düzlük geçilir ve ince patika yoldan devam edilerek gidilir.
En son 1996 yılında İrfan Ağabeyim ve Osman Eniştem ile birlikte üçümüz Ağustos ayının sonlarına doğru gittik yaylalara. Zaten son gidişim oldu. “Paşakonak ta o taştan akan suyun yanında oturup yiyeceğiz.” diyordu İrfan Ağabeyim. Üç kilo kaşar peyniriyle, on beş tane de çarşı ekmeği almıştı. Demek ki eskiden buralarda yaşayıp ta çobanlık yaparken çok aç kaldığı olmuştu ki, onun acısını çıkartacak tı galiba. Öyle anlaşılıyordu. Çünkü o oralarda çok koşturmuş, çobanlık yapmıştı.
Paşakonağa gidene kadar hiç yemek yemedik. Orada peynir ekmek yedik ve o soğuk suyu içtikten sonra yola koyulup bir saat kadar sonra yaylaya çıktık. İrfan Ağabyimin mutluluğu yüzünden belli oluyordu.
O neşeli şen yaylaların tamamen viran kaldığını gördüm. Sadece yayla tavuğu dediğimiz kuşların sesi duyuluyordu. İçime garip bir hüzün çöktü. İnsanların kaldığı 'ĞUĞ' dediğimiz evlerin çoğu viran kalmış, bir çoğu da yıkılmış yerleri bile belli değildi. Kilise düzü dediğimiz yerden Edigöl, Piloncut ve Poğutun derelerine doğru baktım. Hiç bir canlı yoktu. Eskiden öyle miydi oralar? Kurun tepesinden var gücümle bağırdım, heyledim. Sadece sesimin yankısı geri bana geldi. Eskiden olsa çok insanlar karşılık verirlerdi.
İki gece vanakta yıkık bir evin duvarı dibinde uyku tulumunda sabahladıktan sonra etrafa bakmak için Ağabeyim ile Eniştem Kilise düzüne çıktılar. Ben çıkmadım. Çünkü çok hüzünlenmiştim, yalnız kalmak istiyordum. Perin Sırtı dediğimiz yere geçtim. Şansımdan havada hiç bulut yok, güneş her tarafı ısıtıyor ve parlatıyordu. Orada yalnız başıma oturup uzun süre etrafı seyrettim.
Çobanların tepe üstlerinde sisli havalarda yönlerini bulmak için dizdikleri taşları, yaptıkları 'obo' ları gördüm eskiyi hatırladım, düşündüm ve yeniyi gördüm. Her şey sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geldi, geçti. Ellerimin soğuktan karıncalandığı, dişlerimin birbirine vurup ses getirdiği, soğuktan titreyip konuşamadığım zamanları hatırladım. Bir garip oldum, çok duygulandım.
Duvar diplerine oturmuş dedikodu yapıp, el işi yün ve kıl çorabı ören, kocakarıları, o türkücü Hamit'in Kocakarı Hanife Halayı hatırladım. Her akşam kızlar evine toplanır, o uykusunun arasında türkü düzer, kızlarda yüksek sesle erkeklere atma türkü söylerlerdi.
Büyük malcıları hatırladım. Abdoğluları, Mutinoğluları, Hocoğluları, Civelekleri, Hemşenli Mevlüt Amcayı, Canfer Amcayı, Kavaz'ın Topal Hikmet’i, Necip'in Nuri'yi, Halamın oğlu Nizamettin'i. Birlikte buralarda yaşadığımız hiç kimseler yoktu.
O sahibine sadık köpeklerimi de hatırladım. "Kaptan, Bulut" diye onları, "Keribal" diye fil kadar büyük güçlü öküzümü. "Portukal, Kınalı, Maşallah" adlı sığırlarımı hatırladım. Sanki hepsi de yan tarafımda ot otluyorlardı fakat hiç biri yoktu.
Burada durup oynadığımız, şakalaştığımız, birbirilerimize hikayeler anlattığımız, gençlik arkadaşlarımı aradım, tek tek çağırdım. Hiç biri yoktu, duymadılar. Defalarca bağırarak Annemi çağırdım. O da beni duymadı. Acaba onlarda oralara daha hiç uğramamış yoklar mıydı? Yoksa oralardaydılar, duydular da bana cevap mi veremediler? Hiç kimse bana ses vermediler. Anlaşılan onlar da o tepeleri bırakmışlar veya bana kızmışlar, benimle konuşmak istemediler. Sadece sesimin taşlara vuran yankılarından başka hiç bir ses duymadım.
Anamı son bir defa daha çağırdım. Çünkü O dayanamaz, bana kırgın da olsa, sesimi duyunca her şeyi unutur yine de; "Ne oldu Aliiiiiim?" diye cevap verirdi ve oraları sahiplenmiş çok iyi bilirdi. Hem de oraları çok severdi. O da hiç cevap veremedi. Gayri ihtiyarı bir kaç damla yaş yanaklarımdan aşağı yuvarlandığını hissettim.
Son defa ki yaylaya gidişime çok pişman oldum. Ben yine o tepeleri eskisi gibi biliyordum fakat ismi gibi her şey değişmişti. Gitmesem keşke, hala eskisi gibi bilmeğe devam edecektim. Bütün her şeyim alt üst oldu. Kim bilir ben daha buraları bilmezken nelere şahit olmuştu bu tepeler ve bu Perin Sırtı? Bizlerden önce kimler gelip geçmişti buralardan? Kimleri uğurlamış veya kimlere "hoş geldin demişti" bu yerler? Onları düşündüm.
Yokuşlardan aşağıya altı saat kadar yürüdükten sonra geri eve döndük.
Tekrar gitmek istiyorum fakat ayaklarım ve gönlüm gitmek istemiyor. Bazen de şimdiye kadar gerçek değil de çocukluğumda acaba rüya mı görmüştüm diye düşünüyorum.
Herkese Saygılar.
Yorumlar:
Yüreğine sağlık Recep Abim. Okurken gözlerim doldu. Benzer şeyleri yaşamışız hepimiz. Hele o anneni çağırman içimi yaktı. Senelerce çobanlık yaptığım Cağalver'e son gittiğimde puğarın suyu bile kurumaya yüz tutmuştu. 12 tane evden sağlam 3 ev kalmıştı. Vanagın ortasındaki oturacak dediğimiz taşın üstüne oturup Pobozun Tepesine, ufukta görünen Klimaç'a baktım. Çamurdüz tarafına dönüp önce bir nağara attım, karşılık gelmedi. Hooooobinaaaaaaaaam diye bağırdım, Houmlardan da bir cevap gelmedi. Sonra Ebeeeeeee diye bağırdım var gücümle. Eskiden bağırdığımda sesimin yankısı geri gelirdi. Oysa şimdi sesimin yankısı bile geri gelmedi, eğezlerde kayboldu. Bundan 4 sene önce vanagdaki bizim ev de yıkıldı. Yıkıldığını duyduktan sonra bir daha gitmedim ki çocukluk hayallerimde vanagdaki evler gibi yıkılıp, soyunmesun. Seni iyi anlıyorum Abim. Yaşamımız da aynı acılarımız da... Tekrar yüreğine sağlık...
Abim ilk hikayelerin sanırım mesleğin anılarıydı. Yazdığın her yazıyı da okudum. Orada insan tahlillerini de biliyorum ama ne zaman ki memleketini yazmaya başladın, işte o zaman içindeki çocuk ortaya çıktı. İlk günlerdeki yazılarının yerini ciddi anlamda edebi metinler aldı. Yazmaya hiç ara verme Abim. Sen yazarsan torunların da bilecek, onların torunları da. Bir gün bu dünyadan giderken yaşadıklarımızı da yanımızda götürmek bencilliktir. Buna hakkımız yoktur. Selam ve muhabbetle Abim..
Belgesel niteliğindeki bu yazını da yine ilgiyle ve zevkle okudum.1962 Ağustosunda tek tek saydığın bu yerlerin tamamında benim de 5 günlük bir gezim olmuştu..Rahmetli Babamın, çocukluğunun geçtiği ve yıllar sonra sık sık senin gibi hüzünlenerek andığı yaylalarımızı merak etmiştim.
Yayla yoluna rahmetli Hüsnü ve Cemal Aslan’la çıktık. Saydığın yollardan geçtik. Derebaşı yokuşunu bitirirken, üzerinde beyaz lekesi olan bir kayanın önünde beni durdurdular. Yaylaya ilk kez çıkanların bu beyaz bölümü öpmesi gerekiyormuş. Öpmeyenlerin yaylalarda devamlı başı ağrırmış. Aldatmaca olduğunu bile bile öptüm tabii.
Ğorğut’ta misafiri olacağım Asiye Nana’nın (Özyıldız)evine vardığımızda her yere sis çökmüş, akşam olmuştu. Eve girerken, Zalim isimli çok saldırgan köpekleri bağlı duruyordu. Bu köpekle barışmam gerektiğini daha yaylaya çıkmadan söylemişlerdi. Yaptığım ilk iş Zalim’e okkalı bir rüşvet vermek oldu. Aynı rüşveti ertesi sabah tekrarlayınca 5 gün boyunca ayrılmaz ikili olmuştuk. Ve son gün Zalim beni uğurlamak için ta Çengut boğazına kadar gelmişti.
İkinci gün ilk işim Dede’min (taş ustasıymış)yaptığı ama yıkılmış yayla evinin duvar kalıntılarına koşmak oldu.Ellerinin değdiği taşları tek tek yokladım.Babam çocukluğunun en güzel günlerini burada geçirmiş.Sık sık bahsettiği İslamın poğarını bulup doya doya içtim.
Çevreye, çevredeki her şeye dikkatle bakıp hafızama alıyordum.Çünkü köye indiğimde ona nakledecektim.(O yıllarda yaylalara fotoğraf makinesi ya da kamera götürme şansımız ne yazık ki yoktu.)
Üçüncü gün yaylalarımızın merkezi Zuğu Vanağı’na geçip oradakilerle çok hoş vakit geçirmiştik.(Niye Zuğu Yaylası ve Vanağı?Çok eskiden Zuğu(Mzuğu) köyü zamanla büyüyüp ikiye bölündüğünde Zuğuulya(Aşağı Zuğu)Zuğusufla(Yukarı Zuğu) adını almış. Daha sonra ise köylerimizin adı Sulak ve Ihlamurlu’ya dönüştürülmüş.Bu nedenle yaylalarımız sonradan ayrılan bu iki köyün ortak malı olup,son yıllara kadar ilk ismiyle Zuğu yaylası ve Vanağı olarak anılmaktaydı.)
Üçüncü günümde Kaldırım yaylasında ilk okul arkadaşım Rahmetli Tacettin Öztürk’ün kardeşi Orhan beni misafir etmiş, nefis bir oğlak ziyafeti çekmişti.
Alacagöl’ü özellikle görmeye gittiğimde elimde Rus tüfeği,yanımda ise her zamanki gibi Zalim vardı.
Köyden haber geldi.Askerlik şubesi beni arıyormuş.Bu nedenle bu güzel tatili kesip köye üzülerek indiğimi hatırlıyorum.
(Recep bey, bana bu özel ve güzel günleri hatırlattığın için teşekkür ederim. Yazmaya devam etmenizi rica eder, selam ve sevgilerimi gönderirim.)