SAYFALAR

12 Nisan 2012 Perşembe

ÇAĞIRDIM DUYMADILAR

Rize İli, Fındıklı İlçesi; Ihlamurlu Köyü, (Ğayna, Zuğu) veya Sulak Köylerinden yola çıkılarak bizim yaylalara gidilir. 

Yaylamızın adı Sığır Vanagı veya Zuğu Vanağıydı. Şimdi o isimi değiştirmişler, hangi akıllının fikriyse Sultan Dağı yapmışlar. İki yaylamız daha var. Yarımşar saat aralıklarla Kaldırım ve Ğorğut yaylaları da bizimdir. Yazın oralara da gider kalırız.

Bu yaylalara gitmek öyle kolay değildi eskiden. Şimdi araba yolu yapmışlar. Yakınına kadar yol gidiyormuş. Araba yolu olalı ben hiç gitmedim.

Ormanla kaplı yokuş ve patika yollardan, Kaçkar tepelerine yanı deniz seviyesinden 3.000 metre kadar yüksek tepelere yürüyerek, arkalarında 40-50 kg ağır yük olduğu halde gidilirdi.

Yolculukta ilk olarak meyve ağaçları, kızılağaç ve ıhlamur ağaçları gibi yayvan yapraklı, ilerledikçe gürgen, kumar gibi ince yapraklı, daha ilerledikçe çam, ladik gibi iğne yapraklı ağaçlar görülür. En yükseklerde ise, yanı yaylalarda hiç ağaç yoktur. Zirve de yerlerde kısa kısa toplu iğne gibi insana batan 'POŞĞİ' denen otlar bulunur. Genelde sis çok olur. Yanı her tarafa koyu bir duman oturur ve göz gözü görmez. 'ÇİSE' denen görünmeyen yağmurun damlacıkları otların ucunda topuz gibi olur ve düğümlenir dururlar.

Yolculuk için iyi hava seçilir fakat Karadeniz'in yağmuru hiç eksik olmaz. Yağmur yağsa da ıslatır fakat ıslananı pek etkilemez. Yağmurun altında durup ta saatlerce türkü söyler Karadeniz kadını ve erkeği. Hatta göç zamanı bütün köylüler hayvanları ve aileleri ile birlikte yedi saat kadar yokuş yukarı yürüyüp bu zorlu yolculuğu yaparlar. 'VANAG' denilen evlerin olduğu yerleşim yerine gelinir. İlk Zuğu veya Sığır Vanagı. En kalabalık bu yayladır. Sonra sırt boyu yarım saat kadar yürüdükten sora Ğorğut Vanagı ve daha sonra da Kaldırım Vanagı vardır. Ben ilk defa üç-dört yaşlarında iken Babamın yanında bazen yürüyerek, bazen de sırtında yaylalara gittiğimi hatırlıyorum.

Demirkapı denilen yerde dumanlar hızla yanımızdan bacak aralarımızdan gelip geçerken, beni de alıp peşlerine götürecekler diye çok korkmuş ve ağlamıştım. Bir sığırımız otlarken kaymış, kayadan düşeceği zaman Babam sığırı kuyruğundan tutmuş kurtarmış, orada uğraşırken belindeki uzun kılıç gibi bıçağını düşürmüş kayıp etmişti. Ailece çok yorulduktan sonra büyük bir meşakkatle Zuğu Vanağında ki evimize gitmiş yerleşmiş ve yorgun olduğumuz için de erkenden yatmıştık. 
Çok soğuk olduğu için ben Babamın koynunda tahtaların üzerine konan, içine ot doldurularak yapılan döşek üstünde yatıyorduk. Oraların havası yazın bile buz gibi olur.

Gece geç saatlerde evimizin kapısında olan büyük bir gürültü ile uyandım. Babam da benden önce uyanmış kapıda ki o adamlarla tartışıyordu. “Hadi Veyis, sensiz olmuyor, herkes seni bekliyor, başka kimse yok.” Diyorlardı. Babam yine gitmek istemeyince onu yakaladılar ve pantolon giymeğe bile fırsat vermeden tuttular, omuzlarına alıp, zorla, iç donuyla götürdüler. Babam her zaman Babaannemin kendisine kendir liflerinden yaptığı 'KETEN TELİ' dediğimiz iplikle, el ile diktiği, beyaz bezden, lastiksiz, 'UÇKUR' dedikleri bir bez şerit ile belinden bağlanan, paçaları dizinin altına kadar inen, uzun bir don giyerdi. İşte pantolon giyemeden o don ile zorla götürdüler o akşam babamı. Burhanettin Ağabeyim yastığın altından Nagant marka babamın tabancasını alıp beline soktu ve bizler de arkalarından koşarak gittik. Burhanettin Ağabeyim benden on yaş kadar büyük, delikanlılığa yeni adım attığı sıralardı. Yanı on dört on beş yaşlarındaydı. Az ilerde suyun başında çok büyük bir kalabalık vardı. Tulum çalınıyor, türküler söyleniyor, havaya silahlar sıkılıyordu. Doğruca suyun yanında ki düzlüğe, o kalabalık insanların olduğu yere götürdüler babamı ve oynanan derme çatma horona alıp kollarından tuttular.

Diğer yaylalardan da bir çok insanlar gelmiş orası mahşer günü gibiydi. Ortada büyük bir ateş yakmışlar, etrafı o ateş aydınlatıyor, zaten hava da aydınlıktı. Babam artık çaresizdi, yapacak başka hiç bir şeyi yoktu. Üzerinde beyaz iç donuyla, horoncuların ellerinden tuttu, omuzlarını aşağı düşürüp, sağ tarafa doğru döndü, yarım eğik vaziyette sekerek yürümeğe başladı ve “Yat aşağa, yat, yat. yat, yat, Gel bana geeel gel” Diye gür sesiyle bağırarak horonu başlattı. Bütün gürültüler kesilmiş, orada sadece tulum sesi, Babamın sesi ve bir de horoncuların 'pat, pat' diye yere vurdukları ayak sesleri, arada bir de horonun ortasına gelip havaya sıkılan silah sesleri duyuluyordu. Sanki orada ki o kalabalık millet bir tarafa gitmiş, sadece bir tulumcu, bir Babam bir de horoncuların ayakları kalmışlardı. O gece sabaha kadar hiç kimse yatmadı horon oynadılar ve eğlendiler. Sabah kuşluk vakti de herkes dağılıp işlerine gittiler.

Yayla yollarında yürürken herkes sırtında elli kiloya yakın yük, kullanılacak eşyalar ve yiyecek ihtiyaç malzemelerini ‘TIKINA’ denen sepetlerin içine koyar, onunla taşırlardı. Gittikçe yukarılarda hava soğuk olduğundan kışlık giysiler tercih edilir. Hanımlar ve kızlar başlarına 'ĞASE veya YAZMA' dedikleri oyalı eşarpları sararlar. Herkes en yeni elbiselerini giyer, düğüne gider gibi öyle giderlerdi yaylalara. İşte bu yollarda iki kişi kadın veya erkek bir araya geldiler mi, hemen başlarını yan yana getirirler ve yüksek sesle bir türkü söylerlerdi. Bu türküyü duyanlarda karşılık verir ve atışma başlardı. Türküler genelde "Heeeeeeehe Ne yanasun ne yana, seni göremeyirum" diye başlardı ve aşağıda ki satırlar o devirde sevdalı gençlerin birbirlerine attıkları yanık türkülerdendir;

"Ey yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mı?
Ben ki gittum askere, kızlar ağladunuz mı?

Yaylanun yollarında oluk olayim oluk,
Gelen geçen güzeller su içsun soluk soluk.

Oturup ta ağladık, Kilisenun düzine,
Bizi kimse çekemez, bakma elun sözine.

Kızlar çıkar yaylaya, şenlendururler bu yaz,
Sevduğum olmayınca, yaylalarda durulmaz

Demirkapıyı geçti, ğaseler beyaz beyaz,
En arkadan geleni, allah onı bana yaz.

Yayladan ki yürüdüm, hava güneşliyidi,
Bakamadum geriye, gözlerum yaşlıyıdı.

Yaylanun yoli yokuş, çıkamadum başına,
Yarum ismuni yazdım, Saleresun taşına.

Eğildum su içmeğe, yaylanın puğarından,
Gel de seni öpeyim, o ballı dudağından." 'PUĞAR' akan suyun gözüne denir.

Gidiyorum yayladan, vaytevordur durağım,
Yarimden uzak kaldım, odur benin merağum.

Yaylaların dumanı, her gün gelir dağilen,
Gençliğime yanarım, geçti ağlamağilen.

Yayladan ki yürüdün, bir saat ağlamışım,
Aykırlığın çamına, hatıra bağlamışım.

Bizim yayla düz gibi, bir su içtim buz gibi,
Oldun elli yaşına, duruyorsun kız gibi.

Bu sene yaylaların, çiçeğisin çiçeği,
Saplandı yüreğime, sevdalığın bıçağı.

Horun oynamağilen, horon evi düz olmaz,
Kadife giymeğilen, koca karı kız olmaz.

Buldurın yaylalardan, alamadım bir çiçek,
Bu yılı da sorarsan, ağzımı açmaz bıçak.

Bir yandan atışma, bir yandan yolculuk devam eder, yol boyunca da bazı yerlerde molalar verirlerdi. Mola yerleri düz ve müsaitti. Horon, türkü devam edip gider. Öküz dövüşleri yaptırılır. İşte bu mola verilip düzlük yerdeki eğlencenin uzun sürenine 'VAYTEVOY' denilirdi. Vanaga gidene kadar mola yerlerinin isimleri sırasıyla şöyledir; Bayır, Bayır'ın sırtı, Şima, Okura suyu, Derebaş arkilliği, Derebaş, Derebaş yokuşu, Yolayrımı, Yeni puğar, Saleres, Saleres'in sal, Saleres'in göl. Bu göle ilk geçen taş atmazsa ağzı eğilecek denmiş ve ilk geçen ikaz edilip ille taş attırılır. Tepenin başında artmaz eksilmez, küçük fakat derin, ürkütücü bir görünümü var bu gölün. Saleresin suyu, Paşakonak, Boğaz, Demirkapı, İnsuz, İnsuzun Yokuştan sonra Poşğut denen büyükçe bir düzlüğe gelinir, Perin sırtı ve evlerin olduğu yer Zuğu Vanagı veya Sığır Vanagidir. Vanag da gece sabaha kadar karşı beri atma türkü ve horona devam edilir. Silahlar atılır. Evleri olanlar Ğorğut ve Kaldırım yaylalarına geçerler. Buralara gitmek için 'KİLİSE' denen büyük düzlük geçilir ve ince patika yoldan devam edilerek gidilir.

En son 1996 yılında İrfan Ağabeyim ve Osman Eniştem ile birlikte üçümüz Ağustos ayının sonlarına doğru gittik yaylalara. Zaten son gidişim oldu. “Paşakonak ta o taştan akan suyun yanında oturup yiyeceğiz.” diyordu İrfan Ağabeyim. Bir kilo kaşar peyniriyle, on beş tane de çarşı ekmeği almıştı. Demek ki eskiden buralarda yaşayıp ta çobanlık yaparken çok aç kaldığı olmuştu ki, onun acısını çıkartacak tı galiba. Öyle anlaşılıyordu. Çünkü o oralarda çok çobanlık yapmıştı. Paşakonağa gidene kadar hiç yemek yemedik. Orada peynir ekmek yedik ve o soğuk suyu içtikten sonra yola koyulup bir saat kadar sonra yaylaya çıktık. İrfan Ağabyimin mutluluğu yüzünden belli oluyordu.

O neşeli şen yaylaların tamamen viran kaldığını gördüm. Gittiğime pişman oldum. Sadece yayla tavuğu dediğimiz kuşların sesini duydum. İçime garip bir hüzün çöktü. İnsanların kaldığı 'ĞUĞ' dediğimiz evlerin çoğu viran kalmış, bir çoğu da yıkılmış yerleri bile belli değildi. Kilise düzünden Edigöl, Piloncut ve Poğutun derelerine doğru baktım. Hiç bir canlı yoktu. Eskiden öyle miydi oralar? Kurun tepesinden var gücümle bağırdım. Sadece sesimin yankısı geri bana geldi. Eskiden olsa çok insanlar cevap verirlerdi.

İki gece vanakta yıkık bir evin duvarı dibinde uyku tulumunda sabahladıktan sonra etrafa bakmak için Ağabeyim ile Eniştem Kilise düzüne çıktılar. Ben çıkmadım. Çünkü çok hüzünlenmiştim, yalnız kalmak istiyordum. Perin Sırtı dediğimiz yere geçtim. Şansımızdan havada hiç bulut yok, güneş her tarafı ısıtıyor ve parlatıyordu. Orada yalnız başıma oturup uzun süre etrafı seyrettim. Çobanların tepe üstlerinde sisli havalarda yönlerini bulmak için dizdikleri taşları, yaptıkları 'obo' ları gördüm eskiyi hatırladım ve düşündüm. Her şey bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geldi, geçti ve bir de yeniyi gördüm. Bir garip oldum, çok duygulandım.

Daha önce birlikte buralarda yaşadığımız, Atalarımı hatırladım. Duvar diplerine oturmuş hem dedikodu, hem de el işi yapan kocakarıları hatırladım. Büyük malcıları hatırladım. Abdoğluları, Mutinoğluları, Hocoğluları, Civelekleri, Hemşenli Mevlüt Amcayı, Kavaz ın Topal Hikmet’i, Necip'in Nuri'yi, Halamın oğlu Nizamettin'i, Komşularımı, arkadaşlarımı, hayvanlarımı, o sadık köpeklerimi de hatırladım. "Kaptan, Karabaş, Bulut" diye onları, "Keribal" diye fil kadar büyük güçlü öküzümü. "Portukal" diye de sarı renkli, sığırımı hatırladım. 

Orada durup oynadığımız, şakalaştığımız gençlik arkadaşlarımı tek tek çağırdım. Defalarca Annemi çağırdım. O da beni duymadı. Hiç biri duymadılar. Acaba onlarda oralara daha hiç uğramamış, veya oralardaydılar, duydular da bana cevap mi veremediler? Hiç kimse bana ses vermediler. Anlaşılan onlar da o tepeleri bırakmışlar veya bana kızmışlar, görünüp konuşmak istemediler. Sadece sesimin taşlara vuran yankılarından başka bir şey duymadım.

Anamı son bir defa daha çağırdım. Çünkü O dayanamaz ne kadar bana kırgın da olsa, benim sesimi duyunca yine de; "Ne oldu Aliiim?" diye cevap verirdi ve oraları çok iyi bilirdi. Hem de oraları çok severdi. Yine cevap vermedi.

Son defa ki yaylaya gidişime çok pişman oldum. Ben yine o tepeleri eskisi gibi biliyordum fakat ismi gibi her şey değişmişti. Gitmeseydim keşke, hala eskisi gibi bilmeğe devam edecektim. Bütün her şeyim alt üst oldu. Kim bilir ben daha buraları bilmezken nelere şahit olmuştu bu tepeler ve bu Perin Sırtı? Onları düşündüm. Kimler gelip geçmişti bu yerlerden? Onları düşündüm. Yokuşlardan aşağıya altı saat kadar yürüdükten sonra geri eve döndük.

Tekrar gitmek istiyorum fakat ayaklarım ve gönlüm gitmek istemiyor. Bazen de şimdiye kadar gerçek değil de çocukluğumda acaba rüya mı görmüştüm diye düşünüyorum.
Herkese Saygılar.

Yorumlar:

Şakir Aksu
Yüreğine sağlık Recep Abim. Okurken gözlerim doldu. Benzer şeyleri yaşamışız hepimiz. Hele o anneni çağırman içimi yaktı. Senelerce çobanlık yaptığım Cağalver'e son gittiğimde puğarın suyu bile kurumaya yüz tutmuştu. 12 tane evden sağlam 3 ev kalmıştı. Vanagın ortasındaki oturacak dediğimiz taşın üstüne oturup Pobozun Tepesine, ufukta görünen Klimaç'a baktım. Çamurdüz tarafına dönüp önce bir nağara attım, karşılık gelmedi. Hooooobinaaaaaaaaam diye bağırdım, Houmlardan da bir cevap gelmedi. Sonra Ebeeeeeee diye bağırdım var gücümle. Eskiden bağırdığımda sesimin yankısı geri gelirdi. Oysa şimdi sesimin yankısı bile geri gelmedi, eğezlerde kayboldu. Bundan 4 sene önce vanagdaki bizim ev de yıkıldı. Yıkıldığını duyduktan sonra bir daha gitmedim ki çocukluk hayallerimde vanagdaki evler gibi yıkılıp, soyunmesun. Seni iyi anlıyorum Abim. Yaşamımız da aynı acılarımız da... Tekrar yüreğine sağlık...

Abim ilk hikayelerin sanırım mesleğin anılarıydı. Yazdığın her yazıyı da okudum. Orada insan tahlillerini de biliyorum ama ne zaman ki memleketini yazmaya başladın, işte o zaman içindeki çocuk ortaya çıktı. İlk günlerdeki yazılarının yerini ciddi anlamda edebi metinler aldı. Yazmaya hiç ara verme Abim. Sen yazarsan torunların da bilecek, onların torunları da. Bir gün bu dünyadan giderken yaşadıklarımızı da yanımızda götürmek bencilliktir. Buna hakkımız yoktur. Selam ve muhabbetle Abim..

Namık Kemal Bayraktar
Belgesel niteliğindeki bu yazını da yine ilgiyle ve zevkle okudum.1962 Ağustosunda tek tek saydığın bu yerlerin tamamında benim de 5 günlük bir gezim olmuştu..Rahmetli Babamın, çocukluğunun geçtiği ve yıllar sonra sık sık senin gibi hüzünlenerek andığı yaylalarımızı merak etmiştim.

Yayla yoluna rahmetli Hüsnü ve Cemal Aslan’la çıktık.Saydığın yollardan geçtik.Derebaşı yokuşunu bitirirken,üzerinde beyaz lekesi olan bir kayanın önünde beni durdurdular.Yaylaya ilk kez çıkanların bu beyaz bölümü öpmesi gerekiyormuş.Öpmeyenlerin yaylalarda devamlı başı ağrırmış. Aldatmaca olduğunu bile bile öptüm tabii.

Ğorğut’ta misafiri olacağım Asiye Nana’nın (Özyıldız)evine vardığımızda her yere sis çökmüş,akşam olmuştu. Eve girerken,Zalim ismli çok saldırgan köpekleri bağlı duruyordu.Bu köpekle barışmam gerektiğini daha yaylaya çıkmadan söylemişlerdi.Yaptığım ilk iş Zalim’e okkalı bir rüşvet vermek oldu.Aynı rüşveti ertesi sabah tekrarlayınca 5 gün boyunca ayrılmaz ikili olmuştuk.Ve son gün Zalim beni uğurlamak için ta Çengut boğazına kadar gelmişti.

İkinci gün ilk işim Dede’min (taş ustasıymış)yaptığı ama yıkılmış yayla evinin duvar kalıntılarına koşmak oldu.Ellerinin değdiği taşları tek tek yokladım.Babam çocukluğunun en güzel günlerini burada geçirmiş.Sık sık bahsettiği İslamın poğarını bulup doya doya içtim.

Çevreye, çevredeki her şeye dikkatle bakıp hafızama alıyordum.Çünkü köye indiğimde ona nakledecektim.(O yıllarda yaylalara fotoğraf makinesi ya da kamera götürme şansımız ne yazık ki yoktu.)

Üçüncü gün yaylalarımızın merkezi Zuğu Vanağı’na geçip oradakilerle çok hoş vakit geçirmiştik.(Niye Zuğu Yaylası ve Vanağı?Çok eskiden Zuğu(Mzuğu) köyü zamanla büyüyüp ikiye bölündüğünde Zuğuulya(Aşağı Zuğu)Zuğusufla(Yukarı Zuğu) adını almış. Daha sonra ise köylerimizin adı Sulak ve Ihlamurlu’ya dönüştürülmüş.Bu nedenle yaylalarımız sonradan ayrılan bu iki köyün ortak malı olup,son yıllara kadar ilk ismiyle Zuğu yaylası ve Vanağı olarak anılmaktaydı.)

Üçüncü günümde Kaldırım yaylasında ilk okul arkadaşım Rahmetli Tacettin Öztürk’ün kardeşi Orhan beni misafir etmiş, nefis bir oğlak ziyafeti çekmişti.

Alacagöl’ü özellikle görmeye gittiğimde elimde Rus tüfeği,yanımda ise her zamanki gibi Zalim vardı.

Köyden haber geldi.Askerlik şubesi beni arıyormuş.Bu nedenle bu güzel tatili kesip köye üzülerek indiğimi hatırlıyorum.

(Recep bey, bana bu özel ve güzel günleri hatırlattığın için teşekkür ederim. Yazmaya devam etmenizi rica eder, selam ve sevgilerimi gönderirim.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder