SAYFALAR

27 Ocak 2012 Cuma

BAŞKOMİSERE SUİKAST

Adana Emniyet Müdürlüğü Eski Vilayet binası ve Lüks Otelin yanında küçük iki taş binalardı. Osmanlı döneminde polis okulu olarak hizmet veriyormuş bu binalar. Cumhuriyet döneminde Adana Emniyet Müdürlüğü yapmışlar.

Sağ taraf binada Emniyet Müdürü makamı ve TEM Şube ile Pasaport Şube Müdürlükleri, Karşı bina da Asayiş, Personel, Lojistik ve İkmal Şube Müdürlükleri vardı.

Bizim büromuz Cinayet Masası Asayiş Şube de girişe göre sol tarafa dönünce yine solda tek odalı bir yerdi. Kapısının sağ üst tarafında dikdörtgen şeklinde, beyaz kalın bir mermer çakılmış ve üzeri oyularak ‘Ağır Suçlar Masası’ diye siyah boya ile yazılmış, tabela bulunuyordu. Birkaç sene sonra da bizden ayrılarak Gasp Bürosu kuruldu ve bizim büronun adı Cinayet Bürosu olarak değişti. Eski mermer tabela kaldırıldı.

Büro Amirimiz Başkomiser Hoca lakaplı Cihat Yalım, Polis Memurları; Damat Hüseyin, Ğalo Mehmet, Dada Ahmet, Yovrum Ahmet, Ğırsız Ahmet, Kanun Fahri, Komando Yaşar, Dedektif Şahin, Şerlok Emir, Topal Mahmut, Miçi Mustafa, Uzun Tahsin, Skoda Sadık, Mecnun Osman, Hayranı Sadık ve ben Negatif Recep birlikte çalışıyorduk. Bana negatif diyorlardı. Çünkü her şeyin tersini yapıp, hep olumlu neticeler aldığımdan şaşıp kalıyorlardı. Ve çokta hayret ediyorlardı.

Kısım Amirimiz Cihat Bey'in makam arabası yoktu. Zaten bir tek ekip arabamız var onunla idare ediyorduk. Arızalandığı zaman da ona buna ağız eğip, sanayi de sivil ustalara tamir ettiriyorduk. Emniyetin tamirhanesi veya tamir ettirme imkanı hiç yoktu. Sanayi de Vergi Usta diye birisi bizim polis arabaları tamircisi gibi olmuştu.

İlk zamanlar 24 saat görev, 12 saat istirahat edecek şekilde, sonraları 24 saat görev 24 saat istirahat şeklinde görev yazılır fakat genel de istirahat saatimiz gelse de elimizde ki işleri neticelendirir istirahata öyle ayrılırdık. İstiyerek çalıştığımız ve pek işimize karışanımız olmadığı için hiç yorulmaz, görevi zevkle yapardık. 

O yıllarda adliyeden hiç bir görevli vaya Emniyetten hiç bir amir, müdür bize karışmazlardı. Bir gece bir cinayet esnasında ki anonslarda, Adana'ya İstanbul'dan yeni gelen Müdür Yardımcısı Tilki Selim lakaplı Selim Ayşıl anonslara katılmış, 'şöyle yapın, böyle yapın' diye bize talimatlar verirken, Başmüdür Nihat Ertürk devreye girmiş ve telsizle "Selim Bey sen o çocuklara karışma! Onlar işlerini bilirler." diye anons etmişti. O anonsta çok hoşumuza gitmiş, daha da çok işimize sarılmıştık.

Başkomiser gündüz mesai saatlerinde yazıcı memur hemşerisi Damat Hüseyin ile birlikte Kısımda durur. Gece de gerekirse Başkomiseri evinden alırdık ve birlikte çalışmağa devam ederdik. Bu çalışmalarımıza karşılıkta faili meçhul hiç bir olayımız olmazdı. Hatta bazen İstanbul'un cinayet suçlularını tespit eder yakalar İstanbul Polislerine haber verir, teslim ederdik. Ertesi gün İstanbul Cinayet Masası Amiri Ahmet Ateşli nin ekipleri boy boy poz verip "Suçluyu Adana da yakalayıp, getirdik." diye manşetler attırırlardı gazetelerde.

Başkomiserimiz Cihat Yalım dan fırça yemek için de adeta can atardık. Daha doğrusu herkes alışmıştı, yediği fırçalar kimsenin zoruna gitmezdi. Zaten görevle ilgili de pek fırça atmazdı. Bana pek bir şey demez bütün arkadaşlara öyle körü körüne basardı fırçayı. 

Beni neden pek fırçalamazdı? Meşhur kabadayı Süleyman Sırrı Prodan Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur ve Yardımcısı Ahmet Albay'ı silahla yaralayıp kaçtığı zaman onu yakalamağa gidiyorduk, Konya Seydişehir'e. Ağır Ceza Reisinin evinde arama yapacaktık. Karaman dan geçerken Başkomiserimizin baba evine uğradık ve annesini gördük, elini öptük, yaşlı kadının. İçlerinde en genç tabiri caizse çocuk gibi tıfıl olan bir tek ben vardım. O zaman annesi başımı eliyle okşadı ve Başkomiser Cihat Bey'e; "Eğer bu çocuğu ezersen, ona zor görevler verirsen sana sütümü helal etmem oğlum, bilesin ha!" demişti benim için.

Ondan mı bimem, bana şakadan da olsa pek fırça atmazdı. Aslında atsada isterdim. Arkadaşlara attığı fırçalar da genelde hep yerinde olurdu ve ben de imrenirdim, herkesin de hoşuna giderdi. Fırçaları konu eder sonraları birbirimize şakalar ederdik. Kendisini çok severdik, o da bizleri çok severdi. Bizler için her şeyi göze alırdı.

Her sabah ekip Başkomiser Cihat Bey'i Narlıca Mahallesinde ki evinden alır birlikte kısma gelir, akşamları da evine yine ekip bırakırdı. Genelde sabahları evinden aldığımız zaman çok gergin ve sinirli olurdu. Herkesi fırçalar, bağırır, çağırır, fakat kalbinde hiç bir kötülük olmayan örnek bir insandı Cihat Bey. 

Evet bağırır çağırır fakat iki dakika sonra olanları unutur "Arkadaşlar şimdi iyi de çay içilirdi değil mi?" der hepimize çay ısmarlar gönlümüzü alır fakat yine de sabahları pek gözünden kaçmağa çalışırdık. Hele kaçtığımızı da anlarsa özellikle kaçanı çağırır ve fırçalardı. Birinci pirensibimiz sabahları gözüne pek görünmemekti.

Kendisi o kadar saf ve temiz bir insandı ki yeni bir araba almıştı vosvos. Bazı cin memur arkadaşlar mesela Dedektif Şahin; “Başkomiserim, sol arka tekeri biraz yan duruyor, getirip ustaya bir göstereyim.” Der arabayı alır çocuklarını Karataş’a denize götürür bırakır gelirdi. O da sonra arabaya bakar "Hah, eline sağlık. Çok güzel olmuş Şahin." derdi. Kısımda çay içeceğimiz zaman güya kura çekerlerdi. Şahin kağıta yazmaz aklında bir sayı tutar, o sayıyı kim söylerse çayı o ısmarlardı fakat her ne hikmetse de her zaman Başkomisere çıkar çayı Başkomiser ısmarlardı.

İçki kesinlikle hiç içmez ve çok karşıydı. Hırsız Ahmet te sabah kahvaltısında bir ufak rakı içmezse o gün hep uykusu gelirdi. Dış göreve giderken eğer Başkomiser de geliyorsa, Ahmet lokantaya gider, mutfakta ayak üstü iki düble rakıyı susuz içer, gelir arabaya biner, her tarafı rakı kokar, o öyle araba kullanırdı. Başkomiser de Ahmet'in öyle içki içtiğini bilir fakat hep bilmezden gelirdi. Dış göreve giderken Başkomiser de varsa camı açar, hiç haberi yokmuş gibi, dışarıyı seyreder, öyle dış göreve giderdik.

Bir sabah yine Başkomiseri evinden aldık hep birlikte kısma geliyorduk. Yolda hiç konuşmadı. Yüzünden ateş damlıyordu. O konuşmayınca hiç kimsede de çıt yoktu. Bize bir şey yok ta Antep li Yovrum Ahmet arabayı kullanıyor, yok sağ dan girdin, soldan gittin diye, dünyanın fırçasını yedi. Biz de arkada Başkomiser görmediği gibi gülerek dikiz aynasından işaretlerle Ahmet'e gıcık veriyorduk. 

Sonra Ahmet bana "Valla Recep bir gün trafiğin ortasında arabayı bırakıp kaçacağım" dedi ve çok ta uzun sürmedi, iki üç gün sonra gerçekten dediği gibi yaptı. O yine fırça atarken arabanın el firenini çekip yolun ortasında, trafiğin içinde bıraktı ve arabadan inip öbür arabaların aralarından kaçtı gitti. Başkomiser arkasından sadece baktı ve bir iki çağırdı, başka da hiç bir şey demedi. Bıyık altından da güldü ve. "Geç Emir arabayı sen götür. Bu sıra Ahmet'e çok yüklendik galiba?" dedi. Başka bir arkadaş arabayı kısma götürdü. Ahmet taksi tutup Kısma gelmişti.

Ne ise o sabah sağ salım kısma kadar geldik fakat yinede her şey olabilirdi. Baykuş üzerimizde dolaşıyordu bir defa. Sabahları olay bültenleri, görev ve faaliyet raporları yazılır, ilgili yerlere verilirdi.

Sivas'lı Topal Mahmut biraz yağcılığı severdi fakat biraz da Başkomiseri yumuşatmak, sakinleştirmek için ona yaklaşır, bazı önerilerde bulunur, o sinirli anında onunla tek o muhatap olur konuşurdu. Yine öyle yaptı; “Başkomiserim, faaliyet raporlarını yazayım mı?” dedi. Halbuki Damat Hüseyin büronun yazıcısı orada oturuyor ve onun görevi, sana ne?

Başkomiser her zaman olduğu gibi kendinden emin, emri vaki sert üslubuyla; "Geç daktiloya, dört kağıt tak!" dedi. Halbuki Mahmut öyle çabuk ta yazamazdı. Daha iyi yazanlarda vardı fakat dedim ya belki de yağcılık işte. Mahmut hemen alel acele dört kağıda karbon takıp iğneledi, daktiloya taktı ve usta yazıcılar gibi büyük bir maharetle daktiloyu da bir iki ileri geri hareket ettirdikten sonra "Tamam Başkomiserim." dedi.

Başkomiser gece ekibinin notlarını ve raporları eline alarak evirip çevirip okuduktan sonra hiç bir şeyi kaçırmadan gayet itinalı bir şekilde yüksek sesle söylüyor, arada da gözlüklerinin üstünden gözüne kim ilişirse bizlere öyle takılıp bakıyor, Mahmut ta 'çat, pat' diye daktiloda o ne derse onu yazıyordu. Bazen de yetişemediği zaman; "Orası nasıl dı Başkomiserim?" diye tekrarlatarak faaliyet raporlarını yarım saat kadar uğraştıktan sonra birlikte yazdılar, bitirdiler. 

Daktilodan çıkarıp altına imza atıp Müdür Bey'e gönderilecek kıvama geldi fakat kağıtı daha çıkarmadılar. Daktiloda takılı duruyor, son rötuşlarını yapacaklardı. Başkomiser her zaman öyle ederdi. Gider, bakar yazılan yazıyı ileri geri götürür, getirir kontrol eder, öyle çıkarırdı daktilodan.

Asayiş Şube Müdürü Adil Bey de odacıyı yollamış bültenleri bekliyordu. Bizler de beş altı memur hiç sessiz köşelere oturmuş pür dikkat nefes dahi almadan kendilerini izliyorduk.

Mahmut yazdığı yazıyı hiç fırça yemeden bitirdiği için dört köşe olmuş, öyle mutlu daktilonun başında oturuyor ve o arada Başkomiser görmediği gibi sessiz bazı işaretler ediyor, arkadaşlara gıcık vermeğe veya güldürmeğe çalışıyordu.

Başkomiser ani bir hareketle yerinden kalkarak gözlüğünü taktı ve yazdıkları yazıyı kontrol etmek için daktilonun başına geldi. Ayakta yazıya bir iki baktıktan sonra hışımla geri dönerek masasının üstünde ki öbür gözlüğünü aldı. Gözüne taktı ve yazdıkları yazıya bir daha baktı. O taktığı gözlüğü çıkardı başka bir gözlük taktı tekrar baktı. Ardı sıra bir daha baktı. Gözlüklerini çıkardı masanın üzerine koydu telaşeyle öyle gözlüksüz kafasını ileri geri götürüp daktiloda ki yazıya bir daha kontrol etti. Ben anladım bir aksilik vardı muhakkak!

Birden Mahmut'a döndü, bağırdı "Hani, yazdığın yazı nerde Mahmut?" dedi. Hepimiz şoke olmuştuk. Birden hareketlenip daktilonun başına koşuştuk. Aa.. baktık ki daktilo da kağit var görünüyor fakat üzerinde hiç yazı yok, sadece vuran tuşların izi var. Bir kelime dahi yazı yazılmamış. O kadar zaman boşa uğraşmışlar. 

Giresun lu Ahmet Ağabey "Başkomisere suikast" diye bağırdı ve o kapıdan dışarı fırladı gitti. Yazıyı yazan Sivas'lı Mahmut'un da dili tutuldu. Oturduğu yerden "Vallllaahi bben yyyazdıydım fakat yyazılmamış Baaaaşkomiserim" diyordu. Adam yazıyı yazarken 'ne yazdım?' diye merak edip hiç bakmaz mı? Biz bürodan dışarı kendimizi zor attık ve gülmekten yerlere yattık. Ben 'Mahmut'a acaba ne yapacak?' diye onu merak ediyordum. Yazdıkları yazıyı hemen daktilodan çıkardılar. Aksilik ya Mahmut kağıtların arkasına karbonları da ters takmış, yazdığı yazının süretleri de ters çıkmıştı, hiç biri kullanılamadı.

Başkomiser hepimizi içeri çağırdı. Hemen daktiloyu incelemeğe aldılar. Nasıl olurdu? Yazı neden yazılmazdı? Baktık, daktiloda şerit yok. Gece çalışan ekip yazı yazarken şerit kopmuş, yedeği de kalmamış. Öyle şeritsiz bırakmış istirahata ayrılmışlar. Yoksa tuzak mı kurdular onu da bilemiyoruz tabi. Ser verir sır vermezlerdi Uzun Tahsin'in ekibi. Üç gün korkudan Cihat Bey'in yanına hiç yaklaşmadık. Ancak çağırırsa giderdik. Mahmut çay oçağına filan takılır Başkomisere de ha bire çay gönderirdi. Üç gün sonra toptan bir fırça daha yedik. "Yeter, içim dışım çay oldu. Yanıma niçin gelmiyorsunuz? Ben yalnız kalınca sıkılıyorum." diye fırça attı.

Bir kaç gün sonra keyifli bir şekilde kısım da oturup kura ile çay ısmarlayıp içerken ve geçmiş olaylardan muhabbetler ederken kendisi bu olayı ve Yovrum Ahmet'in arabayı bırakıp kaçmasını ballandıra ballandıra bir anlatmağa başlardı. Hepimizin gülmekten gözlerimizden yaşlar akardı.

Bir gün "Ne isterseniz isteyin benden arkadaşlar, bugün iyi günümdür. Her isteğinizi yerine getireceğim." dedi de, hemşerisi Kanun Fahrettin "Valla fırça atma Başkomiserim, senden başka bir şey istemiyoruz." dedi. O da "Yook, onu benden istemeyin. Fırçasız olmaz." dediydi. Ah eski günler...Ah



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder