SAYFALAR

31 Ocak 2012 Salı

UYANIK

1975 yılında; bir suçluyu yakalamak için Adana da Karşıyaka dolmuşlarında sahibi ile anlaştım ve bir hafta kadar şoförlük yaptım. O zaman ki güzergaha göre Valiliğin yan tarafından bu dolmuşlar kalkar taş köprüyü geçtikten sonra Devlet Hastanesi önü son durağı olurdu. Bir sabah saat 10.00 sıralarında son durakta durdum, yolcular iniyordu. Dolmuş arabalarının hepsi de genel de çok eski, tamponları demirli filan Skoda marka taş gibi arabalardı.

Arkamda birden 'küüt' diye bir ses duydum. Bana durduğum yerde gelip çarpmışlardı. Hemen indim fakat bana çarpan hususi Mersedes arabadaki genç delikanlı tutulmuyor, bıraksalar beni parçalayacak hem küfürler hem de "Arabama niçin çarptın lan" diye bağırıyordu. Hasara baktım onun arabası bayağı hasarlıydı. O öyle tutulmazken "Ben mi senin arabana çarptım" diye sordum. "Tabi sen çarptın lan bin lira zararım var ödeyeceksin" diyordu. Ben daha ses çıkarmadım. Geri geldim arabama binerken O hala "Dur kaçma lan" filan diyordu. Arabayı çalıştırdım. Beş metre kadar ileri gittikten sonra durdum. Geri vitese taktım. Hızla geri gelerek orada hala bekleyip bağırıp çağıran bu gencin Mersedes arabasına hızla gelerek kasıtlı olarak çarptım. Bu olayı ikinci defa tekrarlarken arabasının önüne geçti. Az kalsın kendisine de çarpacaktım. Ön panel ve radyatörü param parça oldu.

Arabamdan tekrar indim ve "Senin arabana şimdi ben çarptım. Demin Sen benim arabama çarpmıştın. Ya doğruyu söyle, ya da tekrar çarpıyorum fakat bu sefer sana da çarpabilirim." dedim. Doğruyu söyledi. Arabasını başka yerde çarpmış. Hasar parasını almış. Ben den de para koparmak için mahsus numara yapmış. Kerata. Halbuki git zengin adamlara çarp fakat insanların ne yapacağı belli olmuyor. Bazen de
 her şey senin düşündüğün gibi olmuyor veya kurduğun plan yürümüyor işte.

29 Ocak 2012 Pazar

şiir ANA


Soracağım sende bana, doğru anlatacaksın,
İnanmam ki ali'ni, şimdi hepten unutacaksın,
Mutlaka sesimi duyunca, beni tanıyacaksın,
Küçük ali'n çağırıyor, ana, duyuyor musun?

Çıkma kaçkarlara, soğuktur, üşüyeceksin,
Aklın hep oralarda ise, yazın yine gidersin,
Güzel urubalar getirdim sana, geyeceksin,
Ufak oğlun ali gelmiş, ana, görüyor musun?

Serin olur ağustos da, bizim yaylanın eteği,
Güz gelince dökülmez, seni bekler çiçekleri,
Vaz geçemedin, belki istersin tekrar gitmeği,
Ali'n gelmiş götürecek, ana, geliyor musun?

Yemedin, yedirdin, çilelerle büyüttün beni,
Faydam hiç olmadı, belki de çok üzdüm seni,
Cahildim ozaman, anlayamadım nasihatlerini,
Ali'n çok pişman oldu ana, bağışlıyor musun?
                                           Recep Ali Öztürk

28 Ocak 2012 Cumartesi

şiir DUALARIMDA

Güzellerin içinde, sen benim bir tanemsin,
Her gün anarım seni, kaldın dudaklarımda.
Sevdiğimi söylersem, bana belki küsersin,
Yazarım sevdamı ben, gönül sayfalarında.
 
Gülünce her yanında, güller, çiçekler açar,
Onlardan daha güzel, senin yanakların var,
Korkarım bir an bile, dışarı çıkarmağa yar,
Saklarım, ben seni, içimde, gül bağlarında.

Bütün çiçeklerden, daha üstün bir çiçeksin,
İnan ki sen hepsinden, daha güzel kokarsın,
Sana çiçek dedim diye, umarım alınmazsın,
Hepsi senin  kokundan almışlar, aralarında.

Çıkarma saçlarından gülü, güzelliğin bilinir,
Senin için şarkılar yazarlar, adın konuşulur,
Bilmezsin arkandan bakarlar, sana göz olur,
Yüce mevlam korusun, sen hep dualarımda.
                                           Recep Ali Öztürk

BEN KORKMAM

Bir mecliste sekiz on arkadaş şakalaşıp konuşurlarken konu eşlerinden açılmış.
Hepsi de eşinden çok korktuklarını, görünce eli ayaklarının bağlandığını tır tır titrediklerini bazı misallerle anlatmışlar.
Fakat içlerinden biri hiç konuşmuyormuş. Ona sormuşlar "Sen hiç konuşmuyorsun. Eşinden korkmaz mısın?" diye
O da cevap vermiş; "Ben eşimden hiç korkmam. Siz ne biçim erkeksiniz ki korkuyorsunuz?" der. Hemen arkadaşlarının tepkisini çeker. "Sen yalan söylüyorsun, hanımdan korkmamak mümkün değil" derler.
Hanımdan korkmayan ise bir dakika der ve niçin korkmadığını izah eder:
"Ben her sabah saat 06.00 da yataktan kalkarım. Kahvaltıyı hazırlarım. Yerleri pas pas eder bulaşıkları yıkarım. Eşimin terliklerini getirip yatağının önüne koyarım. Hanım unuttuğum bir şey veya yapmamı istediğin bir iş var mı? derim. Hanımın istediği şeyi ikinci defa söyletmem yerine getiririm. Hanımdan daha niçin korkayım?" der.

ZÜLM EYLEMEZ


sinop cezaevi
(20 Temmuz 2022 de güncellendi.)

Geçen bir yazımda "Allah'tan korkmam, insandan korkarım" demiştim. Demek istediğim; doğru düşünüp, doğru yapan bir insan olursan veya öyle olmağa çaba gösterirsen, göreceksin sende Allah'tan korkmayacaksın çünkü Allah'ın yanlış işi hiç yoktur ve sana bir şey demez. Mesele doğruyu seçip yapabilmektir.

Dünya art niyetli insanlarla doluyken Allah doğru insanlarla niçin uğraşsın?

Herkes bilsin ki Allah'ın adaleti tamdır ve yerindedir. Hiç bir şeyi atlamaz ve unutmaz. Her şeyi yerli yerinde ve zamanında yapar. Ne yapar? Kullarını kontrol eder ve kendi yolunda gidenlere, kul hakkı yemeyenlere, yetim hakkı yemeyenlere, kendinden güçsüzleri ezmeyenlere, yeri geldiği zaman herkese iyilik edenlere, canlı cansız Allah'ın yarattığı her şeye karşı saygı duyanlara Allah kötülük eder, onları cezalandırır mı? Cezalandırmaz. Çünkü Allah doğruluktan yanadır. 

Eğer bu saydığım meziyetleri olan bir insanı Allah cezalandırırsa, o zaman adaletli değildir, o da kötülerin yanındadır ki haşa Allah adaletlidir. O zaman insanlar her zaman kendilerini yoklamalı ve Allah tan korkmamalı, eğer kurallara uymamışsa korkmalı, ben de bu nedenle korkmuyorum. Eğer saydığım meziyetlerin hepsine harfiyen uyuyorsan ve Allah sana yine de kötülük veriyorsa, o zaman kalbini yoklayacaksın. Sen ille ki bir kötülük yapıyorsun ki Allah sana kötülük veriyor. Sakın aldanma sen beni ve bir başkasını kandırabilirsin fakat Allah'ı asla kandıramazsın. 

Sen hırsızlık yaparsan, belki daha yapmaz vaz geçer diye merhamet gösterir, Allah sana biraz fırsat verse de, zaman gelir yakalanır yaptıkların cezasını çekersin. Geçenlerde Diyanet başkanlığından bir açıklamaya rastladım; tartışmalı hadisi kaynak göstererek diyor ki 'Pahalılık ve Yokluk  Allah'tandır’ O zaman kendilerine sormak lazım; "Allah sizlere zırhlı arabalar ile öyle lüks hayat yaşamak niçin vermiş? Halk yoksul iken sizler lüks hayat nasıl yaşıyorsunuz? Allah sadece yoksulları mı denemek istiyor, neden?" İnternet Google yazarsanız okursunuz; 'Gizlenen Hadisler ve Tartışmalı Hadisler' herkes açıp okuyabilirler. Onun için hep diyorum ki her konuyu hemen kabul etmeyin. Üzerinde düşünüp inceleyin. Allah insanlara akıl fikir vermiş. Her duyduğunuza inanın, kabul edin dememiş. Düşünün demiş. Deve sidiğinin insana faydası olur mu?
 
Çok beğenip taktir ettiğim Namık Kemal'den örnek vermek istiyorum. Hayatı zindanlarda geçen Namık Kemal Sinop Cezaevine atılırken kapının üzerinde şöyle bir beyit görür:
'KİME ZÜLMEDERSE MEVLASI, O NA NASİP OLUR SİNOP HAPİSHANESİ.' demek ki daha önce bu cezaevinde bir kaç defa yatan bir suçlu, ne kadar ızdırap çekmiş ki o yazıyı yazmış.

Namık Kemal görevlilere; "Bu yazı yanlış yazılmış, müsaade ederseniz silmek istiyorum." der. Görevliler hayır silemeyeceğini söylerler. O zaman altına yazı yazmak için müsaade ister ve müsaade ederler, o da yazar:
'HAŞA KİMSEYE ZÜLMEYLEMEZ MEVLASI, İNSANLARIN ÇEKTİĞİ FİİLİNİN CEZASI.'

Hadi sonunu da söyleyim merak edersiniz şimdi. Namık Kemal bu yazıyı yazdıktan sonra cezaevine girer. İlk yazıyı yazan şairde hala içerdedir. Tanışır ve konuşurlarken, yazan şair Namık Kemal'e "Kapının üzerine bir yazı yazdım fakat pişman oldum. Çıkarken sileceğim." Der. Namık Kemal de "Yazını okudum ve hoşuma gitmedi ben sildim. Sen onu düşünme." der.

Kapı üzerinde ki yazı şöyle olmuştur;
- 'KİME ZÜLM EDERSE MEVLASI, ONA NASİP OLUR SİNOP HAPİSHANESİ.'
- 'HAŞA KİMSEYE ZÜLMEYLEMEZ MEVLASI, İNSANLARIN ÇEKTİĞİ FİİL'İNİN CEZASI.'
Anlıyacağınız insanlar ne çekiyorlarsa yaptıklarının cezasını çekiyorlar. Bazan da istisnalar oluyor, suçsuzları yanlarında yakıyorlar.

YANLIŞ MI

Bazı insanlardan duyuyorum mesela "Ben Allah'tan başkasından korkmam".
Geçenlerde adamla konuşuyorum "Ben Allah'tan başkasından korkmam" diyor.
Bana güya kendince göz dağı veriyor. Halbuki ben tamamen aksini iddia ediyorum.
Benim en korktuğum, yer yüzünde en tehlikeli varlık insandır. Kendisini hiç tanımadığın veya can kardeşim dediğin insanların sana beslediği duyguyu veya yaklaşım nedenini bilemezsin.
Çok büyük zararlar görebilirsin. Veya karşı tarafın menfaati bitti mi her şey biter seni tanımaz bile. Allah öyle midir? Ben Allah'tan hiç korkmam çünkü hiç yanlış iş yapmaz.
Ben iyi olursam Allah bana hiç bir şey yapmaz.
İnsanlar öylemi, her zaman fırsat kollarlar. Ha birde şunu söyleyim; Karşıdan gelen birini tanımıyorsam ilk görüşte benden akıllı, benden zeki, benden bilgili,  kısacası her yönü ile benden üstün olduğunu düşünürüm.
Taa ki o kişi yanıma gelip benim ile konuşana kadar.
Konuştuğu zaman yakayı ele verir, ne mal olduğunu anlarım.
Ah keşke kimse konuşmasa da, öyle kalsa karşımda ne güzel olurdu.
Öyle insanlar var ki,  'PİSLİK' desen, ona pislik dediğini, pislik bilse, çok üzülür.
Bir söz var, kim söylediğini bilmiyorum; 'Çok insanlar gördüm üstünde elbise yok, çok elbiseler gördüm içinde insan yok.'

27 Ocak 2012 Cuma

şiir DURAMIYORUM

Yalvarırım kuşlara, belki bulurlar seni,
Çok oldu haberlerini ben, alamıyorum.
Sormadın halımı, çaresiz bıraktın beni,
Ne yapsam, senden ayrı, kalamıyorum.

Aldın başını da, çektin gittin, yok oldun,
Ben seni hiç unutmadım, içimde kaldın,
Her hal kalbin kırılmış ki, öyle anladım,
Nasıl etsem, bağışlarsın, bilemiyorum?

Sildin attın bir defa da, bütün yaşananı,
Ben görmedim, terk edipte, mutlu olanı,
Sen istersen git de, bir defa da ara beni,
Aklım sende, ben sensiz, duramıyorum.
                                   Recep Ali Öztürk

BAŞKOMİSERE SUİKAST

Adana Emniyet Müdürlüğü Eski Vilayet binası ve Lüks Otelin yanında küçük iki taş binalardı. Osmanlı döneminde polis okulu olarak hizmet veriyormuş bu binalar. Cumhuriyet döneminde Adana Emniyet Müdürlüğü yapmışlar.

Sağ taraf binada Emniyet Müdürü makamı ve TEM Şube ile Pasaport Şube Müdürlükleri, Karşı bina da Asayiş, Personel, Lojistik ve İkmal Şube Müdürlükleri vardı.

Bizim büromuz Cinayet Masası Asayiş Şube de girişe göre sol tarafa dönünce yine solda tek odalı bir yerdi. Kapısının sağ üst tarafında dikdörtgen şeklinde, beyaz kalın bir mermer çakılmış ve üzeri oyularak ‘Ağır Suçlar Masası’ diye siyah boya ile yazılmış, tabela bulunuyordu. Birkaç sene sonra da bizden ayrılarak Gasp Bürosu kuruldu ve bizim büronun adı Cinayet Bürosu olarak değişti. Eski mermer tabela kaldırıldı.

Büro Amirimiz Başkomiser Hoca lakaplı Cihat Yalım, Polis Memurları; Damat Hüseyin, Ğalo Mehmet, Dada Ahmet, Yovrum Ahmet, Ğırsız Ahmet, Kanun Fahri, Komando Yaşar, Dedektif Şahin, Şerlok Emir, Topal Mahmut, Miçi Mustafa, Uzun Tahsin, Skoda Sadık, Mecnun Osman, Hayranı Sadık ve ben Negatif Recep birlikte çalışıyorduk. Bana negatif diyorlardı. Çünkü her şeyin tersini yapıp, hep olumlu neticeler aldığımdan şaşıp kalıyorlardı. Ve çokta hayret ediyorlardı.

Kısım Amirimiz Cihat Bey'in makam arabası yoktu. Zaten bir tek ekip arabamız var onunla idare ediyorduk. Arızalandığı zaman da ona buna ağız eğip, sanayi de sivil ustalara tamir ettiriyorduk. Emniyetin tamirhanesi veya tamir ettirme imkanı hiç yoktu. Sanayi de Vergi Usta diye birisi bizim polis arabaları tamircisi gibi olmuştu.

İlk zamanlar 24 saat görev, 12 saat istirahat edecek şekilde, sonraları 24 saat görev 24 saat istirahat şeklinde görev yazılır fakat genel de istirahat saatimiz gelse de elimizde ki işleri neticelendirir istirahata öyle ayrılırdık. İstiyerek çalıştığımız ve pek işimize karışanımız olmadığı için hiç yorulmaz, görevi zevkle yapardık. 

O yıllarda adliyeden hiç bir görevli vaya Emniyetten hiç bir amir, müdür bize karışmazlardı. Bir gece bir cinayet esnasında ki anonslarda, Adana'ya İstanbul'dan yeni gelen Müdür Yardımcısı Tilki Selim lakaplı Selim Ayşıl anonslara katılmış, 'şöyle yapın, böyle yapın' diye bize talimatlar verirken, Başmüdür Nihat Ertürk devreye girmiş ve telsizle "Selim Bey sen o çocuklara karışma! Onlar işlerini bilirler." diye anons etmişti. O anonsta çok hoşumuza gitmiş, daha da çok işimize sarılmıştık.

Başkomiser gündüz mesai saatlerinde yazıcı memur hemşerisi Damat Hüseyin ile birlikte Kısımda durur. Gece de gerekirse Başkomiseri evinden alırdık ve birlikte çalışmağa devam ederdik. Bu çalışmalarımıza karşılıkta faili meçhul hiç bir olayımız olmazdı. Hatta bazen İstanbul'un cinayet suçlularını tespit eder yakalar İstanbul Polislerine haber verir, teslim ederdik. Ertesi gün İstanbul Cinayet Masası Amiri Ahmet Ateşli nin ekipleri boy boy poz verip "Suçluyu Adana da yakalayıp, getirdik." diye manşetler attırırlardı gazetelerde.

Başkomiserimiz Cihat Yalım dan fırça yemek için de adeta can atardık. Daha doğrusu herkes alışmıştı, yediği fırçalar kimsenin zoruna gitmezdi. Zaten görevle ilgili de pek fırça atmazdı. Bana pek bir şey demez bütün arkadaşlara öyle körü körüne basardı fırçayı. 

Beni neden pek fırçalamazdı? Meşhur kabadayı Süleyman Sırrı Prodan Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur ve Yardımcısı Ahmet Albay'ı silahla yaralayıp kaçtığı zaman onu yakalamağa gidiyorduk, Konya Seydişehir'e. Ağır Ceza Reisinin evinde arama yapacaktık. Karaman dan geçerken Başkomiserimizin baba evine uğradık ve annesini gördük, elini öptük, yaşlı kadının. İçlerinde en genç tabiri caizse çocuk gibi tıfıl olan bir tek ben vardım. O zaman annesi başımı eliyle okşadı ve Başkomiser Cihat Bey'e; "Eğer bu çocuğu ezersen, ona zor görevler verirsen sana sütümü helal etmem oğlum, bilesin ha!" demişti benim için.

Ondan mı bimem, bana şakadan da olsa pek fırça atmazdı. Aslında atsada isterdim. Arkadaşlara attığı fırçalar da genelde hep yerinde olurdu ve ben de imrenirdim, herkesin de hoşuna giderdi. Fırçaları konu eder sonraları birbirimize şakalar ederdik. Kendisini çok severdik, o da bizleri çok severdi. Bizler için her şeyi göze alırdı.

Her sabah ekip Başkomiser Cihat Bey'i Narlıca Mahallesinde ki evinden alır birlikte kısma gelir, akşamları da evine yine ekip bırakırdı. Genelde sabahları evinden aldığımız zaman çok gergin ve sinirli olurdu. Herkesi fırçalar, bağırır, çağırır, fakat kalbinde hiç bir kötülük olmayan örnek bir insandı Cihat Bey. 

Evet bağırır çağırır fakat iki dakika sonra olanları unutur "Arkadaşlar şimdi iyi de çay içilirdi değil mi?" der hepimize çay ısmarlar gönlümüzü alır fakat yine de sabahları pek gözünden kaçmağa çalışırdık. Hele kaçtığımızı da anlarsa özellikle kaçanı çağırır ve fırçalardı. Birinci pirensibimiz sabahları gözüne pek görünmemekti.

Kendisi o kadar saf ve temiz bir insandı ki yeni bir araba almıştı vosvos. Bazı cin memur arkadaşlar mesela Dedektif Şahin; “Başkomiserim, sol arka tekeri biraz yan duruyor, getirip ustaya bir göstereyim.” Der arabayı alır çocuklarını Karataş’a denize götürür bırakır gelirdi. O da sonra arabaya bakar "Hah, eline sağlık. Çok güzel olmuş Şahin." derdi. Kısımda çay içeceğimiz zaman güya kura çekerlerdi. Şahin kağıta yazmaz aklında bir sayı tutar, o sayıyı kim söylerse çayı o ısmarlardı fakat her ne hikmetse de her zaman Başkomisere çıkar çayı Başkomiser ısmarlardı.

İçki kesinlikle hiç içmez ve çok karşıydı. Hırsız Ahmet te sabah kahvaltısında bir ufak rakı içmezse o gün hep uykusu gelirdi. Dış göreve giderken eğer Başkomiser de geliyorsa, Ahmet lokantaya gider, mutfakta ayak üstü iki düble rakıyı susuz içer, gelir arabaya biner, her tarafı rakı kokar, o öyle araba kullanırdı. Başkomiser de Ahmet'in öyle içki içtiğini bilir fakat hep bilmezden gelirdi. Dış göreve giderken Başkomiser de varsa camı açar, hiç haberi yokmuş gibi, dışarıyı seyreder, öyle dış göreve giderdik.

Bir sabah yine Başkomiseri evinden aldık hep birlikte kısma geliyorduk. Yolda hiç konuşmadı. Yüzünden ateş damlıyordu. O konuşmayınca hiç kimsede de çıt yoktu. Bize bir şey yok ta Antep li Yovrum Ahmet arabayı kullanıyor, yok sağ dan girdin, soldan gittin diye, dünyanın fırçasını yedi. Biz de arkada Başkomiser görmediği gibi gülerek dikiz aynasından işaretlerle Ahmet'e gıcık veriyorduk. 

Sonra Ahmet bana "Valla Recep bir gün trafiğin ortasında arabayı bırakıp kaçacağım" dedi ve çok ta uzun sürmedi, iki üç gün sonra gerçekten dediği gibi yaptı. O yine fırça atarken arabanın el firenini çekip yolun ortasında, trafiğin içinde bıraktı ve arabadan inip öbür arabaların aralarından kaçtı gitti. Başkomiser arkasından sadece baktı ve bir iki çağırdı, başka da hiç bir şey demedi. Bıyık altından da güldü ve. "Geç Emir arabayı sen götür. Bu sıra Ahmet'e çok yüklendik galiba?" dedi. Başka bir arkadaş arabayı kısma götürdü. Ahmet taksi tutup Kısma gelmişti.

Ne ise o sabah sağ salım kısma kadar geldik fakat yinede her şey olabilirdi. Baykuş üzerimizde dolaşıyordu bir defa. Sabahları olay bültenleri, görev ve faaliyet raporları yazılır, ilgili yerlere verilirdi.

Sivas'lı Topal Mahmut biraz yağcılığı severdi fakat biraz da Başkomiseri yumuşatmak, sakinleştirmek için ona yaklaşır, bazı önerilerde bulunur, o sinirli anında onunla tek o muhatap olur konuşurdu. Yine öyle yaptı; “Başkomiserim, faaliyet raporlarını yazayım mı?” dedi. Halbuki Damat Hüseyin büronun yazıcısı orada oturuyor ve onun görevi, sana ne?

Başkomiser her zaman olduğu gibi kendinden emin, emri vaki sert üslubuyla; "Geç daktiloya, dört kağıt tak!" dedi. Halbuki Mahmut öyle çabuk ta yazamazdı. Daha iyi yazanlarda vardı fakat dedim ya belki de yağcılık işte. Mahmut hemen alel acele dört kağıda karbon takıp iğneledi, daktiloya taktı ve usta yazıcılar gibi büyük bir maharetle daktiloyu da bir iki ileri geri hareket ettirdikten sonra "Tamam Başkomiserim." dedi.

Başkomiser gece ekibinin notlarını ve raporları eline alarak evirip çevirip okuduktan sonra hiç bir şeyi kaçırmadan gayet itinalı bir şekilde yüksek sesle söylüyor, arada da gözlüklerinin üstünden gözüne kim ilişirse bizlere öyle takılıp bakıyor, Mahmut ta 'çat, pat' diye daktiloda o ne derse onu yazıyordu. Bazen de yetişemediği zaman; "Orası nasıl dı Başkomiserim?" diye tekrarlatarak faaliyet raporlarını yarım saat kadar uğraştıktan sonra birlikte yazdılar, bitirdiler. 

Daktilodan çıkarıp altına imza atıp Müdür Bey'e gönderilecek kıvama geldi fakat kağıtı daha çıkarmadılar. Daktiloda takılı duruyor, son rötuşlarını yapacaklardı. Başkomiser her zaman öyle ederdi. Gider, bakar yazılan yazıyı ileri geri götürür, getirir kontrol eder, öyle çıkarırdı daktilodan.

Asayiş Şube Müdürü Adil Bey de odacıyı yollamış bültenleri bekliyordu. Bizler de beş altı memur hiç sessiz köşelere oturmuş pür dikkat nefes dahi almadan kendilerini izliyorduk.

Mahmut yazdığı yazıyı hiç fırça yemeden bitirdiği için dört köşe olmuş, öyle mutlu daktilonun başında oturuyor ve o arada Başkomiser görmediği gibi sessiz bazı işaretler ediyor, arkadaşlara gıcık vermeğe veya güldürmeğe çalışıyordu.

Başkomiser ani bir hareketle yerinden kalkarak gözlüğünü taktı ve yazdıkları yazıyı kontrol etmek için daktilonun başına geldi. Ayakta yazıya bir iki baktıktan sonra hışımla geri dönerek masasının üstünde ki öbür gözlüğünü aldı. Gözüne taktı ve yazdıkları yazıya bir daha baktı. O taktığı gözlüğü çıkardı başka bir gözlük taktı tekrar baktı. Ardı sıra bir daha baktı. Gözlüklerini çıkardı masanın üzerine koydu telaşeyle öyle gözlüksüz kafasını ileri geri götürüp daktiloda ki yazıya bir daha kontrol etti. Ben anladım bir aksilik vardı muhakkak!

Birden Mahmut'a döndü, bağırdı "Hani, yazdığın yazı nerde Mahmut?" dedi. Hepimiz şoke olmuştuk. Birden hareketlenip daktilonun başına koşuştuk. Aa.. baktık ki daktilo da kağit var görünüyor fakat üzerinde hiç yazı yok, sadece vuran tuşların izi var. Bir kelime dahi yazı yazılmamış. O kadar zaman boşa uğraşmışlar. 

Giresun lu Ahmet Ağabey "Başkomisere suikast" diye bağırdı ve o kapıdan dışarı fırladı gitti. Yazıyı yazan Sivas'lı Mahmut'un da dili tutuldu. Oturduğu yerden "Vallllaahi bben yyyazdıydım fakat yyazılmamış Baaaaşkomiserim" diyordu. Adam yazıyı yazarken 'ne yazdım?' diye merak edip hiç bakmaz mı? Biz bürodan dışarı kendimizi zor attık ve gülmekten yerlere yattık. Ben 'Mahmut'a acaba ne yapacak?' diye onu merak ediyordum. Yazdıkları yazıyı hemen daktilodan çıkardılar. Aksilik ya Mahmut kağıtların arkasına karbonları da ters takmış, yazdığı yazının süretleri de ters çıkmıştı, hiç biri kullanılamadı.

Başkomiser hepimizi içeri çağırdı. Hemen daktiloyu incelemeğe aldılar. Nasıl olurdu? Yazı neden yazılmazdı? Baktık, daktiloda şerit yok. Gece çalışan ekip yazı yazarken şerit kopmuş, yedeği de kalmamış. Öyle şeritsiz bırakmış istirahata ayrılmışlar. Yoksa tuzak mı kurdular onu da bilemiyoruz tabi. Ser verir sır vermezlerdi Uzun Tahsin'in ekibi. Üç gün korkudan Cihat Bey'in yanına hiç yaklaşmadık. Ancak çağırırsa giderdik. Mahmut çay oçağına filan takılır Başkomisere de ha bire çay gönderirdi. Üç gün sonra toptan bir fırça daha yedik. "Yeter, içim dışım çay oldu. Yanıma niçin gelmiyorsunuz? Ben yalnız kalınca sıkılıyorum." diye fırça attı.

Bir kaç gün sonra keyifli bir şekilde kısım da oturup kura ile çay ısmarlayıp içerken ve geçmiş olaylardan muhabbetler ederken kendisi bu olayı ve Yovrum Ahmet'in arabayı bırakıp kaçmasını ballandıra ballandıra bir anlatmağa başlardı. Hepimizin gülmekten gözlerimizden yaşlar akardı.

Bir gün "Ne isterseniz isteyin benden arkadaşlar, bugün iyi günümdür. Her isteğinizi yerine getireceğim." dedi de, hemşerisi Kanun Fahrettin "Valla fırça atma Başkomiserim, senden başka bir şey istemiyoruz." dedi. O da "Yook, onu benden istemeyin. Fırçasız olmaz." dediydi. Ah eski günler...Ah



NESLİ TÜKENİYOR

Kızım Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslar Arası İlişkiler Bölümü mezunudur. Fakat Avrupa Birliği Genel Sekreterliğinde, Balıkçılığın Geliştirilmesi ve tanıtılması için çalışıyor. Yanı kısacası Türkiye balıkçılığın neresinde, ve nasıl geliştirilir, daha iyi nasıl olur? Onları araştırarak Ülkemiz için hayırlı olmağa çalışıyor. Okuduğu bölümle çalıştığı birim arasında dağlar kadar fark var fakat verilen görevi laiki ile yapmağa çalışıyor.

Kendisi hiç fikir beyan etmedi fakat bana göre bitirdiği okul ile yaptığı görev arasında hiçbir bağlantı ve benzerlik yok. Balıkçılık herhalde Ziraat Fakültelerinin kapsamına girer. Şimdi ise yaptığı araştırma ve çalışmalar neticesinde mesleği hakkında bildiğini; değil ziraatçılar, hocaları dahi bilemezler. Hem de işine çok titiz her  bildiğini harfiyen uygulamağa çalışır.

Bir akşam eve gelir gelmez çok üzülmüş olduğu her halinden belliydi ve; "Baba biliyor musun çinekop balığı lüferin yavrusudur ve çok avlandığı için nesli tükenmek üzeredir. Düşünebiliyor musun birkaç yıl sonra lüfer veya çinekop yemek için denizlerde bulamayacağız. Onun için bu balığı avlamak yasaklandı. Halkta bilinçlenip kimse yememeli ki, balıkçılar bu balıkları yakalamasınlar." Dedi. Hep birlikte üzüldük.

Ben de deniz ürünlerinin hepsini severim fakat çinekop ve lüfer balıklarını hakikaten çok severim. Aklıma geldi ya ertesi gün balıkçıdan çinekop balığı aldım akşamdan eve getirerek pişirdik. Tabi kendisi de işten eve gelmiş çinekop balığı aldığımı anlayınca biraz üzüldü ve; "Aaa bu çinekop balığı niçin aldın Baba?  Dün bu balığın nesli tükeniyor. 'Yemeyelim, alma' demedim mi?" Dedi. Haydaa hiçte karşı çıkacağını düşünmemiştim.

Ben de cevap verdim; "Kızım dün nesli tükeneceğini söyledin. Ben de tükenmeden biraz yiyelim diye düşündüm ve aldım" dedim. 

26 Ocak 2012 Perşembe

ATLARIN NAL İZLERİ

Fındıklı'ya Ticaret Lisesi daha yapılmadan önce sadece Fındıklı Ortaokulu vardı ve ben bu okulda öğrenci iken Tarih ve Coğrafya derslerine Yurdanur Kumman isimli bir bayan öğretmen gelirdi. Kendilerini hürmet, saygı ve sevgilerimle anıyorum ve müsaadeleri olursa bir anı anlatmak istiyorum.

Eskiden öyle googlee haritaları veya nevigasyonlar yoktu. Okul da birkaç tane haritalar bulunur, ders zamanı o haritalar sınıf başkanı tarafından sınıfa getirilir. Karatahtanın önünde üst tarafına özel yapılmış bir kancaya veya harita sehpasına takılır ve öğretmenler tarafından o harita üzerinde gösterilerek ders anlatılırdı. Bu haritalar hatırladığım kadarıyla üç çeşitti. Siyasi, Fiziki ve Tarihi diye ayrılır, anlatılacak ders hangisini kapsıyorsa o harita getirilerek kullanılırdı. Bu haritalar okula ait ve her zaman okulda bulunurdu. 

Bir de öğrencilere ait coğrafya kitapları vardı. Yurdanur Kumman hocamız daha önce ki yazılarım da da bahsettiğim gibi çok güzel öğrencilerin ilgisini toplayarak iyi bir ders anlatım üslubu olduğu için ben kendilerini büyük bir zevk ve ilgi ile dinler bazı derslerin de kitapta olmayan püf noktalarını kitap üzerine o anlattıkça ben kalemle not alırdım ve bu aldığım notlar da hiçbir zaman aklımdan çıkmaz dı ve her zaman da bu sorularla karşılaşırdık. Hiçbir zaman sorulan sorulara parmak kaldırmam fakat direk bana soru sordukları zaman da hemen şak diye cevabı yapıştırırdım. Onun için sınıfta sorulan soruyu kimse bilememişse en son hocalar bana sorar ben de oldukça hepsine doğru cevaplar verirdim. Onun için mi bilmem genel de hocalar da beni severlerdi veya ben öyle hissederdim. Hatta öğrenci arkadaşlarım bile takıldıkları soru filan olduğu zaman gelir bana sorarlardı.

Bir gün Hoca ders anlatırken ‘FİZİKİ’ haritayı tahtaya asmış ve “Çocuklar bu haritanın üzerinde görmüş olduğunuz nokta nokta ile gösterilmiş koyu kahverengi yerler dünyamızda ki çölleri gösterir diye anlatmış. Bu anlattığı da kitapta yazmadığı için ben kitap üzerine kısa not almıştım ve bu soruyu bir gün soracağını kesin biliyordum. 

Bir zaman sonra ki coğrafya dersinde hakikaten "Çocuklar haritada ki nokta nokta görülen bu işaretler neyi gösteriyor?" diye sordu. Önümde oturan Arkadaşım Kani hızla hoca görmediği gibi biraz geriye doğru yan dönerek ve aceleyle “Neyi gösteriyor?” diye bana sordu. Bende bir den aklıma geldi ve muziplik olsun diye onun öyle söyleyeceğini hiç düşünmediğim için "At izlerini" dedim. Hemen hızla elini havaya kaldırdı ve 'Hocam' diye de bağırdı. Öyle söylediğime çok pişman oldum fakat daha engel olamazdım. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Başka hiç kimse zaten el kaldırmamıştı. Kani de biraz tembel öğrencilerden di. Hocanın hoşuna gitmiş olacak ki "Aferin Kani son zamanlarda çalışkan oldun. Kalk söyle de arkadaşlarının hepsi utansınlar bari" dedi. Kani ayağa kalktı ve ben dediğimi hayalinde daha da süsleyerek "Hocam haritadaki nokta noktalar eskiden savaşlarda koşturan atların nal izlerini; hatta o tek noktalar, ayağı kırılan topal atların ayak izlerini gösteriyor." dedi.

Herkeste bir dakika kadar bir suskunluk, sessizlik oldu. Herhalde şoke oldular. Sonra da sınıfta nara tufanı koptu ve beş dakika kadar gülmek sürdü. Gülmek faslı geçtikten sonra demek ki benim ona söylediğimi hissetmiş ki bana numaram ile hitap ederek; “Kalk 316 sen söyle eğer söyleyemezsen senin ağzını kulaklarına kadar açacağım.” Dedi. Kedi gibi boynum bükük ayağa kalktım ve sorunun cevabını verdim. Öldülerse rahmet, sağ iseler sıhhat diliyorum. Ha aklımda iken sorunun cevabini de vereyim Dünya üzerinde ki çöl olan bölgeler fiziki haritada noktalarla ve yerleri de koyu olarak gösterilirmiş.

KÖRPÜ

İki Kürt İstanbulda bir kahvede oturmuşlar çay içerken Memo Reşo'ya; "Sorarlarsa İstanbul'lu olduğumuzu söyleriz" der. Bu sırada selam veren biriside "Kardaş siz nerelisiniz?" diye sorar. Reşo' da "İstanbul luyuğ" der. Adam bu 'luyuğ' ekinden şüphelenir ve teste başlar;
"Yaprak" deyin bakıyım,
-Yarpağ
"Toprak" deyin
-Torpağ
"Ya birde "köprü" deyin
-Körpü
"Siz halis muhlis hiç su katılmamış Kürtsunuz kardeşim, kimi kandırıyorsunuz?" der ve gider. Reşo Memo'ya;
-Ola Memo yarpağ dedi deduğ, torpağ dedi deduğ, körpi dedi poği yeduğ diyemeduğ diyor.

NA SEV

Kürt bir öğretmen Kürt çocuklarına ders veriyor. Elma, üzüm gibi meyveleri sınıfa getirtmiş sınıfta Türkçe dersi işleyecek. Elmayı havaya kaldırarak "Çocuklar bu nedir?" Diye soruyor. Sınıf hep bir ağızdan elmanın kürtçesini;
-Seev diye bağırıyorlar
Öğretmen:
-Na sev Kıro Aaalme
Bu sefer öğretmen üzümü kaldırıyor.
-Bu nedir? çocuklar
Çocuklarda;
-Tırı diyorlar.
-Na tırı Kıro uuuzüm diye bağırıyor. Bilmem öğretmen öğretti, öğrenciler öğrenebildimi? Allah kolaylık versin

24 Ocak 2012 Salı

CELSİN CEÇSİN

Karadenizli kardeşimiz evinin önünde yol üzerinde çalışıyormuş Kürt kardeşimizde yol arkadaşlarını kayıp etmiş Laz'ı görünce soruyor fakat bir türlü anlaşamıyorlar.
Buyurun izleyin
-Ula Keki ne edirsin?
-Hiç çalışairum da.
-Ula ha burdan iki atlın, bir eşeklin, birde yayan gelsin geçsin?
-Ha Uşağum sen ne içun sorayisen celsun ceçsun.
-Hallam hallam ya ben anlatamıyorsun, ya sen anlatamıyorsun. Ula ben sana diyorsunki ha burdan iki atlın, bir eşeklin birde yayan gelsin geçsin.
-Uşağum ben bişey demeirum çi alayı celsun ceçsun. Habu yoldur da herçese serbestur. Her ikisine de selamlar.

şiir NE OLUR ?

Bahçemde ki güller de artık açmıyor,
Resmine her baktığımda içim acıyor,
Sevdiğim için benden böyle kaçıyor,
Soruyorum bana bir bir anlat ne olur?

Bahçemdeki güllerden sana derledim,
Yol da pembe eşarbını bana salladın,
Oturduk ben anlattım sen de ağladın,
Dertlerini saklama bana anlat ne olur?

Aldığın demet gülleri beğenmemişsin,
Yollamasa keşke kendi gelse demişsin,
Demekki inkar etsende çok özlemişsin ,
Yalan deme bana bir bir anlat ne olur?

Tomurcuk güllerden seni ayırt etmedim,
Aramadın beni yine senden geçmedim,
Ben dost bildim sen hep gönül eğledin,
Pişman mısın bana bir bir anlat ne olur?
                                  Recep Ali Öztürk

23 Ocak 2012 Pazartesi

EŞEGİ KAYIP ETMİŞ

Kürt kardeşlerimizden biri eşeği ile İstanbul'a gitmiş, sonrada parasız kalınca eşeği satmağa karar vermiş.
Fakat satamamış. Aksilik ya çeşmeden su içerken eşeği kayıp etmiş. Bulmak için çok aramış ayaklarına kara su inmiş fakat gece olmuş bulamamış.
Ne ise yatıp sabah aramağa devam ederim diye düşünmüş.
En yakın otele gidip odasına yerleşmiş.
Fakat tam uykuya geçerken otel koridorunda bir gürültü şamata ve odasının kapısı açılmış. Allah Allah kimdir acaba?
Hemen karyolanın altına girmiş, saklanarak beklemeğe başlamış. Meğer bizim Keko yanlışlıkla balayı için gelen yeni evli çiftlerin odasına girebilmiş.
Yeni evli çiftlerde birlikte gelip karyolanın üzerine oturmuşlar. Kendi aralarında biraz aşk sözleri ettikten sonra karısı kocasına "Hayatım bir bak ki gözlerimin içinde ne görüyorsun?" Demiş.
Kocası da "Hayatım gözlerinde tüm İstanbul'u görüyorum" diye cevap vermiş.
Hemen bizim Keko karyolanın altından çıkmış ve "Hele kurban benim eşeğimi da görirsen" demiş. Daha sonra memleketi Diyarbakır'a geldiği zaman aynı soruyu eşine soruyor Eşi de "Çapağ" diye cevap veriyor.

22 Ocak 2012 Pazar

HAN SAHİBİ ÖLDÜRÜLMÜŞ BULUNDU

1975 yılında Adana İnönü Caddesinde Şallı iş hanı var. Hanının Sahibi 80 yaşlarında ki Mahmut Şallı bu hanın en üst katındaki dairede ikamet ediyordu. Bir sabah kafasına çivili sopa ile vurularak öldürülmüş bulundu. 

Teknik inceleme ve otopsi işlemlerinden sonra, evinde yaptığımız incelemede, büyük bir kasa vardı. Kasa kapalı ve anahtarı yoktu. Bu kasa Savcı tarafından bizlerle birlikte çilingire açtırıldı. İçinden büyük bir teneke kibrit kutusu şeklinde altınlar, dolarlar ve Türk parası çıktı. Katil kasayı açamamış ve bu servet değerinde ki mücevherat ve paraları alamamıştı. 

Olay yerinde uc tarafına 5-6 adet uzun çiviler çakılmış sopa ile, bir de pantolonun bir bacağı kesilerek üstü elle dikilmiş, yanlardan göz yerleri açılmış bir maske kalmıştı. O zamanlar mobese, kamera değil sokaklarda, evler de, normal telefon bile yoktu. Evinde telefon olanlar ya çok kalbur üstü ya da torpilli kişilerdi. Bu olayın aydınlatılması bize Cinayet Masasına düşüyordu fakat hiç te öyle kolay bir iş değildi.

Olay yerinde çivili değnek ve pantolon bacağı kesilerek elle yapılmış maskeden araştırdık, bir şey elde edemedik. Maktul ün kasası açılmamış fakat anahtarları alınmıştı. Çünkü çevreden yaptığımız araştırmaya göre Maktul anahtarları boynundan asar hep üzerinde taşırdı. Önce Maktul ü araştırdık. Sonra bütün yakın akrabalarını. Bir eşi ölmüş, ikinci eşinden de ayrılmıştı. Kendisinin yanında İsmet isimli beslemesi, İsmet'in eşi ve bir de çocuğu kalıyor, hem de bu yaşlı adamın bakımını yapıyorlardı. Adam Adana'nın sayılı zenginlerinden ve iş hanları filan vardı. Ayrıldığı eşinden olan iki çocuğuna da beslemesi İsmet bakıyordu. Beslemesi İsmet'in iki kardeşi daha vardı; biri öğretmen, diğeri Adana Sümer Mahallesinde kahve çalıştırıyordu.

İlk bakışta, ayrıldığı eşinin kardeşi İsmet Kayseri de zanlı olarak yakalandı, Adana ya getirildi ve tam delil olmasa da bazı kuvvetli emarelerden dolayı tevkif oldu. 

İsmet'in eski damadının mal varlığına, kız kardeşi ve yeğenleri vasıtasıyla sahip olmak için cinayet işlediği düşünülüyordu. Fakat ben hiç bu çocuğun yanı İsmet'in suçlu olduğuna inanamadım. İsmet bu olaydan dolayı yedi sekiz ay hapis yatarken, ben Mahmut Şallı'nın beslemesi İsmet'in kardeşi kahveci İsmail isimli şahsın peşine düştüm. 

İsmail Yurt Mahallesinde oturuyor, Sümer Mahallesinde de kahve çalıştırıyor ve ara sıra da Mahmut Şallı'nın beslemesi kardeşi İsmet'in yanına gidip geliyordu. Önce kahvesine giderek şahsı tanıdım ve çevresinden gizli bir araştırma yaptım. Bu şahıs 35-40 yaşlarında uyuşturucu kullanan bir şahıstı. Bütün şüphelerim üzerine çevrildi ve artık gerçek deliller aramağa başladım. Bir kaç akşam kahvesine takıldım. Gece saat12.00 den sonra kapıları kapatıp içerde dar bir oda da bir kaç arkadaşları ile oturuyorlar, bazen kumar oynuyorlar, bazen de öyle esrar içip muhabbet ediyorlardı.

İyice şüphelerim üzerine yoğunlaştı fakat olayı nasıl delillendirip ispat edecektim? Her ne kadar ümitsiz olsa da aklıma bir fikir geldi. Olay yerinde bırakılan pantolon paçasından yapılan maske ile terzileri dolaşmak. Maske elimde bir kaç terziye bu pantolonu dikip dikmediğini sordum. Yurt Mahallesinde terzinin biri dikişin kendisine ait olduğunu söyledi ve eski sipariş defterlerini tek tek inceleyerek, deftere iliştirilmiş aynı kumaş parçasını ve siparişi veren kişiyi buldu. 

Evet yanılmamışım. Üç sene önce Besleme İsmet'in Kardeşi İsmail isimli şahıs, yanı şüphelendiğim şahıs, bu pantolonu diktirmiş ve hala daha da parasını ödememişti. Hemen sevinmek olmaz pantolonu kayıp etmiş veya çaldırmış ta olabilirdi. Fakat kuvvetli ihtimal aradığım katil şahıs ölen şahsin beslemesi İsmet'in kardeşi İsmail di. İsmail beni hiç tanımıyor, ben kendisini artık iyi tanıyordum. Çünkü o bir katil olabilirdi. 

Ertesi gün saat 09.00 da göreve çıkarken doğru kahvesine gittim fakat İsmail ehli keyif ya daha kalkmamış iş yerine gelmemişti. O akşam görevden çıkarken kahvesinin yakınlarında indim. Doğruca kahvesine gittim. Baktım aradığım İsmail kasada oturuyor. Hemen yanına oturdum ve kendimi tanıttım. Sanki çok öncelerden tanışıyormuşuz gibi bana izzet ikram etmeğe başladı. "Kalk İsmail seninle bir yere gidip gelelim." dedim.

Dışarı çıktıktan sonra bir taksiye daha binmeden İsmail'in üstünü aradım suç unsuru yok, yarım plaka kadar esrar buldum. Büro ya gittik. Daha Başkomiser Cihat Bey çıkmamış fakat Kısım da da yoktu. İsmail'i oturttum ve bir çay söyledim. Daha kendisine hiç bir şey sormamıştım, o da bana bir şey sormamış fakat bazı işlerin de ters gittiğinden şüphelenmişti. Tam biz otururken Kısım Amirimiz Cihat Bey geldi. O saatte orda olduğumdan kızmış olacak ki "Bu adam kim Recep? Sen niçin çıkmadın?" diye bana bağırdı. "Mahmut Şallı'nın katili Başkomiserim" dedim. Demek ki hapisteki İsmet'in katil olduğuna onunda kanaati gelmemiş ki; birden ayağa kalktı, iki eliyle İsmail'in yakasından tuttuğu gibi onu da ayağa kaldırdı, duvara yapıştırdı ve "Kasanın anahtarları nerde lan, seni parçalarım ha" diye bağırdı İsmail'e. 

Gayri ihtiyarı ben de ürktüm. İsmail hiç itiraz etmeden "Tamam ağabey, o akşam panikledim ve olaydan sonra tren ile Ceyhan'a kaçtım. Orada garda Harun isimli Polis Memuru beni şüpheli olarak yakaladı. Bir gün nezarette kaldıktan sonra salıverdiler. Anahtarlar o zaman orada, onlarda kaldı. Kasa anahtarları Ceyhan Emniyet Amirliğinde, çekmecede olması gerekir." dedi. Cihat Bey hemen ekibi telsizle arayarak Ceyhan'a gönderdi ve kasanın anahtarları Ceyhan Emniyet Amirliğinde kalmış, çekmece de bulundu. 

İsmail'in olaydan sonra Ceyhan da yakalandığı kayıtlarını da çıkartarak, terzinin ifadeleriyle birlikte, İsmail'in bekar evinde yapılan aramada ele geçirilen bir bacağı kesik pantolon ve maske yaparken kullandığı iplik yumağı da eklenerek deliller tamamlandı. İsmail Mahkemeye sevk edilerek tevkif oldu. 

Kısım Amirimiz Cihat Yalım ve beni birer maaş ikramiye ile taltif ettiler. Daha önce tutuklanan Mahmut Şallı'nın kayın biraderi Kayseri li İsmet'te hapisten çıktı. Adalet her yönüyle yerini buldu. 

Bazan Kısımda hep birlikte otururken Kısım Amirimiz "Recep hani, niçin hiç katil getirmiyorsun? Diye bağırıyor ve katıla katıla gülüyordu.  

Yorum:

Hiko28 Mayıs 2019 13:14

Değerli Recep komiserim siz 1975 yılının mayısında Adana’da öldürülen Babam Mahmut Şallının katilini bulan ve 40 seneden sonra beni bu konuda yazılarınızla aydınlatan Yegane insansınız Yalnız sizden bir ricam olacaktı Yakınlarda internetten bir haber daha okudum Şakirpaşa “ölü mahmut olayı “diye geçiyor .varisleri bulunamadığı için arsalar dağıtım a başladı tarzı bir şey bu ölü mahmut denilen kişi ve Olayı acaba benim rahmetli babam Mahmut Şallı mıdır Çünkü aynı senelerden bahsediliyor ve aynı mahallelerden Seyhan İnönü caddesi Şakirpaşa sürmeli gibi İlgilenirseniz çok memnun olurum olaya sadece maddi olarak bakmıyorum babama Karşı bir görevim olarak düşünüyorum saygılar Velda
Yanıtlar


Sevgili Velda Evet Babanızın çok taşınmaz malları ve bir tenekeye yakın altını vardı. Nerde nesi olduğunu ben bilmem. O zaman ki avukat her şeyi iyi bilir. Galiba dayınız oluyor. İlk etapta tevkif olup 7-8 ay hapis yatmıştı. O Kayserili idi. Onlarla irtibat kurarsan Avukatı öğrenirsen onlar sağ iseler sana yardımcı olurlar. İnönü Caddesinde Şallı iş hanı vardı, onu biliyorum. Bütün mal varlığını bilmem imkansız. Galiba senin bir kardeşin daha olacak.



21 Ocak 2012 Cumartesi

KAPLUMBAĞALAR PİKNİKTE

Birkaç kaplumbağa ailesi birleşerek piknik yapmak için yola çıkarlar. Sekiz sene yol yürüdükten sonra yolun kıyısında çimenlik müsait bir yer bulurlar. Oraya oturup piknik yapmağa karar verirler. Yaklaşık 15-20 kadar dört aile kaplumbağa peşlerine aldıkları piknik te yiyecekleri domates, peynir, zeytin vs. gibi malzemelerini ortaya çıkarırlar.
Bir güzel sofralarını hazırlarlar ve tam yemeğe başlayacakları sırada tuzu unuttukları anlaşılır. Hay Allah.
İçlerinden birine "Sen gençsin, koş git evden tuz al gel. Sen gelinceye kadar bekleyip, birlikte yiyeceğiz" derler.
Kendisine görev verilen kaplumbağa "Peki ben gelene kadar bekleyin, sakın yemeyin" diye tembihler ve koşar tuz almağa eve geri gider.
Sekiz sene gelmişlerdi. Bu kaplumbağa sekiz sene geri gidecek. Sekiz sene daha yürüyüp yanlarına gelecek. Demek ki on altı sene bekleyip sonra oturup piknik yapacaklar.
Ne ise başa gelen çekilir. On dört sene beklemişler ve karınları da çok acıkmış tabi.
İçlerinden en yaşlı gurubun lideri olan kaplumbağa "Getirin tuzsuz yiyelim, çok acıktık. Giden arkadaşımız da gelince yer." demiş ve herkes sepetini açıp sofrayı kurmuşlar. Tam yemeğe başladıkları sırada; otuz getirmeğe giden kaplumbağa yan tarafta çalıların arasından çıkmış ve;
"Yaaa tuz getirmeğe gitseydim, yemeği bensiz yiyecektiniz değil mi?" demiş.

19 Ocak 2012 Perşembe

DOĞRU CEVAP VER

Öğretmenlerin en güzeli; Nalan Aslan'dan geldi. Kendisine çok teşekkür ederim."
Okurken lütfen talimatlara uyunuz!
> Subject: Fwd: limbik sisteminiz ne durumda, bir test edin?
> TÜBİTAK'a teşekkürler...
> Aşağıdaki test, 4 basit sorudan ibaret
> Lütfen düşününüz ve hemen cevap veriniz. Kolay gelsin
> Soru 1:
> Bir koşuya katılıyorsun, İkinci adamı solluyorsun.
> Hangi sıralamada yer alırsın?
>
> Cevap:
> Birinci sıraya çıkarım dediysen tamamen yanıldın !
> İkinciyi sollarsan onun yerini alırsın, yani ikinci olursun. Ayrıca
> ikinci soru için lütfen biraz daha fazla düşün !!
> Soru 2:
> Bu koşuda sonuncuyu sollarsan hangi sıralamaya çıkarsın ?
>
> Cevap :
> Sondan ikinci dediysen yine yanıldın !
> Biraz düşünün ! Sonuncuyu nasıl sollarsınız ?
> Sen onun arkasındaysan o sonuncu olamaz değil mi ?
> Cevabı mümkün değil !!
> Hadi bir daha deniyoruz, not tutma ve hesap makinesi
> kullanma, hemen cevap vermen gerektiğini de unutma ! Ha gayret !!!!
> Soru 3:
> 1000 al
> 40 ekle
> 1000 daha ekle
> 30 ekle
> 1000 daha
> Artı 20
> Artı 1000
> Ve artı 10
> Toplam ne çıkıyor ?

> Cevap:
> 5000 ??? Yine yanlış !!!
> Doğru cevap 4100.
> Aynı hesabı iyi bir hesap makinesiyle tekrar yap...
> Aldığın tüm diplomaları bence çöpe at !!!
> Bari bu son soruya doğru cevap ver !
> Soru 4:
> Aylin'in Babasının 5 kızı var :
> 1. Çaça
> 2. Çeçe
> 3. Çiçi
> 4. Çoço
> 5. ????
> Soru: Beşincinin adı ne?
>
> Cevap: Çüçü???
> Yanlıııııııışşş
> Aylin, Aylin!!!

HULUL

Teşkilatımızda kadronun eğitilmesi için zaman zaman çeşitli kurslar verilir. 1983 yılında birkaç imtihanlar yapıldıktan sonra kazananlara İstanbul Florya Polis Eğitim Merkezinde Amirlik kursu verdiler. Diyarbakır dan  40 kişi kadar en azı beş, en çoğu on yıllık polis memurları amirlik kursu görmek için çoluk çocuklarımızdan ayrılıp bu yerde 1000 kişi kadar polis memurları amir olmak için kurs gördük ve sonunda imtihanları başaranlar amir oldu. Çoluk çocuklarımızdan uzak olduğumuzdan mı bilmem böyle zamanlarda insan çok sinirli ve düşüncesiz hareket edip suçlar işleyebiliyor. Yanılmıyorsam 20 kadar kişi bazı suçlar işlediklerinden ve son imtihanları kazanamadıklarından kurmay polisler olarak kadrolarına geri döndüler.

Bu kurs esnasında çeşitli emekli savcılar, hakimler, emniyet müdürleri ve hatta üniversitelerden çok değerli hocalar gelerek biz bu tecrübeli polis memurlarına dersler anlattılar. Bu değerli hocalarımızın bir tanesi İstihbarat Dersi Hocamız rahmetli Edirneli Burhanettin Toros Sarpel idi. Okulda dersler başlayıp ta hepimiz sınıflarımıza oturduğumuz sırada İstihbarat dersimiz de bu hocamızdan önce okul görevlilerinden birisi derse gelerek, bu hocanın dersinde gürültü filan ederek hocamızı üzmeyin, saygısızlık hiç etmeyin. Çünkü kendisi hiç sıkıntıya gelemez dört defa kalp ameliyatı geçirdi diye bizi uyardığı sırada Burhanettin Toros Sarpel Hocamız da geldi kapı üzerinde dikkat çekildikten sonra görevli gitti, hoca derse girdi ve tanıştık. Sadece onun bütün derslerinde o görevli gelir, hoca derse girerken dikkat çeker giderdi.

Kendisi yaşlı fakat yaşını göstermeyen çok disiplinli, titiz, çok tatlı ders anlatan yerine göre espriler yapan ve çok sert yapıya sahip birisiydi. Dersinde biz öğrenciler hem korkar hem de saygı duyar kesinlikle öyle safsaklama ve dalga geçme gibi bir şey asla söz konusu olmazdı.

Birkaç zaman geçtikten sonra derste İstihbarat terimlerden Hülul u anlatacaktı. Hulül karşı taraftan doğru bilgi alma metotlarından biridir. İki şekilde bilgi alınır. Bir şahıs mecbur bırakılarak. İkincisi Şahsa güven sağlanarak. Rahmetli hocamız ikinci usülu uyguladı. Odacıdan su istedi ve 150 kişilik sınıfın huzurunda ayakta yüzü bize dönük bir bardak su içti. Böyle yaparak güya bize samimi olduğunu anlatmak istiyordu. Yanı bize kendince en basit bir şekilde ‘hulul’ yaptı. "Ben şimdi ne yaptım arkadaşlar" diye sordu. Sınıfın yarıdan çoğu el kaldırdı. Ben ve benim gibi temkinliler bir de bu vakayı görmeyenler, on on beş kişi el kaldırmadık. El kaldıranlardan birine sordu. Normal bir cevap bekliyordu. "Efendim çömeldin ve su içtin" dedi. Her kime sorduysa orada gözümüzün önünde gerçekleştirilen olayı tamamen değişik anlattılar. Durum değişti, gerçek dışı anlatmalar olunca ve birbirini hiç tutmayınca, herkese sıradan sormağa başladı. "Çöktün içtin, döndün içtin, enseni tuttun içtin" gibi ifadeler kullandılar. Sıra bana gelince 'Yüzü bize dönük ayakta bir bardak su içtiğini, bize samimi görünmek için böyle hareket ettiğini, böylece iç Hulül yapmak suretiyle bize samimi davranıp bilgi almak istediğini' söyledim. Biraz durup düşündükten sonra "Evladım tam istediğim cevabı verdin. Sen yoksa bu polislerden değil misin? Uzaydan mı geldin? Seni tebrik ederim. Not defterim yanımda değil. Bir daha ki ders hatırlat sana 10 vereceğim. Bundan sonra derslerime girip girmemek te serbestsin" dedi.

Ve sınıfa dönerek; Arkadaşlar beni hayal kırıklığına uğrattınız. Siz hepiniz olaylara tanık olmuş, tutanaklar tutmuş, bazı tespitlere imza atmış en az beş yıllık polislersiniz. Eğildiğimi veya ensemi tuttuğumu, sağa sola döndüğümü nereden çıkardınız.” Dedi ve değerli misalleri ve başından geçen bazı örnek olaylarla birlikte hulul dersi anlattı ve çıktı, gitti.

Başta Diyarbakır kadrosundan gelenler olmak üzere bu olaya şahit olan bütün erkek ve kız arkadaşlar “ Hadi hadi, iyisin yine kaptın ‘10’ numara notu deyip takılıyorlardı. Nedense benim çok eskiden beri bir huyum vardı, böyle olaylarda hep temkinli davranır asla şımarmam, olanlara değil, hep olacaklara bakar kendimi öyle hazırlardım.

Aradan bir hafta geçti, tekrar istihbarat dersi geldi. O değerli Hocamız Burhanettin Toros Sarpel derse girdi ve ders defterini yazarken Denizli’li Diyarbakır kadrosundan Ramazan Kaya arkadaşımız el kaldırdı ve; "Hocam geçen ders Hulül u bilmiştim bana 10 verecektiniz. Hatırlamamı söylemiştiniz, onu hatırlatıyorum." dedi. Hoca "Aferin evladım, seni tekrar kutlarım." dedi ve not defterini çıkarıp numarasını sorduktan sonra kendisine 10 verdi. Hepimiz şoke olduk. Sınıf olduğu gibi önce Ramazan’a hayretle, sonra da geri dönmüş bana bakıyorlardı. Hiç kimse de ses yok. Ben de ses çıkarmadım. Çünkü itiraz etsem bu arkadaşın hemen verilecek ilk cezası okuldan kovulup kurmay olarak kadrosuna geri gönderilmesi idi. Normal ders geçtikten sonra tenefüste niçin böyle yaptığını sorunca "Sen her zaman 10 alabilirsin, bende sayende bir on alayım ne olmuş yani." dedi. Bana bir de posta attı. Zaten çok yırtık birisiydi. Hemen yere şapkasını koyar “Yolsuz kaldık arkadaşlar. Para yardım edin.” Der para toplardı. Eğer olur da sağ ise ve bu yazımı yazımı okursa, kaç senedir avantamı yollamadı. Sigarayı bıraktım fakat adana kebap yemeği bırakamadım. Yollasın ve e-maile ile haber versin. Utanmasın, bu olayı sadece burada yazıyorum. Başka hiç kimseye anlatmadım. O zaman sınıfta bulunan arkadaşlar ve bir de blogu okuyanlardan başka kimse duymaz. Korkmasın. Ha en başta SELAMLARIMI yolluyorum.

11 Ocak 2012 Çarşamba

BEN DE POLİSİM

Mahmut isimli bir arkadaşımız vardı. 1968 yılında Sivas’ın Divriği İlçesinden kalkıp İzmir’e askerlik yapmak için gider. Burada polisleri yakından görerek bu mesleği çok sever ve polis olmağa karar verir. Terhisine üç dört ay kala bir polis karakoluna giderek, polisliği çok sevdiğini, polis olmak istediğini söyler. Karakolda yol gösterirler ve tam askerliği bittiği sırada polisliğe müracaat eder. Maşallah boy pos da tam yerinde. İşlemleri tamamlandıktan sonra ‘Sen git biz seni çağıracağız’ derler. Mahmut askerliği bitirmiş ve doğru Divriği de ki köyüne giderek, polisliğe çağırmalarını beklemeğe başlar.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra Mahmut’un kalmakta olduğu Köyüne jandarmalar gelir ve bir kağıt imzalatarak Polislik için İstanbul’a gitmesini söylerler. Mahmut sorar soruşturur ve İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gitmek için Avrupa yakasında otobüsten iner. Bir taksiye binerek Vatan Caddesinde ki Emniyet Müdürlüğüne gider. Sevinçten uçmaktadır. En sevdiği mesleğini kazandı, polis oldu. Artık bir de kız bulup evlendikten sonra hayatını yaşamağa devam edecektir.

Emniyet Müdürlüğünde önce Personel Şubeye gider. Orada ‘İhtiyaç olduğu için seni okula göndermeden direk polis olarak İstanbul’a tayın ettiler. Lojistik Şubeden iaşelerini ve silahını al, tekrar bize gel sana polis kimlik kartı vereceğiz’ derler. Mahmut ta koşturarak ne derlerse onu yapar. Geri gelir polislik kimlik kartını da Personel Şubeden alır. “Tamam sen polis oldun git Langalar Karakolunda göreve başla.” Derler. Mahmut rahatlar oh polis oldu. Önce bir otele kalmak için kayıt olur. Yanında ki bavul ve Lojistik Şubeden aldığı resmi elbise kumaşlarını otel odasına bırakır, ücretini de öder ve öğleden sonra Langalar Karakoluna köyden geldiği gibi sivil kıyafetlerle gider.

Karakola girer fakat içerde resmi polislerden biraz gergin bir hava bulur. Kimseye bir şey söyleyemez. Hatta resmi birisi biraz fertçe “Niçin geldin? Git otur oraya.” Der ve orada oturan gençlerin yanını gösterir. İçerde bankın üzerinde beş kişi kendi gibi gençler oturuyor. Demek ki kendinden önce gelen polisler de varmış. Hemen yanlarına oturur, sıraya girer. O oturanlar da genç ya Bunlarda yeni polis yeni göreve başlayacaklar. Öyle anlar. Uzun süre bekledikten sonra bunlara kimse bir şey sormaz, akşama kadar otururlar. Karakola görevi devralmağa yeni polisler gelir ve görevi devralırlar. Yeni Nöbetçi Polis bağırır çağırır bunları kaldırır ve doğru nezarethaneye koyar. Kendi kendine ‘Allah Allah acaba sır tutabiliyor mu diye bizi test mi ediyorlar? Olsun öyleyse biraz sonra çıkarırlar.’ Diye düşünür. İyi sır tutuyor ya kimseye de bir şey sormaz. Ha çağırsınlar, ha çıkarsınlar derken sabah olur. Karakola gelene kadar her şey süper gitti de Karakolda birden ne oldu da böyle oldu anlayamaz.

Ertesi gün gündüzcü Nöbetçi memur görevi devralırken bakar ki nezaret defterine kayıtlı beş kişi suçlu var. Bir mahalle maçında kavga etmiş ve yakalanarak göz altına alınmışlar fakat içerde nezarette altı kişi var. Hepsini nezaretten çıkarıp karşılarına durdurmuşlar ve kimlik tespiti yapıyorlar. Bakarlar ki Mahmut’un ismi nezaret defterinde yok. “Sen kimsin be birader? Nezarette ne yapıyorsun? Seni buraya kim getirdi?” diye sorarlar bizim Mahmut’a. Mahmut "Ağabey vallahi kendim geldim. Ben de polisim, aha tabancam kimliğim var. Dün bu karakola tayin edildim. Sır tutabiliyor mu? diye beni denediniz sandım" der. Özür filan dilerler. Karakol Amiri “Sen şimdi git istirahat et de yarın gündüz gelirsin.” Der. Mahmut öyle üzgün karakoldan çıkar istirahat etmek için otele gidecek fakat Allah ıslah etsin. Otelin ismini unutmuş. Yerini zaten bilmiyor. Öğlene kadar her tarafta aramış fakat oteli bulamamış. Başka bir otele giderek yatmış ve Lojistik Şubeden aldığı resmi elbise kumaşları ve kendi eşyaları ile 25 adet te tabanca fişeği kayıp olmuş. Mahmut Sümerbank tan kumaş alıp elbise diktirmiş ve aynı karakolda uzun zaman polislik görevine devam etmiş..

Biz sadece aksilikler oluyor diye kendimizi görüp hayıflanıyoruz fakat demek ki böyle aksilikler herkesin başına gelebiliyor da pek azını bizler bile biliyoruz.

DELİYİ TESLİM ETTİK

1974 yılı Siyasi olaylar nedeniyle Sıkı Yönetim ilan edilmiş, askeriye yarı yarıya yönetime el koymuştu. Adana ve civarında Polis Teşkilatı Askeriyenin emrinde çalışıyor er den komutana kadar herkes kral gibi astığı astık, kestiği kestikti. Sıkı Yönetim Komutanı Jandarma Albay Osman Çitim Bey ve bazı komutanlar Adana da asayişi düzeltmeğe çalışıyorlardı. 

Halbuki solcular ve sağcılar bazı yerleri kurtarılmış bölgeler ilan etmiş, her akşam karşı taraftan bir adam öldürüyorlar. Bazen de karşı taraftan öldüremeyince kendi adamlarını öldürüp, karşı tarafların üzerine atıyorlardı. Adana öyle bir duruma gelmiş ki iki gurup birbirlerine tam düşman olmuşlardı. Hatta polisler bile bölünmüş, başta Vali olmak üzere ‘bunlar bizimkiler mi?’ diye gördükleri toplu yürüyenler için anons ediyorlardı.

Askeri inzibatlar ve kolluk kuvvetleri her tarafta vızır vızır dolaşıyor, bir ufak şüpheli insanları yakalayıp kendilerine göre sorgu yapıyorlar, durumlarını inceliyorlardı. Yakaladıkları adamları muhafaza edecek yerleri olmadığından, geçici olarak polis karakollarına teslim ediyor, sonra alıp sorgularını kendileri yapıyorlardı. 

Bir akşam üzeri Bağlar Karakoluna bir askeri cemse yaklaştı ve içinden inen inzibatlar yakaladıkları birkaç siyası suçluyu, geçici olarak muhafaza edilmesi için karakola getirip sonra geri almak üzere teslim ettiler. Bu olağandır. Nezarethanelerinde yer olmayınca geçici olarak zimmet karşılığı başka karakol nezarethanelerine suçlular misafir olarak bırakılır ve sonra geri alır sorguları yapılırdı. Her zaman olan gayet normal bir uygulama. Bu suçlular bir veya birkaç gece Karakolumuzda misafir olarak kalacaklar, askerler sonra gelip geri alacaklardı.

Akşam görev alan gurupta Karakol Nöbetçisi Tunceli li 
Abdulbaki isimli bir polis arkadaştı. Nezaret defterini imzalayıp görevi teslim aldıktan sonra kayıtlardan suçluları incelerken, inzibatların gündüz gurubuna teslim ettiği suçlulardan birinin Tunceli li hemşerisi olduğunu öğrenir. Şahsı nezarethaneden çıkartır ve yanına çağırarak kendisine birkaç soru sorduktan sonra bir de çay ısmarlar ve; "Haşa meynuzur seni yakalayanın neresine, senden terörist olmaz. Suçlu da olmaz. Biz hemşeriyiz. Serbestsin hadi git." der ve suçluyu salıverir. O öyle küfürlü konuşacağı zaman 'Haşa meynuzur' derdi her ne demekse. Delikanlı önce inanamaz. Gerisine ve sağa sola baka baka hızlı adımlarla giderken, diğer polis arkadaşlar Abdulbaki arkadaşı uyarsa da O dinlemez. İnzibatların geçici olarak teslim ettikleri, sonra geri alacak oldukları Zeki isimli suçluyu salıverir ve suçlu da çeker gider.

Ertesi sabah bizim gurup görevi devralırken, Karakol gurup nöbetçisi Mehmet Emin, suçlu noksan olunca nezaret defterini imzalayıp suçluları ve görevi teslim almadı. Abdulbaki görevi devir teslim etmeden öylece bırakıp istirahat için evine gitti. Karakol Amiri gelince konu haliyle kendisine intikal etti. Karakol Amiri Başkomiser Yavuz Bey şoför Bekçi Rıza'yı yollayıp Abdulbaki’yi evinden aldırdı. Baki Karakola gelince tabancasını alıp nezarette bekletirken bir taraftan da o salıverilen kişinin evine bakmak için birkaç polis gönderdi fakat verilen adreste hiç ev filan yok, tamamen boş tarla. Haliyle bırakılan adam da yok tabi. Hayalı bir adres verilmiş. Başkomiser Yavuz Bey Tunceli li polis Memuru Baki'yi bu adamı bulup, yakalayıp getirmesi için bir polisle birlikte tekrar yolladı. Adres asılsız ve şahıs bi mekan takımından çıkınca bulunabileceği yerlere bakıldıysa da şahıs yakalanamadı. Gidiş o gidiş, Zeki isimli bu adam sırra kadem bastı.

Artık Polis Baki’yi kimse kurtaramazdı. Hepimiz çok üzülüyorduk fakat elden gelecek bir şey yok, sonra kendi salıverdiği için, kendi düşen ağlamazdan başka bir şey de diyemiyorduk. Kendisi de sonradan suç işlediğini anlamış ağzını bıçak açmıyordu. 

Öğleden sonra hepimiz Karakolun önünde oturmuş akan kanalın suyu ile serinlenip lağ lağı ederken birden Karakol Amiri Yavuz Bey odasından Polis Memuru Poturge’li Mustafa'yı çağırdı. “Hemen git karşıda Pazar yerinde ki Deli Hasan’ı al gel.” Dedi. Karakolun karşısında pazar kurulmuş herkes alış veriş ediyorlardı. Deli Hasan hep pazar yerlerine ve duraklara takılır, verilen bağışlarla geçinen kimsesiz bi mekan takımından birazda garibanın biriydi. Herkes Deli Hasan'a takılır acı verirler, o da her tarafı dümdüz eder söver, millet yine takılmağa devam ederler sonrada para verirlerdi. Polisler de o Hasan’a çok takılırlar onun için polisleri de pek sevmez saymaz hatta küfür bile ederdi, Deli Hasan. 

Mustafa Deli Hasan’ı o kendisine söverken ve direnip gelmek istemezken çeke çeke Karakola getirdi. Hatta getiremedi, yarı yola kadar gidip bizlerde getirmek için yardımda bulunduk. 

Ben önce Deli Hasan birini vurdu yaraladı da Başkomiser oturduğu yerden gördü, onun için getirtiyor, öyle sanmıştım. Deli Hasan odasında bizim Başkomiseri de dövecekti. Sınırından ağzından köpükler dökülüyordu. Önce onu nezarete attık. Bir iki saat sonra Başkomiser odasına aldı. Deli Hasan'a "Ben Başkomiserim bu karakolun amiriyim. Seni de kendime yardımcı yaptım. Sen bana teşekkür edecekken sövüyorsun. Halbuki seninle birlikte çok önemli operasyonlar yapacaktık. Sana gizli görev veriyorum. Sakın gizli görevli olduğunu unutma. Bu konuştuklarımız da aramızda kalsın, kimseye söyleme!" diyordu ve Hasan'ı ayak ayak üstüne oturtup çay ısmarlıyordu. Arada kızıp bizlere de bağırıyor ve ona göz dağı verip korkutmağı da ihmal etmiyordu. 

İki saat kadar sonra da gizli görev belli oldu. Baki’nın bıraktığı adamın ismini söyleyip “Sen Zeki sin. Senin adın Hasan değil Zeki. Söyle bakiyim. Şimden sonra sana kim sorarsa adın Zeki.” Diyordu. Bir dakikanın içinde koca Deli Hasan Zeki oldu çıktı. Yanı Polis Abdulbaki'nin bıraktığı suçlu oldu. 

Deli Hasan o gece bizim Karakolda nezarette yattı. Sabaha kadar nerelidir nedir hepsini öğrendi. Üstelik gizli görev ya hiç kimseye başka bilgi vermeyeceğini de kabul etti. Ertesi gün sabahı Başkomiser karşısına alıp “Nedir senin adın?” diye bağırınca önce “Ha..Ha.. yok başkomiserim Ze.. Zeki” deyip artık istenen kılıfa girdi. Başkomiser karakolun karşısında ki pazar yerinde pencereden görmüş olacak ki birden aklına düştü ve bu deliyi suçlu Zeki'nin yerine koymak için çağırtmıştı. Cebine de 100.00tl para koydu. 

Deli Hasan artık askerlerin teslim ettiği, Bizim Polis Abdulbaki nin serbest bıraktığı, suçlunun adını soyadını iyice ezberledi. Hele 100 tl yi de görünce Hasan iyice coştu ve “Vur de vurayım, kır de kırayım, AAAmirim.” Diyordu. "Yok. Vurmak kırmak yok. Sen sadece asıl kimliğini kimseye söyleme, ismin de Zeki olsun yeter." dedi Başkomiser.

Askerler gelene kadar Hasan'ı karakolda beklettik. İki gün sonra misafir bıraktıkları suçlularını almağa gelen inzibatlara diğer suçluların yanında Baki’nin salıverdiği suçlu Zeki'nin yerine bu Deli Hasan 'Zeki' diye teslim edildi. Suçlu sayısı tutuyor fakat suçlulardan biri onların teslim ettiği adam değil. Sahte suçlu. Askerler bastı imzayı, teslim ettikleri suçlularını alıp gittiler. Bir tanesi sadece esas suçlunun adını soyadını ezberlemiş, mahallenin delisi o kadar.

Daha inzibatlarla Hasan arasında neler olduğunu bilmiyoruz. Dört beş gün kadar sonra deli Hasan Karakola geldi. Askerler serbest bırakmışlar. Burnu havada bize hiç muhatap bile olmuyor. Kapının önünden Karakol Amirine seslendi; "Bababaşşşkomiserim, Yavuz Baba, ben geldim. Başka yapılacak bir görev yok mu? Yolsuz kaldım da." diyordu. 

Başkomiser de "Sen kayıp olma, görev olursa ben seni arar bulurum" dedi. Ve bu garibana 50,00tl daha verip yolladı. Bizlerde kendi aramızda toplar ara sıra koltuk çıkardık Enyu, Enyu Deli Hasan'a. Her parası bitince gelir karakolda avantasını alır giderdi. Dışarı çıkınca da “Ohh sizin paranızı yemek çok tatlı oluyor.” Der gıcık verir ve kaçardı. Polis Memuru Baki'ye resmi bir işlem yapılmadı fakat Başkomiser resen iyi bir ceza verip meslek hayatını kurtardı.

Sonraları ben Cinayet Masasında iken bir gece, "Kendine polis süsü vererek Baraj yolunda bir kahvede şahısları dövüp gasp etmek isteyen bir şahıs olduğunu bildirmeleri üzerine olay yerine gittik. Bizden önce Asayiş Ekipleri gitmişler ve şahsı yakalamışlar, baktım bu Deli Hasan. 

Durumun ciddi olduğunu anlamış mı bilmem, beni görünce tanımadı, ben kendisini ismi ile çağırınca, o da bana yanaştı ve; "Ağabey, bu polisler beni dövüyorlar, ellerinden kurtar, ne olur?" diye bağırarak ağladı ve ayaklarıma sarıldı. Hasan'ı ekiplerden teslim aldık. 

Durumunu arkadaşlara anlattım ve biraz gittikten sonra çorba içirip cebine de bir kaç kuruş koyduktan sonra serbest bıraktık. Adamlar takılınca onlara küfür edip dövmüş. Onlarda Deli Hasan'a çamur atmışlardı. Öyle zorla para almak adeti hiç yoktu. İsterdi verirsen alır önce teşekkür eder, sonra söver giderdi. Not: Resim internetten temsilidir.


MÜDÜRMÜŞ

1974 yılı başlarıydı. Daha iki üç haftalık filan çiçeği burnunda yeni Polis Memuruydum ve Adana Bağlar Karakolunda görev yapıyordum. 

Bağlar Karakolu, Baraj yolu üzerinde Mersine kadar giden, sulama kanalı kenarında Adana’nın en güzel Karakollarından biridir. Hemen önünden geçen bir metre derinliğinde yedi-sekiz metre genişliğinde ki sulama kanalı bir çok kişinin boğularak ölmelerine sebep olsa da Bağlar Karakolu ve çevresinde ki yerleşim yerlerine hayat veriyordu. Çünkü gece ve gündüz devamlı suyun Mersin’e kadar akmasını sağlar ve Adana’nın o pişirici sıcağından korur, devamlı serin tutardı.

Bizim zamanımızda karakol hayatı şimdiki gibi Gurup Amirlikleri telsizler filan yoktu. On onbeş memur ve yeteri kadarda bekçiler bulunurdu. Bekçiler gece çalışırlar ikişer ikişer mıntıka görevleri yazılır, sabaha kadar bu bölgede dolaşır arada bir düdük çalarlar, hırsızlara karşı önleyici tedbirler alırlardı. Devriye polis memurları bekçileri bölgelerinde kontrol eder, görev defterlerini imzalarlar s
aatte bir telefon açarak karakol nöbetçisine bilgi verir ve bilgi alarak devriye görevlerini sürdürürlerdi. 

Gündüz ve gece bütün olaylardan Karakol Amiri sorumlu, ancak gece ki önemli olayları Amire haber vermek suretiyle Karakol Nöbetçisi sorumluydu. Bir hafta öncesinden bütün memurlara karakol yazıcısı tarafından görev yazılır, bu görev çizelgesi Karakol Amiri tarafından imzalanıp, gerekli yerlere gönderilir, böylece görev taksimatı daha önceden ilgili makamlar tarafından bilinirdi. Gece ve gündüz her zaman bir Karakol Nöbetçisi, bir de İhtiyat Polis Memuru Karakolda bulunurdu. Nöbetçi Polis Memuru olmaz veya işi çıkarsa yerine İhtiyat Polis Memuru bakardı. Ayrıca bir de gece bekçisi devamlı Karakolda bulunur temizlik ve bazı ihtiyaç işlerinde kullanılırlardı.  

Bir gece Karakolda Nöbetçi Polis Memuruydum. İhtiyat görevli olan Polis Memuru Yahya ve Bekçi arkadaş 'HOCA' lakaplı doğruluk timsali Fahrettin ile birlikte Karakoldan biz sorumluyduk. Bekçi için doğruluk timsalı dedim, çünkü karakola gelirken elinde bir paket çay varsa “paranla mı aldın?” diye sorar. Eğer paranla almamışsan o çaydan 'haramdır' diye hiç içmezdi, bizim Fahrettin Hoca, böyle bir adamdı işte. Bir de kendisine kanuni veya kanunsuz bir görev verirsen mutlaka ne pahasına olursa olsun, canı pahasına dahi o görevi yerine getirirdi. 

O zamanlar fazla olaylar olmaz herkes birbirine saygılı Türkiye'de yaşayanlar için çok mutlu yıllardı. Biz üç arkadaş Karakolda duruyoruz, eğer bir olay olursa müracaatlarını alıp gerekenlere adli takip başlatılmasını sağlıyorduk. Acil yakalama olayları olursa hemen Haber Merkezine telefonla bilgi verip, o kaçan araba ve kişilerin yakalanmalarını sağlıyorduk.

Gece saat 01.00 sıralarında birkaç sivil arkadaşlarımızla kapıda oturmuş, akan kanalın sağladığı serin havada demlediğimiz çayı içip muhabbet ederken, sol taraf kanal boyundan bir at arabası geldi. Araba yanımızda, karakolun önünde durdu. Arkada yolcu olarak oturan bir adam tam karakolun önünde at arabasından atlayarak indi. Bu inen şahıs şalvarlı ve sivri kasketli, ince, uzun boylu, 50-55 yaşlarında köylü tipinde bir adamdı. Merdivenleri hızlı adımlarla birer ikişer birden çıkarak yanımıza gelip selam verdi. At arabası sürücüsüyle birlikte kanal kenarında ki yol boyunca sağ tarafa doğru uzaklaştı ve ilerde gözden kayıp olup gitti. 

O zamanlar şehir içi ulaşımlar 5 liraydı ve Murat 124 arabalar kullanılırlardı. At arabalarının yolcu taşıdıklarına pek şahit olmamıştık. At arabaları da vardı fakat daha ziyade şahsi işlerde ve sebze meyve satma işlerinde kullanılırdı. Kasketli adam karakola at arabasıyla gelmişti. Selam verdikten sonra bir müracaatının olduğunu, kızının zorla kaçırıldığını ve kurtarılması için yardımlarımıza ihtiyacı olduğunu söyledi.

Hemen yerimizden kalkarak adamı içeri davet ettim. Daktilonun başına oturduktan sonra bekçi Fahrettin Hoca'nın da getirdiği çayları birlikte içerken kendisine alel acele hemen Haber Merkezine telefonla bildirmek ve sanıkların yakalanmasını sağlamak için araba plakası ve konumlarıyla ilgili bazı bilgiler sordum. Hiçbir şey bilmediğini söyledi. Müracaatını almak için kimlik istedim. Kimliği de yoktu. Kendi beyanına göre kimlik tespitini yaptıktan sonra ben usulen müracaatını alırken “Senin ismini öğrenebilir miyim, arkadaşların yok mu? Karakolda sadece üç kişi misiniz? Memur Bey" gibi bazı sorular sordu bana. Bütün arkadaşların mıntıkada olduklarını, her saat telefon açtıklarını ve gerektiğinde karakola çağırabileceğimi, eğer şüphelendiği birileri varsa hemen yakalatabileceğimi, söyledim.  

Adam çayını dahi bitirmeden yerinden kalktı ve hiç bir şey söylemeden dışarı çıkarak merdivenlerden aşağı inip yürümeğe başladı. Bir kaç defa arkasından çağırdım; “Beyefendi müracaatınız!” filan dediysem de, hiç kulak asmadı, gidiyor. “Ben vaz geçtim, müracaatım filan yok.” Dedi ve yaya olarak yürüyüp gitti. İhtiyat arkadaşım Yahya peşinden biraz giderek ısrar etmesine rağmen adam geri dönmedi. Baraj tarafına doğru döndü, köprüyü geçti ve yaya yürüyerek gözden kayıp oldu. 

Yapılacak hiçbir şey yok. Zorla ille “müracaat ver” diyecek halimiz yok ya. Hatta vah yazık deyip adamın kızının kaçırılması olayının derdine de ortak bile olduyduk. Biraz da sinirlendim ama ne yapalım adam gitti, Ben de yarım kalan müracaatını daktilodan çıkartıp öylece karbon takılı olarak sümen altına koyup sakladım. Çünkü yarın şikayet konusu filan olabilirdi.

Karakolun yerleşim düzeni, merdivenlerden yukarı çıkınca sağ tarafta amir makam odası, sol tarafta memurlar odası ve arka tarafta da nezarethane ve bekleme odaları bulunuyordu. Gece Karakol Amiri Başkomiser bulunmadığı için ben nöbetçi olduğum zaman odasının ışıklarını yaktırmazdım. Kapısı açık fakat ışıkları sönük olarak dururdu ve kesinlikle hiç kimse içeri girmezlerdi. Memurların odasının ışığı ise devamlı olarak yanardı. 

Saat 02.30 sıralarında, İhtiyat olan arkadaşım Yahya arka oda da biraz uyku kestirirken, bende bazı eski ifadelere bakıp kendime göre bir şeyler ile uğraşıyor hem de bazı bilmeğim uygulamaları öğrenmeğe çalışıyordum. Bekçi Fahrettin Hoca yanıma gelerek gizli kulağıma ‘bir adamın Başkomiserin odasında makam koltuğunda, karanlıkta oturduğunu’ söyledi. Aha...bizlerden başka kimse yoktu, kim olabilirdi ve biz görmeden içeri nasıl girebilirdi?

Karanlık olan Karakol Amirinin odasına tabanca elimde birden girerek ışıkları yaktım. Aaa akşamdan gelip te 'Kızımı kaçırdılar, şikayetim var.' diyen ve sonra müracaat etmeden çekip giden o adam. Başkomiserin makam koltuğunda karanlıkta yalnız başına oturuyordu. Ben içeri girer girmez hemen hızla ayağa kalktığını gördüm. Silahımı kendisine doğrulttum ve “Kaldır ellerini.” Diye bağırdım. Bu saatte o odaya kim girebilirdi? Adam ellerini kaldırdı ve bir şeyler konuşarak geri geri kaçmağa başladı. Masanın etrafında bir dolandıktan sonra dışarı fırladı. Bekçi Fahrettin de zaten arkamdaydı.

İkimizin de elinden sıyrılırken bir şeyler anlatmak istiyor fakat fırsat bulup anlatamıyor, bir an önce bizden kurtulup kaçmağa çalışıyordu. Adama bir iki tekme salladım fakat tekme de vuramadım. Adam yola atladı ve baraj yoluna doğru koşarak kaçarken köprünün yanına kadar peşinden koştuk, yakalayamadık. İlk gittiği zaman ki yolu takip ederek kaçtı gitti. Yakalayamadığım da çok iyi olmuş, çünkü yakalasam dövecektim. Sadece merdivenlerin altında başında ki çiftçi kasketini ancak kapabildim ve kasket bende kaldı. Biz daha karakoldan uzaklaşamadık geri döndük. Karakolun içinde her tarafı aradık, taradık şüpheli bir durum bulamadık.

Demek kı bir fırsatını bularak gizlice odaya girmiş ve oradan bizi izliyordu veya uyuyordu. Bekçi arkadaş bana "Sen duymadın mı ağabey adam Emniyet Müdürü mü ne imiş? Sen dövmeğe çalışırken öyle bir şeyler söylüyordu." dedi. Ben sinirimden sahiden hiçbir şey duymamıştım. “Hadi canım. Emniyet müdürü şalvar ve kasket ile ve at arabası ile ne işi olabilir?” dedim fakat biraz da korktum. 

Gayet normal gece görevim bitti. Sabah Karakol Amiri Yavuz Bey'i bekledim, olayı anlattım ve evime giderek tek odalı bekar evimde yattım. Hiç bir ses seda yok. Demek ki müdür değilmiş. Eğer müdür olsa, ohoo beni çoktan ne yapacaklarsa yapmışlardı. Aradan bir kaç gün daha geçti, hiç bir arayan soran yok. İyi rahatladım.

Bu arada bu konu dallanmış, budaklanmış, Adana da duymayan kalmamıştı. Beş altı gün sonra, tekrar geceye geçtiğimin ilk günü, öğlen üzeri karakolun arabası Willys Jip kapıma gelmiş, Şoför Rıza Dayı açık olan odamın camına 'tık-tık-tık' diye vurup beni yüksek sesle çağırıken uyandım. “Kalk seni çağırıyorlar.” Dedi. Karakola gittim. Başkomiser Yavuz Bey "Yeni gelen Müdür Yardımcısı Selim Bey seni çağırıyor. Belki de o geçen ki olaydandır. Sakın ileri geri konuşma" dedi. Bana biraz akıl ve cesaret verdikten sonra birlikte Karakolun jipi ile Müdüriyete gittik. Personel Şube İdari Büroda bir Komiser beni bekliyordu. Bir iki yere girip çıktıktan sonra üst katta sol tarafta ‘MÜDÜR YARDIMCISI’ yazıyordu. İçeri girdi çıktı ve bana gir diyerek kendisi çekti gitti. 

Kapıyı çaldım. Biraz bekledim. Cevap gelmeyince içeri girdim. Başımla bir selam verdim. Adam başını kaldırdı ki, tanıdım; bir kaç gün önce at arabasıyla Karakola gelen ve benim kovaladığım o şalvarlı, kasketli adam. Fakat şimdi şalvar yok, kasketi zaten bende kalmıştı. Grant tuvalet giyinmiş yakışıklı bir adam. “Hani şapkamı getirmedin mi Lazoğli?" Dedi. “Sizin yanınıza geleceğimi söylemediler Sayın Müdürüm.” Dedim. “Ula Lazoğlı kaç yıllık polissen?” dedi. Ben de göğsümü gere gere “Üç haftalık.” Dedim. “Tutabilseydin beni dövecek miydin?” dedi. Hiç ses etmedim, başım önüme eğildi. Valiliğe bir yazı yazdırır ve benim kimliğimi, tabancamı alarak anında açığa aldırabilirdi.

O akşam karakola şalvarlı kasketli olarak at arabasıyla gelen şahıs kimmiş biliyor musunuz? Nerden bilesiniz. Ben sanki bildim mi ki? Emniyet Müdürü, 'TİLKİ' lakaplı Selim Ayşıl Bey, yanı Tilki Selim. İstanbul kadrosundan Adana'ya Müdür Yardımcısı olarak atanmış. Kadro kendisini tanımadığı için bu şekilde kadroyu kontrol edip kötüleri tespit ediyormuş. Osmanlı Padişahları gibi tebdili kıyafet dolaşmış Adana da. On beş günlük meyil izni bile yapmamış. Tespit ettiği kötü muamelede bulunan yedi-sekiz polise soruşturma açtırdı. İki üç Trafikçiyi da açığa aldırdı. Görevine başladıktan sonra da beni çağırtmış.

Yine merak edersiniz söyleyim. Bana da bu olaydan takdirname verdirdi. Başıma bir şey gelse hemen yanına koşardım. Zaten başka da güvenebileceğim hiç bir kimsem yoktu. Allah razı olsun. Daha sonra ki sene 20 gün hakkım olan senelik iznimi Personel Şubeden alarak imzalaması için yanına gittiğim zaman; "Sen bir yıllık polissin 20 gün izin alıyorsun. Ben 20 yıllık polisim daha bir arada 10 gün izin kullanmadım." dedi ve izin yazımı çizip üstüne ‘on gün’ diye yazdıydı. 

'Kadroyu çok sıkıyor' diye mi bilmem, sonraları Baş Müdür Nihat Bey ona pek faal görevler vermedi. Emniyet Müdürlüğü çevresinde Hidayet isimli bir polis memuruyla inşaat ve çevre düzenlemesi işlerine bakıyordu. Saygılarımı sunuyorum ve kendisini yad ediyorum.